Söyleşi

Fatih Altaylı: Eski manken Ruhat Mengi, Güngör Mengi’yle evlenmese köşe yazabilir miydi?

“Eren Keskin’e 'cinsel tacizde bulunmazsam namerdim' diyerek ayıp etmişim”

21 Mayıs 2015 03:00

Fatih Altaylı, T24’te dün ilk bölümü yayımlanan söyleşisinde siyasi baskı, medya patronları ve elitleri eksenindeki sorularımızı yanıtlarken şu cümleyi de kurdu:

“Biz özgür olacağız diye medya patronlarına bedel ödetiyoruz.”

“Patronları kollamanın sınırı ne” sorusunu yanıtlarken “Patronu kollamak için ne yapmışım Allah aşkına” serzenişinde de bulunan Altaylı, yayın yönetmenliğini yakın zamanda bıraktığı, ancak iş akdinin devam ettiği Habertürk gazetesinde bir süredir yazmıyor. Ve gerekçesini şöyle açıklıyor:

“Eğer özgürce yazamayacaksam, yazmamayı tercih etmek de benim hakkım. Ben özgürce yazacağım diye de başkasına, başkalarına bedel ödetmem.”

Söyleşinin ikinci bölümünde, Fatih Altaylı’ya yazdıklarını sorduk.

Best FM’deki programından da alıntılarla bazı başörtülü eylemciler için kullandığı “fahişe” hakaretini, TSK’yı eleştiren bir kadın yazara yönelik sarf ettiği “O ordu sizin bacak aranızı koruyor” sözlerini ve onlarca insanın devlet eliyle katledildiği Hayata Dönüş operasyonu hakkında ertesi gün kaleme aldığı “Devlet belki de yıllar önce yapması gerekeni yaptı” cümlesini de içeren sorulara yanıtlarını Altaylı, e-posta aracılığıyla verdi.

Altaylı, gazetecilerin "katkılarını esirgemediği" erkeklik hallerinin, erkek lisanının örneklerini verdiği bazı ifadelerini tartışırken "Türkiye'ye döner dönmez ona cinsel tacizde bulunmazsam namerdim” dediği avukat Eren Keskin için yıllar sonra “Ayıp etmişim” diyor. Hakkında daha önce “Başyazarla yatmakla yazar olunmaz” dediği Ruhat Mengi’ye ilişkin sözlerini ise, bu kez “evlilik” üzerinden tekrarlıyor.

Türkiye medyasında her biri ayrı tartışma konusu olan cinsiyetçilik, milliyetçilik, gazetecilerin bedava ağırlandığı şirket gezileri ve fikir değişikleri başlıkları eşliğinde Altaylı’nın yanıtları aşağıda, takdir elbette sizin. 

Son gazetesi Vatan'daki köşesi, yaklaşık 1,5 yıl önce kapanan Ruhat Mengi'nin cevap hakkına T24 sayfalarının açık olduğu notunu düşerek, buyrun...

 

Ferrari sürüşü ve bedava şirket gezileri…

 

- Hem sizi, hem medyanın bugününü anlamak adına geçmişten yola çıkarak sırasıyla soracağız. İlk olarak Ruhdan Uzun’un “İletişim Etiği” kitabından uzun bir alıntı:

“Hıncal Uluç’un Antalya’daki bir otelin kral dairesinde ağırlanmasının ardından yazdığı yazıyı eleştiren Fatih Altaylı’ya 8 Şubat 2005 tarihli Sabah’taki köşesinde verdiği yanıt iyi bir örnek oluşturmaktadır: 

Hani birinci sınıf koltuklarda Monte Carlo'ya uçmuştuk seninle… Kentin değil, dünyanın en büyük, en ünlü, en de luxe otelinde ağırlanmıştık. Hani sen, muhalif medyanın dillerine düşen Gucci pabuçlarını bu otelin alışveriş merkezinden almıştın… Ben yalnızdım… Senin yanında Sevgili Hande, yani eşin de vardı... Sana o sabah bütün gün kullanman için, daha dünya üzerinde kimsenin görmediği son model bir Ferrari verdiler…

Gecesi 3 bin dolarlık oda değil, 500 bin dolarlık Ferrari... Türkiye'de 2 tane satıldı bugüne dek... Onu kullanarak tanımadın mı? Döndüğünde tonla yazı yazmadın mı? (…) O gezide biz kimin davetlisi idik? Zeytinoğlu Holding'in... Yani batık Eskişehir Bankası'nın sahibi Zeytinoğlu ailesi... Batık banka sahibinin daveti ile Monte Carlo/ Ferrari eşli davetinin faturası sence kaç bin dolardı Sevgili Fatih! Yani kursağından geçen hortumcu parasının? 

Gazetecilerin reklam amaçlı gezi davetlerini kabul etmeleri eleştirilmeye başlanınca, Sabah yönetimi, 2006 Temmuz ayında, haber değeri varsa tüm masrafları gazete tarafından karşılanarak geziye muhabir gönderilmesi, aksi durumda gezilere yazar ve muhabirlerin katılmamaları yönünde bir karar aldığını duyurdu.”

Sizce bu harcamaların Türkiye’de gazeteciliğe nasıl bir etkisi oldu?

Hıncal Uluç için bir psikiyatri profesörünün cümlesini kullanacağım. Şöyle demişti: “Obsesif kişilikler en fazla en yakınlarına kötü davranırlar.” Hıncal Abi de böyledir. Gelelim anlattığı olaya. Ben 20 yıldan daha uzun süredir Ferrari’nin deneme sürüşlerini yapıyorum. Genelde Modena’da. Kötü bir otelde kalırız, fabrika pistinde sürüş yaparız. O yıl ilk kez Ferrari havalı cıvalı bir tanıtım yapmaya kalkıştı. Beni de davet ettiler. Mehmet Zeytinoğlu arkadaşım. “Gelemem. Hande ile tatile gideceğiz” dedim. Çok ısrar etti. Yalvar yakar Hande’yi de ikna edip gittik. Hande’nin uçak biletini ben aldım. Bize özel bir şey değildi. Dünyadan gelen tüm gazeteciler aynı otelde kaldı. Ben öyle gezilere falan çok katılan bir gazeteci asla olmadım. Bilen bilir. O olay sırasında Zeytinoğlu Holding henüz bankasını batırmamıştı. Bakın ben Erol Aksoy’un televizyonunda program yapıyordum. Bankasına el koyuldu. Hemen kendisine gittim, “Erol Bey artık bu programı yapmayayım. Bankanıza el koyuldu. Burada program yaparsam doğru olmaz” dedim. Var mı bunu yapan başka gazeteci? Erol Bey de benim yerime Mehmet Barlas’a yaptırdı programı. Ben Tuluhan Tekelioğlu ile yapıyordum yanlış hatırlamıyorsam Mehmet Barlas, Deniz Akkaya ile yaptı. 

- Sabah gazetesinde gazetecilerin bedava ağırlanmasını yasaklama kararı kim aldı? 

O karar bana ait. 

 

“Bedava şirket gezileri doğru değil ama...”

 

- Medya yöneticileri ve muhabirlerin, kısaca gazetecilerin, gerekçesi ne olursa olsun, bedava şirket gezilerinde ağırlanması da sizce gazeteciliği çürütenler arasında mı? 

Ben doğru bulmuyorum. Elbette ilgili muhabirin iştigal alanı ile ilgili olarak bazı toplantılarda, bazı organizasyonlarda bulunması lazım. Ve eğer buraya girmesine gazeteci olarak imkân yok ise ve ancak davetle girebiliyorsa katılabilir ama bakın bazı gazeteciler evlerinden ve gazeteden çok seyahatte vakit geçiriyorlar. Bu hem mesleki olarak yanlış, hem de gazetenin mali yapısı açısından yanlış. 

Adam gazeteye ilan vereceğine bir muhabiri veya yazarı 2-3 bin liraya ağırlayıp ilandan daha etkili bir yazı yazdırıyor. Bu da olabilir ama açıkça olmak, gazetenin bundan gelir elde etmesi ve bunun bu yöntemle yapıldığının bilinmesi şartıyla. Yani bir firma reklamverendir, gazeteye para kazandırıyordur ve bir yandan da böyle bir şey için gazetenin uzman muhabirine davet yapıyordur, olur. Ama gazete bunun böyle olduğunu açıklamak durumunda olmalı. Gazetecilerin ve ünlü insanların bu tür kullanımı sosyal medya ile daha da yaygınlaşıyor ve yaygınlaşacak. Bunun etiği henüz tam oluşmadı. 

- Türkiye’deki basın mensuplarına önemli bir ayna tutan MedyaKronik’in kapatılmasında adı geçen isimsiniz. Bilgi Üniversitesi’ne ve sahibine yönelik Hürriyet’teki yazılarınız ardından MedyaKronik kapatıldı. O yazıları MedyaKronik’in kapatılmasını amaçlayarak mı yazdınız? Bu arzu etmediyseniz bir sonsa buna karşı ne kadar kalem oynattınız?

Baskıya maruz kalsam da suçlu benim, baskı yapmakla suçlanan da benim. Benim zorumla kapadılarsa Bilgi Üniversitesi’ni suçlayın. Benim öyle bir niyetim yoktu. 

 

“Kim bilir daha ne yanlışlar yapmışımdır”

 

- Geri dönüp baktığınızda Yeni Şafak’a dair “şeriatçı basın” tanımlamanız, Oktay Ekşi’nin notundan yola çıkarak Bilgi Üniversitesi’ne başörtülü öğrencilerin alınmasına karşı çıkışınızı bugün nasıl değerlendiriyorsunuz, sizi bu raddede bir sivriliğe götüren sizce ne oldu?

Bakın, bunlar algıdır. 28 Şubat döneminde YÖK’ün uygulamalarına merkez medyada karşı çıkan bir ben vardım. “Aynı fikirdeki erkekler okula rahatça girerken, aynı fikirdeki kadınlar başlarına örtü takmak zorunda diye okula alınmıyor, bu hiç adil değil” diye yazan benim. İmam hatiplerin önünü keseceğiz diye saçma sapan bir katsayı sistemini getiren YÖK’ü eleştiren dönemin YÖK Başkanı Kemal Bey’le (Gürüz) sayısız kere davalık olan benim. 

- Peki o döneme baktığınızda "Yanlış yaptım" dediğiniz hiçbir şey olmadı mı?

30 yıllık meslek hayatımda kim bilir daha ne yanlışlar yapmışımdır. Gazeteciyiz diye hatadan azade miyiz? Yahu insan biriyle evleniyor, çocuk yapıyor sonra yanlış yaptığını görüp boşanıyor. Bilerek mi yapıyor bu hatayı? O an doğru geliyor. Demin de dedim ya, dönemin ruhu, o günkü haliniz, iç dış etkileyiciler. 

 

Erdoğan: Fatih Bey, başörtüsü meselesine girmeyelim

 

- Haziran, 2013’teki programda başörtülü kadınların memuriyeti gündeme geldiğinde Erdoğan’a şunları söylediniz: “Birbirimizi kılıklarımızla yargılamamamız lazım.” Başörtüsü takan eylemci kadınlara yönelik kullandığınız “Bundan böyle kılık kıyafet kanununa aykırı olarak dolaşanları kolundan tuttuğum gibi karakola götüreceğim”, “kevaşe”, ”fahişe”, “şu kadar para versen soyunurlar” gibi ifadeler bir daha Fatih Altaylı’nın kullanmayacağı ifadeler mi? AKP dönemi sizi nasıl dönüştürdü?

Çok ayıp, çok! “Depremden sonra iyi oldu” diyenlere yönelik dedim o cümleyi ve TBMM Darbe ve Muhtıraları Araştırma Komisyonu’na ifade verirken de arkasında durdum lafımın. Kıvırmadan, kırıtmadan. Yakın arkadaşım, Sakarya’da kaldığı otelin altında kalıp ölmüş, birisi “İyi oldu, hak ettiniz” diyor. Kızdım ve söyledim. Size başka bir şey anlatayım. 2004 yılının Temmuz ayı. Başbakan Erdoğan’la program yapacağız. Beylerbeyi Sarayı’nda, programdan önce bir ricada bulundu. “Fatih Bey başörtüsü meselesine girmeyelim. Çözemiyoruz meseleyi” dedi. Bir program öncesi sorulacaklarla ilgili ilk ve son ricasıdır, onu da söyleyeyim. Ben ne yaptım? İlk soru olarak bunu sordum. Kızardı, bozuldu ama yanıt verdi. Reklam arasında da “Hani sormayacaktınız?” dedi. “Aklıma düşürdünüz” dedim. 

- Bugün “Dini yoldan çıkardınız şerefsizler”, “Bunları odunla döveceksin”, “Köpek sürüsü”, “Subayların çıkışları az bile”, “Bunlara balans ayarı lazım” tabirlerini kullansanız başınıza ne gelir?

Dini yoldan çıkardıkları konusunda haklı çıktım ama bazı konularda da haksız çıkabilir insan. Yanlış söylemiş olabilirim. Yanlış tutum takınmış olabilirim. Siz hayatınızda hep doğru mu yaptınız? 

 

“Erdoğan önce bana kızdı, aforoz etti, sonra gezilere çağırdı”

 

- Bir parantez: Hangi gazetecilerin karşısına çıkacağını dikkatle seçen ve söylenenleri unutmamakla da nam salan Erdoğan, sizce bu geçmişi artık umursamadığı için mi sizinle Teke Tek’e çıktı? Aranızda hiç bu konuya dair bir sohbet geçti mi?

Başbakan Erdoğan’la bizim hep inişli çıkışlı bir ilişkimiz oldu. Bunu Başbakan’ın en yakın danışmanlarından, “sırdaşı” diye bilinen biri şöyle ifade etti: “Seninle olan durumunu biz çözemedik. Çok kızıyor, aforoz ediyor, sonra yine gezilere çağırıyor. Bir tek seninle böyle bir şey oluyor” dedi. Erdoğan’a asla yalakalık yapmadım. Her zaman bir gazeteci ne sorması gerekiyorsa onu sordum. Bir başbakana asla saygısızlık da yapmadım. 2002-2007 arası çok sorun yaşamadık. 2007’de bana kızmaya başladı ufak ufak. Sonra aforoz etti. Üç yıl falan hiç karşılaşmadık. Sonra 2011 gibi yeniden gezilere çağırdı. Sonra yine bir aforoz etti. Sonra yine çağırdı. Seyahatlerdeki basın görüşmelerinde en ikircikli soruları hep sordum. Bunu o geziye katılan tüm gazeteciler söyleyecektir. Hatta bir gün (Sabah Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni) Erdal Şafak, Başbakan’ın sevmeyeceği bir soru sordu. Sonra tüm gazeteciler “Erdal Abi kafana saksı mı düştü” dedi. “Yok ya, bu sefer Fatih’in yerine ben hedef olayım diye sordum” dedi. Güldük. Gezi sırasındaki o meşhur programa da ben davet etmedim. Talep ondan geldi. Niyesini bilmiyorum. Belki kendi cenahından birine değil de, karşı cenahtan birine çıkmak istemiştir, daha iyi olur, daha etkili olur diye içinden geçirmiştir. Bilmiyorum ona veya Lütfullah Göktaş’a sormak lazım. Bir de şunu düşünsenize; belki de kızsa da, hatta nefret etse de bana bir saygısı olabilir. Bir tek gün gazetecilik dışında bir talebi olmamış, doğru bildiğini yüzüne karşı söylemiş, dürüst bulduğu birine. 

 

“Niyeti bilmesem yazdıklarımı faşizan algılayabilirdim”

 

1- “Hayata Dönüş” operasyonu hakkındaki 20 Aralık 2000 tarihli yazınızdan:  “Devlet belki de yıllar önce yapması gerekeni yaptı. Cezaevlerine girdi. (…) Cezaevinde boş yere can veren ve alçakça can alan militanlar bilsin ki yanlarında halk desteği yok. (…) Halk devletin yaptığı işi bir kez daha benimsiyor.”  

2- Yıldırım Türker’in “Altaylı geliyor” başlıklı yazısında alıntıladığı ifadeleriniz: “Dünyayı tanıyan, daha iyi eğitimli ve muhtemelen daha akıllı olan, çocuklarına iyi eğitim verme imkânına sahip olanlar. Biz bunları duya duya çocuk sayımızı kısıtladık. 2’ye 1 çoğaldığımız için sayımız artmadı... Oysa...kendi köyünden bile fazla uzaklaşmamış olanlar. Eğitimsizler, muhtemelen daha az akıllı olanlar, dünyayı tanımayanlar, çocuklarına doğru düzgün eğitim verme imkânından yoksun olanlar bu propagandayı duymadılar... Biz giderek azalıyoruz, onlar giderek çoğalıyor. Bununla mücadelenin yolu çok çocuk yapmaktır. Bizim gibilerin çok çocuk yapmasıdır.” Bu ifadeleri bugün başkasından okusanız faşizan eğilimler algılar mıydınız?

İlk söylediğiniz o operasyonlar bir faciaya dönüşmeden önce söylenmiş cümlelerdir. Sonrası kabul edilebilir değil ve sonra onu da yazdım. Cezaevleri örgüt evi olmaz, devlet var ise. Ama devlet canlarını, kendine emanet edilmiş insanları kendi basiretsizliğini örtmek için öldürmez. Sözleri, cümleleri bağlamından koparıp alıntılarsanız ve sonrasını söylemeden buraya koyarsanız farklı anlamlar çıkar. Diğerine gelince; çevrenizde böyle düşünmeyen kaç kişi var? Siz bunları söylemediniz mi hiç veya yakınlarınızdan duymadınız mı? Hâlâ aynı fikirdeyim. Söyleyenin hangi niyetle söylediğini bilmesem algılayabilirdim. Haksızsınız diyemeyeceğim. 

 

“Hayata Dönüş’te devletin böylesine bir rezillik yapacağını tahmin edemezdim”

 

- Misal, "andıç" vakasında Şemdin Sakık'ın ağzından ifade uydurup gazetelere servis eden bir devlet tecrübesine de sahip gazetecilerin, üstelik sizin kıdeminizde bir gazetecinin, kanlı olduğu her belirtisinde kendisini ilan eden bir cezaevi operasyonunda, henüz yeterli bilgi almadan "Devlet geç bile kaldı" diye yazması büyük bir mesleki hata değil mi? Operasyonda öldürülenlerin yakınlarından veya sakat bırakılanlardan özür dilemek ihtimaller arasında değil mi?

O andıçta adı geçen gazeteci kim peki? O andıçta Şemdin Sakık’a zorla benim adım söylettirilmek istenmiş. Adam sorgucudan daha şerefli olduğu için söylemediği halde sorguyu yapan benim adımı zikrettiği için DGM’de ben yargılandım, başkası değil. Ama ben mağdur edebiyatı yapmadığım için kimse anmadı bunu. 

- Bu tecrübeyi şahsen de yaşamış biri olarak Hayata Dönüş operasyonu için yeterli bilgi almadan “Devlet geç bile kaldı” diye yazabiliyorsunuz, neden?

Cezaevlerinde kendini devlete emanet etmiş mahkûmların, birilerinin baskısı altına girmesine karşı olduğum için. Gerçi sonunda devlet kendine emanet edilmiş yaşamları söndürdü ama bunun böyle olacağını, devletin böylesine bir saçmalık, böylesine bir ayıp, böylesine bir rezillik yapacağını tahmin bile edemezdim. 

 

“Öcalan beni tanık gösterdi, mahkeme kabul etmedi”

 

- 21 Mart 2013’teki köşenizden: “Türkiye’de bazı liberal yazarlar yıllarca devletin Abdullah Öcalan'ı muhatap alması gerektiğini, silahla bu işin çözülemeyeceğini, demokrasi ve özgürlük gerektiğini yazdılar. Şimdi Türkiye onların yıllarca söylediğini yapmaya başlayınca bu liberaller ani bir dönüşle bunun yapılmaması gerektiğini söyler oldular. Belli ki, samimi değillermiş. ‘Türkiye nasılsa bunu yapmaz' diyerek yazıyorlarmış. Türkiye yapınca bu liberallerin ekseni kaydı. Bu eksen kayması, projenin milli olmasından kaynaklanıyor olmalı. Çünkü bu arkadaşlar milli değil.” Sizce gazetecinin millisi veya gayrimillisi mi var? Bunun sınırlarını siz nasıl çiziyorsunuz?  

Var mı, yok mu bilmem. Ama ben Türkiye’nin daha iyi, huzurlu, barış içinde, halkıyla barışık, halkına güvenen ve güven veren bir devlet anlayışına sahip olmasını isterdim. Savaş olmasın isterim, çatışma olmasın isterim. Öcalan’ı ilk muhatap alanlardan biriyim. Gidip röportaj yaptım. Ama o bile battı herkese. Öcalan’la 1997’de röportaj yaptım. Kanal yayınlamadı. Benden iki gün sonra İhlas Haber Ajansı da yaptı. O da yayınlanmadı galiba. Ama kimse İhlas Haber Ajansı’na bir şey demezken, ben röportaj yaptım diye eleştiriliyorum. Öcalan o gün röportajda ne söylediyse, mahkemede de aynısını söyledi ve beni de tanık olarak gösterdi. Mahkeme heyeti kabul etmedi. 

- Mehmet Ali Birand Kürt olduğunu uzun süre, İlhan Selçuk da annesinin Ermeni olduğunu hiç söyleyemedi. Sizce Türk medyasında gazetecileri kimliklerini saklamaya iten ne? Siz Kürt olsaydınız Birand’ın yolunu mu izlerdiniz?

Olasılık üzerine yorum yapamam. Ne bileyim ne yapardım. Zaten düşünecek çok şeyim var, bir de “Kürt olsaydım, Ermeni olsaydım ne yapardım” diye düşünmeyeyim şimdi. 

 

“O yönetici Yiğit Bulut’tu”

 

- Erdoğan, medya temsilcileriyle yemeğinde Kandil’de röportajlar yaptı diye bir televizyon yöneticisinin sözleri üzerine Hasan Cemal’i ün peşinde koşmakla itham etti ve karşı çıkan tek isim Yasemin Çongar oldu. Öcalan’la söyleşi yapmış siz neden o gün itiraz etmediniz?   

Etmedim mi? Masada “Yiğit otur saçmalama” diyen benim. Sonrasında da Yiğit Bulut’a çok ağır sözler söyledim. Hatta yazdım ki o zaman bu çatı altında çalışıyordu. 

- Bu konuşma nedeniyle “Başbakan’a kırıldım” yazması üzerine Hasan Cemal’e “Başbakan’a kırılma hakkımız yok. Yoksa onlar da bize kırılır. Siyasetçiler işini, biz işimizi yaparız” mealinde bir yazı yazdınız. Son cümlenizin benzerini yazdıktan sonra Milliyet’le yolu ayrılan Cemal ne ilk, ne de son oldu. Sizce gazetecilerin dayanışarak bu süreçleri engelleme ihtimali var mıydı? Yoksa önlerindeki engeller neydi?

Hasan Abi benim dostumdur. Evet, biz kırılamayız. Geçen gün bir gazeteci kardeşim CHP’nin mitingi götürme teklifine “Size kırgınım” diye ret yanıtı vermiş. Duyunca kendisine aradım, “Kırılabiliriz ama işimiz bu. İşimizi yapmak zorundayız. Abi nasihati” dedi. Dayanışma meselesine gelince. Bana her şeyi söyleyin ama bunu söylemeyin. Bakın bu röportaj boyunca beni suçluyorsunuz. Savcı edasıyla. Ama savcı dediğiniz sanık lehine olan delilleri de toplamakla yükümlüdür. Siz bunu niye yapmıyorsunuz? 28 Şubat sürecinde Sabah gazetesi Mehmet Ali Birand ve Cengiz Çandar’ın işine son verdi. Türk medyasında bir tek ben, her ikisine de çağrı yaparak, “Benim köşemin bir bölümünü size veriyorum. Burada yazabilirsiniz” dedim. Çandar teşekkür etti ama yazmadı. Birand ise uzun süre benim köşeme yazı yolladı, ben de koydum. Sonra Aydın Bey, “Yeter uzatma” dedi. Birand’ı, Posta’ya aldı. Bunları söylemezsiniz çünkü bunlar sizin kafanızdaki Fatih Altaylı imajıyla ya da yaratmak istenilen Fatih Altaylı imajıyla uyuşmaz da ondan. Dayanışma meselesine ise daha önce değindim. Benim gazeteme el koyuldu. Tek bir kişi yazmadı, gazetecilik örgütleri ses çıkarmadı. 

- Devlet, "Dinç Bilgin ile gizli anlaşma" gerekçesiyle Sabah ve ATV'ye el koyarken Başbakan, Erdoğan'dı. Ve Erdoğan bugün Habertürk, o gün Sabah-ATV grubunun sahibi olan Turgay Ciner'in tesislerini açan, ona gönülden teşekkür eden, birlikte dostluk pozları veren, nihayet medya grubuna “Alo Fatih” hattını kurduran biri. Biraz da bu işler o beklenen sesleri çıkarmıyor olabilir mi?

Bunun benimle ne alakası var? Niye bana soruyorsunuz? Kennedy suikastını veya 12 Eylül darbesinin niye nasıl yapıldığını da bana mı soracaksınız?

- Sonuçta ses çıkarılmamasından yakındığınız manzarada bu görüntüler de var.

Kastınızı anlamıyorum. Kusura bakmayın. 

 

“Eren Keskin’e ayıp etmişim”

 

- 18 Mart 2002 tarihinde Radyo D’de yayınlanan Bab-ı Ali Yokuşu adlı programda, Avrupa'da yaptığı bir konuşma nedeniyle avukat Eren Keskin hakkında, "Türkiye'ye döner dönmez ona cinsel tacizde bulunmazsam namerdim" dediniz. 3 Ağustos 2005 tarihli Sabah’taki köşesinde, Vatan başyazarı Güngör Mengi’nin eşi Vatan yazarı Ruhat Mengi’yi ima ederek “Baş yazarla yatmakla yazar olunmaz”, son olarak Akşam’da yazan Gülay Göktürk’e “O ordu sizin bacak aranızı koruyor” dediniz. Siz, bu listeyi oluşturan Fatih Altaylı’yla bugün barışık mısınız?

Eren Keskin yurtdışında Türk askerlerini Güneydoğu’da tecavüzcülükle suçlamıştı. Oysa o güne kadar bu yönde açılmış tek dava yoktu. Ben de buna kızdım ve söyledim. Yargılandım. Mahkûm oldum. Ayıp etmişim. Bacak arası meselesine gelince. Ben de size şunu sorayım o halde. Her gün gazetelerde niye onlarca IŞİD’in cariyeleri haberi çıkıyor. Niye köle yapılan, tecavüz edilen, alınıp satılan kadınların haberi çıkıyor? Veya Bosna’da, diğer tarafın askerleri tarafından tecavüze uğrayan, hamile kalan, istemedikleri çocukları doğuran kadınların haberleri… Savaşın mağduru kadınlardır. Ben bunu söyledim. Herkes anlamak istediğini anladı.

 

“Evren isteseydi cumhurbaşkanı olarak ölürdü, kimsenin gıkı çıkmazdı”

 

- Neyi koruduğundan emin misiniz? O ordu 12 Eylüllerde her şeyiyle, copuyla, nefret iştahıyla, olanca erkekliğiyle bu ülkenin insanlarına, kadınlarına, erkeklerine tecavüz de etmedi mi? 

Halkına düşmanlaşmış bir ordudan söz etmiyorum ben. Halkını koruyan bir ordudan söz ediyorum. Hadi çok meraklıysanız 12 Eylül'ü tartışalım biraz. Gerçi siz daha çok beni tartıştırmaktan yanasınız ama hazır Evren de yeni ölmüşken 12 Eylül'le ilgili içimi dökeyim. Bakın, ben Evren'in cenazesinde bu ülke için çok acı acı güldüm. Niye biliyor musunuz? Evren eğer isteseydi, cumhurbaşkanı olarak ölürdü ve bu ülkede kimse gıkını çıkarmazdı. Yazılanlara çizilenlere bakınca zannedersiniz ki, darbe olduktan sonra bu millet demokrasi diye ayaklanmış da darbecileri yollamış. Yahu adamlar kendileri çekildiler. İki yıl sonra iyi kötü bir anayasa yazdırdılar, tek dönem cumhurbaşkanlığı koydular o anayasaya ve gittiler. Halk sokağa dökülüp de özgürlük ve demokrasi mi istedi de darbeciler gitti? Gitmeseler, hâlâ onlar yönetiyor olurdu bu ülkeyi. Benim kızdığım işte bu iki yüzlülük. Elbette demokrasi için mücadele eden bir kesim olurdu, zaten vardı ama bugün Evren'i lanetleyenlerin bazıları, hatta büyük çoğunluğu o demokrasi arayanları lanetlerdi daha çok. Neyse bu başka bir mevzu. Uzatmayayım. 

 

“Eski manken Ruhat Mengi, başyazar Güngör Mengi ile evlenmeseydi…”

 

- Diğer ifadelerinizi neden es geçtiniz?

Neyi es geçtim? Daldan dala alıyoruz unutuyorum. Haa, Ruhat Mengi’yi. O konuda davalık olduk da ondan. Bir daha davalık olmayalım diye. Peki eski mahken Ruhat Mengi, gazetenin başyazarı Güngör Mengi ile evlenmeseydi, o dönem Sabah, sonra da Vatan gazetesinde köşe yazarı olur muydu? Olsa olsa moda yazarı falan olurdu. 

Ruhat Mengi'nin Fatih Altaylı'ya verdiği yanıtı için tıklayın: Düellodan kaçmayacaksın! 

- Türkiye medyasının erkek egemenliği sizce nelere mal oldu ve oluyor? 

Maliyetleri cinsiyetlere bağlamam. 

- Bu yazdıklarınız nedeniyle herhangi bir işinizin son bulmaması sizce de sorunlu mu?

Arayın patronumu kovsunlar çok mutlu olacaksanız. 

 

“Bunların erkek veya kadın olmakla ne ilgisi var?”

 

- Bülent Ecevit’e siyaseti üzerinden sarf ettiğiniz “Vay be hâlâ sertleşebiliyormuş”, Kasım 2000’de “Yakalanmış Apo’nun davası olmaz”, Haziran, 2005’te “Serdar Turgut bana sallamış, burnumun uzayacağını anlatmış. Turgut’un uzmanlık alanı başka organ üzerinedir. O alana sahip çıksın” ifadeleri için sizin tanımınız ne; 1-Maçoluk, 2-Samimiyet, 3- Hata?  

Yahu amma ciddisiniz. Hiç mi gülmeyelim, hiç mi espri yapmayalım? Başka espriler de yapmışımdır, sizin aklınızda bunlar kalmış. Kötü espri diyebilirsiniz, komik bulmadım diyebilirsiniz. 

- Sorumuz gülmekten öte, neye gülündüğüyle ilgili. Sizce Türkiye’de yüzleşilmesi gerekenler arasında erkeklik ve bu erkekliği inşa edenler de yok mu?

Bunların erkek veya kadın olmakla ne ilgisi var? Bayağı bulabilirsiniz, kötü espri dersiniz, saçma dersiniz. Kötü espri yapmakla suçlanacaksam amenna. Siz gülmeyin. 

 

“Cinsiyet meselesini bu kadar kafaya takmayın”

 

- KaosGL’den Erkan Altay’a: “Turgay Ciner’in odasına etekle girebilecek olsam Türkiye’de çok şey değişmiş olurdu” dedikten sonra Onur Yürüyüşü’ne katılıp katılmayacağınız sorusu üzerine “Katılmak lazım tabii. Bu kadar eleştirilere maruz kalırken yeni bir yakıştırmaya maruz kalmak istemem” dediniz. “Etekli Fatih” veya benzer takma adlardan çekiniyor olmanız neden, homofobi olabilir mi?

Yuh artık. Gerçekten iyi niyetinizden şüphe etmeye başladım. Yok, yok şüphem yok. İyi niyetli değilsiniz. Ben KaosGL’ye uzun uzun röportaj veriyorum, siz beni homofobik yaptınız. Ayıp artık. Var mı bir tane benim gibi? Daha bir iki ay önce KaosGL’ye kapak olup olmamakla ilgili bir tartışması vardı birilerinin. Onlar bunu tartışmadan yıllar önce ben KaosGL’ye röportaj vermişim. Hem de hiç düşünmeden. Bana göre KaosGL ile sizin, yani T24’ün arasında hiçbir fark yoktur. Homofobik olmakla suçlanacak son insanım herhalde. Ben çevremi cinsel tercihlerine göre, cinsiyetlerine göre oluşturmam. Gay, heteroseksüel pek çok arkadaşım vardır. Yürüyüşe katılmamamın nedeni sizsiniz. Çünkü o zaman da bana bugün onu sorardınız: “Gay misiniz?” Ben buna cevap vermekten utanmam ama hâlâ böyle bir soru soruluyor olmasından utanırım. Bakın bunu yazdım, daha önce ben Başbakan’la röportaja giderken 12 yaşındaki kızım bana “Başbakan’a gay evliliklere ne zaman izin verecekler diye sorsana” dedi. Siz bu ailenin bir ferdine, o kızın babasına  homofobik diyecek kadar anti-Fatih Altaylı olmuşsunuz. Çok üzüldüm. Cinsiyet meselesini bu kadar kafaya takmayın bence.

 

“Eleştirmeniz değil, tebrik etmeniz lazım”

 

- Cengiz Semercioğlu’nun derlemesinden: 

* “Kanal D yönetimi olarak uzun uzun düşündük, eledik, tarttık. Sonunda Mehmet Ali Birand üzerinde mutabık kalındı. Birand'la önce ben görüştüm ve teklifimizi ilettim.” (Fatih Altaylı, 20 Mayıs, Hürriyet) 

* “Haberin daha ağırlıklı olması için Mehmet Ali Yalçındağ, Ertuğrul Özkök ve ben, Mehmet Ali Birand'a öneride bulunduk. Birand'ın iyi bir ekran yüzü var. Halka da sempatik geliyor.” (Fatih Altaylı, 19 Mayıs, Medyatava) 

* “Mehmet Ali Birand'ın Kanal D Haber'de umulduğu kadar başarılı olamayacağını, adı gündeme ilk geldiği zaman söylemiştim. Ancak Arzuhan Yalçındağ ve Ertuğrul Özkök ‘Olur’ demişlerdi. (...) Bence Kanal D Mehmet Ali Birand'a uzun süre dayanamaz.” (Fatih Altaylı, 8 Eylül, Sabah)

Tayyip Erdoğan’a ilişkin yazılarınızdan bir derleme:

* “Erdoğan bugün, dün olduğundan daha güçlü. Dün olduğundan daha karizmatik. Üstüne üstlük bir de mağdur. Erdoğan'ın yasaklı olması Erdoğan'ı zayıflatmıyor, tam aksine güçlendiriyor. 5 yıl sonra, yani yasakları bitince Türkiye'nin en güçlü siyasi figürüdür Tayyip Erdoğan. (…) Erdoğan bir sürü acemi rakibin arasında. Yıpranmamış. Tertemiz ve mağdur. (29 Temmuz 1999)

* “Tayyip Erdoğan da ‘‘huzur arayan'' Türk siyasetine uymuyor. Yakışmıyor. Sadece ‘‘kirli'' geçmişiyle değil, ‘‘yetersizlikleriyle'' de yakışmıyor. (…) Ben AKP'nin ‘‘Tayyip ısrarı''nı da anlamıyorum. Bilgisi zayıf, deneyimi eksik, eğitimi yetersiz, yabancı dil bilmez bir adam. Polemikçilik, demagogluk lider olmaya yetiyorsa amenna. 21. yüzyılın dünyasında dünya siyasetinde var olmak isteyen bir Türkiye'nin önderi olacak adam değil çok belli.” (26 Nisan 2002)

* “Ben komünistken liberal olan gördüm. Liberalken sosyalist olan gördüm. Sosyalistken, oportünist olan gördüm. Hepsiyken Makyavelist olan gördüm. ama Tayyip Erdoğan gibisini görmedim. Ne oldu, iki kere ABD'ye gitti, iktidarın kokusunu aldı 'dinsiz' mi oldu? 'Referansı' artık İslam değil mi? Artık dünyada 'hak düzeni' istemiyor mu? Ve tabii eğer bütün bunlardan 'döndüyse'... Bu kadar radikal bir 'dönek'e, bu millet nasıl güvenecek? Bir daha ne zaman ve nereye döneceğini kim bilecek?” (18 Nisan 2002) 

* “Siz bizim için gurur kaynağımızsınız” (Haziran, 2013) 

Yukarıdaki iki derleme eşliğinde gördüğümüz tek konu ve birden fazla Fatih Altaylı. Elbette fikirler değişebilir ve gelişebilir ancak dönüşümün şiddeti ve sıklığı nedeniyle soracağız; medyadaki beka kabiliyetinizi bu fikir değişimleri de mi sağlıyor?

Teker teker gidelim. 

1- “Birand adı üzerinde mutabık kalındı.” 

Aynen öyle. Ben eleştirilerimi söyledim. Benim adayım daha çok Cüneyt Özdemir idi. Daha genç, yakışıklı. Daha az yıpranmış diye düşünüyordum. Arzuhan Hanım “Çok genç” dedi. Haklıydı belki. Nitekim Birand başta çok sıkıntı çekti. Çok düşük ratingler aldı. Birand, ATV’ye el koyulmasından sonra ratinglerde yükseldi. Mutabık kalındı derken “Ben istedim” demedim. Ben çekincelerimi söyledim ama karar tek bana ait değil.  

2- “Bugün Erdoğan dün olduğundan daha güçlü. 5 yıl sonra yasakları bitince Türkiye’nin en güçlü siyasi figür olacaktır Erdoğan.” 

Tamam. Nesi yanlış bunun? Bunun için niye eleştiriyorsunuz anlamadım. Bu yazıyı 1999’da yazmışım. Erdoğan’ın hapse girdiği gün. Yani herkesin “Siyasi hayatı bitti” dediği gün, Hürriyet’in “Muhtar bile olamaz” başlığı attığı için eleştirildiği gün. Ben bunu o manşetle çıkan Hürriyet’te yazmışım. Yalakalık mı bu? Hapse giren ve muhtar bile olamayacağına inanılan birine yalakalık mı yapıyorum? Ne faydam olacak bundan! Hanımefendi bunun adı dünyanın her yerinde siyasi öngörüdür ve haklı çıktığımı 16 yıl sonra görüyorsunuz. Eleştirmeniz değil, tebrik etmeniz lazım. 

3- “Tayyip Erdoğan huzur arayan Türk siyasetine yakışmıyor. Polemikçilik, demagogluk lider olmaya yetiyorsa amenna ama 21. yüzyılda dünya siyasetinde var olmak isteyen bir Türkiye’nin önderi olacak adam değil!”

Eee, ne var bunda! Siz benim 2002’de yazdığım bu yazı hakkında ne düşünüyorsunuz? Haklı mıymışım, haksız mıymışım? Ya da okur karar versin. 2002’de söylediklerim doğru mu çıktı, yanlış mı çıktı diye. Sonrasında, evet, destek verdim. Ben gazeteciyim. Uyarımı yaparım, bildiğimi söylerim ama sandıktan çıkana saygı duyarım. Ben seçimden önce uyardım. 1999’da hapse girerken lider olacak gelecek demişim. 2002’de lider olmuş geliyor. İktidarın en güçlü adayı. Yalakalık yapacak olsam böyle mi yazarım iktidarın en güçlü adayına, hatta tek adayına. Halk benim yazdığıma değil, ona itibar etmiş ve seçmiş. Ben de sandığa saygı gösteririm. Seçilmişe kendi mantığım içinde zaman tanırım. Nitekim başta çok iyi işler yaptı. AB politikaları, içerideki durum iyiydi. Sonra değişti. Seçildikten sonra da körü körüne eleştirmeye devam mı etmeliydim? O zaman da “Halka saygısız” olurdum. Sonra da yanlışlarını eleştirmeye başladım. Bakın yaptığınız derlemedeki unsurlar bile Fatih Altaylı hakkında yaratılmak istenen imajla çelişiyor. Hapse giren, siyasi hayatı bitti denilen adama “İleride başbakan olur” diyor. Başbakanlığın en güçlü adayını yetersizlikle suçluyor. Yalaka olsam hapse girene sallar, iktidarın en güçlü adayına övgü düzerdim. 

 

“Oyumla baraja bir kazma da ben vuracağım”

 

Maaşımı sordunuz ama oyumu kime vereceğimi sormadınız, hayret. Bugünü, Türk siyasetinin nereye gittiğini falan konuşmadık hiç ama doğru ya bu bir Fatih Altaylı yargılamasıydı. İddianame dışına çıkamazdık. İsterseniz ben de soruşturmanın genişletilmesi talebinde bulunayım. Bir dahaki celsede de benim iyi taraflarımı konuşalım. Varsa tabii. Bir de ilgileniyorsanız bugünün ve yarının siyasetini. İsterseniz tabii…

- Oyunuzu hangi partiye vereceksiniz

Bu kez oyumu kazma olarak kullanmayı düşünüyorum. Baraja bir kazma da ben vuracağım, yıkılır yıkılmaz bilemem. Ama en azından tarafım belli olsun. O baraj yıkılmalı. Kenan Evren öldü barajı ayakta, YÖK’ü ayakta. Evren’in cenazesine katılmayacaklarmış. Evren’in fikirlerine, sistemine katılmışsınız, cenazesine katılmasanız ne olur!

İlgili Haberler