19 Ekim 2014 19:55
Türk sinemasının ünlü yönetmenlerinden Ezel Akay, Türkiye'de sanatçıların son 10 yılda fazla geleneksel ve muhafazakâr davranmaya başladığını belirterek, "Bize biçilmiş veya kendi etrafımıza ördüğümüz kabuğun kırılması gerektiğine inanıyoruz, ama bu konuda risk almak çok zor" diye konuştu.
Akay, 8 bine yakın film üretmiş Türkiye'de 500 tanesini ayırıp gerisini çöpe atmak gerektiğini; kötü oyunculuk, kötü senaryo, kötü yönetim, kötü teknolojiyle miras bırakılan sinemasından öğrenebileceği hiçbir şey olmadığını söyledi.
Murat Şevki Çoban'ın Ezel Akay'la yaptığı Taraf gazetesinde yayınlanan röportaj şöyle
Siz, “kendi patronunda köle” diyorsunuz kendinize. Nasıl dinamikler var köleyle patron arasında?
Ben nedense çok çalışıyorum. Arada bir başka şeylerle uğraşmak iyi gelir insana; benimse uzaklaşma, sonra geri dönme gibi bir fırsatım olmuyor. Onun için gerçekten arzu ettiğim şeyleri yapmayı bırakıp, ödevlerimi yapmak için uğraşıyorum.
Arzu ettiğiniz şeyler ne?
Hepimizin arzu ettiği şeyler aslında: Bir dünya turu atsam ne güzel olur, görmediğim yerler var. Oğlumla az ilgileniyorum, onunla şöyle 10 gün entelektüel bir tatile çıksak. Senaryolarıma şöyle bir rahatça yoğunlaşabilsem, başka işler araya girmese...
Röportajlar araya girmese...
Bir sürü şey. İnsanın varoluşsal bir sorumluluğu var. Kendine bakıp, o sorumluluğun ne olduğuna karar vermeli. Bir insan sana “Hocam” diyorsa, artık hocalık yapman lazım. Ben kendime fazla söz verip, o sözleri kısa vadede asla gerçekleştiremeyip, uzun süreye yayan, onun için de başka şeylere pek vakti kalmayan bir durumdayım.
Ödevler arasında, sinemayı ihmal ettiğinizi düşünüyor musunuz?
O, ihmal yüzünden değil aslında. 2011’den itibaren 20’ye yakın senaryo üzerinde çalıştım. Bir kısmı bitti, bir kısmı birlikte çalıştığım yazarlarda. Sürekli olarak üretimin içindeyim. Fakat artık yapımcı gibi değil, sadece yönetmen gibi yaşamaya çalışıyorum. Onun için de kaynak bulmak kolay olmuyor. Daha önce hiç yaşamadığım bir bütçe bulma problemi içinde son iki- üç seneyi geçiriyorum.
Ezel Akay filmleri dediğimizde, belirli bir estetik ve dil geliyor aklımıza. Bu, bir sinemacıyı kısıtlar mı, özgürleştirir mi?
Ben, prensip olarak bununla ilgilenmiyorum. Hiçbir sanatçının da stiliyle ilgilenmemesi gerektiğini düşünüyorum. Stil, gusto, ağız tadı gibi kavramlar bir sanatçının yanına uğramaması gereken, eser ortaya çıktıktan sonra yapılabilecek adlandırmalar. Bunlar, bir sanatçının önünde engel. Ben, politik içerikli filmler yaptığımı düşünüyorum. Stil diyeceğimiz bir şey varsa, böyle adlandırmak lazım.
Son projeniz, Küçük Kara Balıklar. Biraz bahseder misiniz...
Metis’ten çıkan Bildiğin Gibi Değil kitabının yazarlarıyla buluştuk ve çok ilham vericiydi. Barış meselesine kafayı takmış birkaç yönetmen, çocuklarla ilgili bir belgesel yapmak istedik. Kürtlere değil, Türklere yapılmalıydı bu belgesel. Bildiğiniz gibi değil, demek için. Hikâye, 90’larda Güneydoğu’da çocukluğunu yaşamış ancak gerilla olmamış Kürtlerin hayatını konu ediyor. Şiddetli bir savaş vardı başladığımızda, iki yıl sürdü çekimler. Biz döndük, çözüm süreci başladı. Süreç başlayınca, her şey değişti. Savaş hâlinde yapılan röportajları yenilememiz gerekti. Biz de tekrar gittik. Çünkü gelecek diye bir şey doğdu orada.
Çekimler bugün yapılsa, daha farklı bir tablo çıkar mı?
Hayır, daha da umutlu bir tablo ortaya çıkar. Çünkü bu iki yıl içinde Kürt siyasi aktörlerinin ve halkın kendine güveni iyice tavana vurdu. Bütün badirelere rağmen, olağanüstü bir enerji ve Türkiye’de asla tahayyül edemeyeceğiniz müthiş bir dayanışma var. Çünkü hayatta kalma mücadelesi var. Bence Kürtler oradaki savaşı kazanmıştır. Bir şehri kaybolsa bile, gerçek anlamda neredeyse dünyaya karşı verilmiş bir savaş var ve Kürtler o savaşı kazandılar.
Herkes Antalya’dan çekilirken, siz “Sansürü konuşmak için” festivale gittiniz. Sansürü konuşabildiniz mi?
Ben Antalya’da sansür üzerine bir forum yapmayı düşledim ama bu olamadı. Protesto edenler gelseydi, o forum yapılabilirdi. O zaman sansür forumu, diğer festivallere de örnek olurdu ve bir daha başımıza böyle şeyler gelmemesini sağlayabilirdik. Herkes sansüre karşı. Ama bu sansür ne, nereden çıktı, nasıl yok edilir, bunları konuşamayacağız, çünkü kimse gelmedi. Bu, büyük bir fırsattı, kaçırdık.
Sansür “tepeden” geldiği sürece, konuşmanın ne faydası olabilir?
Bakın, Kültür Bakanlığı’na verilen senaryoların hepsinde, yazarlar kendileri sansür uyguluyor. Bakanlık, “Sansür uygulayın” demiyor. Zaten sansür kuruluna ihtiyaç da yok artık. Biz, kendi arkadaşlarımızdan korkuyoruz. Kültür Bakanlığı Sinema Destekleme Fonu’nda çalışanlar bizim meslektaşlarımız, iki yılda bir biz seçiyoruz onları ve onlardan bile korkuyoruz. İçlerinden biri “Bu filmde hep Rumlar demişsin, olmaz. Bu filmde gerilla göstermişsin, olmaz” diyebilir. Dediler, ondan söylüyorum. Sansür kurulunu suçlamanın bir âlemi yok, önce gelin birbirimizi dövelim.
Türkiye’de devlet kaynaklı sansür yok mu?
Tabii ki sansürün ana kaynağı devlet. Fakat esas tehlike otosansür. Televizyona bakın, Türk televizyon dünyasının başına gelmiş en büyük felaket olarak RTÜK var. Ama televizyonların hepsi karşı çıkmazsa değişmez bu. Herkes, suça ortak olduğu için hiçbir sorun çözülemiyor. Ya vergi kaçırmış, ya ihale almış insanlar, kimse sansüre karşı çıkamıyor. Suç ortağı, mafyatik düzenin en büyük özelliğidir: Herkesi suç ortağına çevirir ve kimse karşı çıkamaz. Haberlere bakın; Suruç yok, Kobani yok. Bıraktım ahlakî sorumluluğu, atlatma haber göstermek için gider. Öyle bir suç ortaklığı var ki devletle ilişkilerinde, bunu yaptıkları takdirde başlarına kötü şeyler gelecek. Bunu, baskıyı yaratana, devlete yönelerek değiştiremeyiz. Kendimize yönelerek, dayanışma kurarak, örgütlenerek, baskı kurarak, çoğalarak, ikna ederek değiştirebiliriz.
Türkiye sinemasını nasıl buluyorsunuz, ilham aldığınız yönetmenler var mı?
Maalesef bana ilham veren Türk yönetmen yok. Komedide yapılan, geleneksel hikâye anlatma kültürüne yakındır, o beni düşündürdü. Çekilen filmlerin yüzde 95’ini yaratıcılıktan uzak buluyorum. Çok güzel fotoğraflar, karakterler var ama aslında eski. Yeni dünyaya ilişkin bir şey söylemiyor, hiç yaratıcı değil, derin değil ama derin gibi görünüyor.
Son dönemin en iyi filmleri neler?
En iyi değil ama iyiler arasındadır; Reha Erdem’in Beş Vakit filmi bence çok güzel. Zaten o, bizim jenerasyonun en iyi yönetmenlerinden biridir. Recep İvedik’in birinci filmini sayabiliriz; hiç yapılmamış, kimsenin de kolay kolay yapamayacağı bir film. Her film, toplumsal bir vakadır. Bu açıdan bakarsak, Türkiye’de yapılmış en kendine has filmlerden biri. Kendisinden bu kadar konuşturan, bu kadar özel, özgün bir karakter yarattı. Bir sinema filmi olarak belki çok zayıf ama bir karakter yaratma açısından çok özel, kolay kolay taklit edilemeyecek bir yaratım.
Sinemanın 100’üncü yılı kutlanıyor ama siz karamsar bir resim çizdiniz...
Saçmasapan ideolojik tarihlendirmeler bunlar. Devlet göğsünü aça aça, büyük bir sevinçle “100 yıl” dediği için 100 deniyor. Ha 100 olmuş, ha 150. Filmlerin hiçbirini bilmeyen bir ülkeyiz, arşivimiz yok. Kemal Sunal filmlerini biliyoruz sadece. Belki de tıpkı bizim gibi düşünen, erken öten çok horoz vardır, bilmiyoruz. Yalan dolan. Ne Türk sineması? Türk sineması diye karşımıza çıkanların büyük çoğunluğu, Hint filmleri gibi ikinci sınıf filmler. Niye onlarla gurur duyalım? Son derece kötü, kötü bir ahlakla yapılmış filmler: Ne sanatçı ahlakı, ne siyasi ahlak, ne sosyal kaygıyla yapılmış filmler bunlar.
Yeşilçam’dan kalan bir miras yok mu?
Sekiz bine yakın film üretmiş Türkiye. Bunların içinden 500 tanesini ayırıp gerisini çöpe atmak gerekirken, onunla övünüyoruz biz. Övünecek bir şey yok. Kötü oyunculuk, kötü senaryo, kötü yönetim, kötü teknoloji... Türk sinemasının bize bıraktığı temel miras budur. Büyük bir sakalet. Ben bu anlamda geleceğe bakmayı, geçmişe bakmaya tercih ederim. Türk sinemasının geçmişinden öğrenebileceğim hiçbir şey yok. Türk sineması, Türk sinemacılarına ilham veremeyecek bir hâldedir.
Türkiye’de sanatçı olmak zor mu?
Biz, son 10 yılda fazla geleneksel, muhafazakâr davranmaya başladık. Türkiye’de sanatla ilgilenen herkes, çok zor değişen, kırılması çok zor bir kabukla uğraşıyor. Akademisyenler de aynı şekilde. Bize biçilmiş veya kendi etrafımıza ördüğümüz kabuğun kırılması gerektiğine inanıyoruz, ama bu konuda risk almak çok zor. Çünkü baskı görüyoruz. Bir yandan elinde bir maddi özgürlük var -burası kapitalist bir ülke çünkü- bir yandan da bir manevi esaret var.
Bu manevi esaretin arttığını düşünüyor musunuz?
Hem bunun arttığını, hem de bunun önüne geçecek manevi kuvvetlerin arttığını düşünüyorum. Ben 20 yılımı üçüncü dünya savaşı çıkacak diye yedim. Çıkmadı. 20 yıllık bir esaretten bahsediyorum. Bir tehlike belirdiğinde, sadece gerçekleşeceğini düşünüyoruz ama o tehlikenin gerçekleşmesini önleyecek bir de tepki doğuyor. Ben gelecekten umutsuz değilim. Bu kadar ağır bir durum, kendini özgürleştirmiş toplumda tepki doğuruyor çünkü.
Ağır bir durum, dediğiniz nedir?
Şu sıralar benim ruh hâlim böyle: Dört koldan karanlık güçler tarafından tehdit ediliyormuş gibi hissediyorum. Paranoyak bir şeyden bahsetmiyorum tabii; durum çok açık: Suruç’tan Tekirdağ’a kadar yayılan, hem Kürtlerle, hem İslam’la, hem sokaktaki insanların sokaktaki diğer insanlara gösterdiği tepkiyle ilgili, devletle aramızdaki ilişkiden kaynaklanıyor. Bir Alien da doğurabilir, sağlıklı bir bebek de doğurabilir; içinde ne olduğunu bilmediğimiz hamile bir kadının karnında gibiyiz. Öyle dokuz ayda falan da geçmeyecek ciddi bir doğum sancısı yaşıyor bu ülke.
“Yeni Türkiye’nin doğum sancıları mı bunlar?
“Yeni Türkiye”de hiçbir yenilik yok. Para yeni sadece. Bir ideal, bir “dava” var. Sürekli güdülen bu dava da maalesef Sünni bir dava, bu kadar aymazlık, kendi yaşadığı ülkenin dinamiklerini bu kadar hiçe saymak olmaz. Halkı aynı Kemalistler gibi döve döve, bu sefer Müslümanlığa çevireceğini düşünüyor. Müslümanlığın ilk zamanlarında geçerliydi bu; ilkel bir bakış. Bir kere bile “Benim Fransızlara ne katkım dokunacak” diye düşünmemiş bir kitle yaşıyor burada. Hâlbuki taharet musluğu çok ciddi bir buluştur dünya hijyeni açısından. 150 yıldır bir tek onunla idare ediyoruz.
© Tüm hakları saklıdır.