Başbakan Ahmet Davutoğlu'nun fahri danışmanı ve Akşam yazarı Etyen Mahçupyan, 7 Haziran seçiminde HDP'ye verilen yüzde 13'lük oy üzerinden başlayan "emanet oylar" tartılmasının AKP'ye bakan yönünü irdeledi. "Bugün bizzat AKP’liler kendi partilerine emanet oy vermiş durumdalar" diyen Mahçupyan, "Onların ikna edilmesi esastı ve bunun miting kalabalıkları ile ilişkisi de galiba pek yoktu" ifadesini kullandı.
Mahçupyan'ın Akşam'da "İyimserlik veren bir dram" başlığıyla yayımlanan (5 Temmuz 2015) yazısı şöyle:
İlk iktidara uzandığında AKP’nin işi çok kolaydı. Çevreden gelen, itilmiş ve horlanmış, ideolojik olarak aşağılanmış bir kimliğin temsilciliğini yapıyordu. Mağdur ve haklıydı. Temsil ettiği toplumsal tabanı avucunun içi gibi biliyor, hassasiyetlerini tümüyle paylaşıyor, gelecek hayallerini ve psikolojik ihtiyaçlarını kuşatıyordu. Sadece kimlik siyaseti yaparak ayakta kalabilir, belki iktidar da olabilirdi. Ama AKP kolay yola tevessül etmedi… Küresel post modern dönemin niteliklerini ve AB sürecini kendisine zemin kılarak bizzat iktidarın niteliğini değiştirmeye soyundu. Askeri vesayetin, ideolojik yargının, merkezileşmiş yozlaşma düzeninin, devletçi vatandaşlık anlayışının, monolitik kimlik algısının üzerine gitti. Geçtiğimiz on üç yıl devrimci bir ‘yıkım’ süreci oldu. Ne var ki bu sürenin kavgalar halinde yaşanması yeniden inşayı geciktirdi ve bu boşluk AKP için de bir meşruiyet zaafı oluşturmaya başladı. İktidar kaçınılmaz olarak giderek şahsileşme ve keyfileşme emareleri göstermekteydi. Çünkü tehditler devam ediyor, AKP yalnızlaşıyor ve kitleyi bir arada tutacak acil ve özgüvenli tedbir adımlarının atılması gerekiyordu. Ancak bu durum AKP’nin niteliksel açıdan kurumsallaşmasını geciktirdi ve hatta engelledi. Böylece karşıtların bir ‘tek adam’ sendromu üretebilmelerini sağlayacak koşullar yaratıldı. Buna AKP’nin yıllar boyu Gülen cemaatine terk etiği ‘Batı ile ilişkiler’ faslını ekleyin… Yüzeyselliğin hakim olduğu bir siyasi atmosferde AKP ‘otoriterleşmiş’, Erdoğan ‘diktatörleşmiş’ oldu.
Farklı olabilir miydi? AKP içinde olduğu kavga ortamına rağmen şahsileşme tuzağının dışında kalabilir miydi? Bunun için uzun vadedeki tehlikenin kısa vadeli hedeflerden daha çok önemsenmesi, temponun düşürülmesi, sağduyunun hakim kılınması gerekiyordu. Önemli olanın AKP tabanının kamusal alanda genişlemesi olduğu idrak edilebilir, partinin merkezin yeniden yapılandırılmasına yönelik dönüştürücü hedeflerinin zamana yayılabileceği değerlendirmesi yapılabilirdi. Dünya konjonktürü hala AKP’nin lehineydi. Orta Doğu’da yaşananlar AKP’siz bir Türkiye’yi Batı için de anlamsız kılmaktaydı…
Ama aynı sürede Mısır’da bir darbe oldu ve Batı o darbeyi destekledi. O noktadan itibaren Erdoğan başta olmak üzere birçok AKP’li önlerindeki zamanın sıkıştığını, eğer dönüşümün son hamlesi gerçekleşecek ise onun şimdi olması gerektiğine hükmettiler. Böylece ortaya bir başkanlık arayışı ve giderek ‘zorlaması’ çıktı. Sonrasında siyasi sistemin anayasaya tabi olacağı önermesi geldiyse de artık çok geçti. AKP Haziran 2015 seçimini gerçek anlamda bir eşiğin geçilmesi için belki de son fırsat olabileceği değerlendirmesi ile karşıladı. Muhtemelen kaybedilecek fazla şeyin olmadığı, çekirdek tabanın birinci parti olmaya, muhtemelen tek başına hükümet kurmaya yetebileceği, ama kazanılacak şeyin çok fazla olduğu düşünüldü.
Ama bu arada esas mesele gözden kaçtı. AKP tabanı bu ülkenin en fazla dönüşen ve en fazla demokratikleşen kitlesiydi. Bugün bizzat AKP’liler kendi partilerine emanet oy vermiş durumdalar. Onların ikna edilmesi esastı ve bunun miting kalabalıkları ile ilişkisi de galiba pek yoktu…