Kültür-Sanat

Esra Yalazan Radikal'de: Zeytin bütün ağaçların ilkidir, ilk aşk, ilk acı gibi

'Zeytin ilk dua, ilk çığlık, ilk öpüşme, ilk aşk, ilk bakışma, ilk acı kadar kutsaldır...'

10 Ağustos 2014 17:41

Esra Yalazan - Radikal

(10 Ağustos 2014)

Bir süredir yaşadığım köyde ağaçlarla sohbet ediyorum. Ama en çok birkaç asırdır köyün nöbetini tutan zeytin ağacımı şımartıyorum. Zeytin bütün ağaçların ilkidir. İlk dua, ilk çığlık, ilk öpüşme, ilk aşk, ilk acı kadar 'kutsaldır'. Bilinen ilk zeytin koruma kanunu, Solon Kanunları'ydı. Zeytine zarar verenler ölüme kadar varan çok ağır cezalara çarptırılıyordu. 

Ben ağaçların ve taşların insanın bize anlattıklarından daha fazlasına sahip olduklarına inananlardanım. Şeffaf bir yaprağın tenindeki kılcal damarlara, kabukları pul pul kabaran ihtiyar bir gövdeye, ağlayan ılgınların huzmelerle parlayan sarı tozlarına, kim bilir hangi akıntılarla sürüklenmiş biçimsiz taşlara durduk yerde hazine bulmuş gibi baka kalmam bundandır..

Bir süredir yaşadığım köyde ağaçlarla sohbet ediyorum. Onların hikayelerine can katmak için hışırtılarına neşeli bir ıslıkla, garip mırıltılarla, bazen de kederlibir melodiyle eşlik ettiğim oluyor. Ama en çok birkaç asırdır köyün nöbetini tutan zeytin ağacımı şımartıyorum. Sabahları yanına gidip iri gövdesindeki oyuklara boynunu usulca okşar gibi parmaklarımı sokuyorum. Artık onunla hiç kimsenin bozamayacağı sağlam ve saygılı bir ilişkimiz var. Tecrübelerine, sessiz hatıralarına hürmet ettiğimi hissedebildiğini biliyorum. Sabahın taze ışığıyla tebessüm eden gümüşi yapraklarının titremesinden anlıyorum. Bir de insanlığın tarih boyunca onunla kurduğu o kadim ilişkiden tabii.

Farklı kültürlerde ve dönemlerde kutsal kabul edilen ağaçlar her zaman insanın kaderi ve yaşamsal döngüsüyle ilişkilendirilmiş. Ağaç en başından beri iktidarın ve tanrının yanı sıra kainatın yaratıcı gücünün de tezahürü kabul edildi. Tahtadan ateş yapan insan, ağaçlardan elde ettikleriyle de beslenmeyi öğrendi. 

Reçineyi tütsüye dönüştürmeyi keşfetti. Önce varlığına minnet duydu, ona ölesiye taptı, kutsal kitaplardaki hikayelerini sevdi, farklı kültürlerde ‘hayat ağacı’ dedi, binlerce yıl ona mistik inançlarla bağlandı ve sonunda modern hayatın vahşi dayatmalarıyla ormanları yok ederek hayatta kalabileceğine inanma budalalığına erişti.

Peki kainatı sembolize eden, dünyanın direği kabul edilen ağaçla yaşamsal bağını koparan insan hayata devam edebilir mi? Milyarlarca yıldır kendini yenileyen tabiatın sınırsız gücüne boyun eğmeden onun bir parçası olabilir mi? 

Benzeri soruları yaklaşık iki bin yıl önce soran Seneca, Yunan felsefesini kendine göre yorumlayan, merak etmekten hiç vazgeçmeyen bir düşünür olduğu için Roma’da iktidarlar tarafından sürgüne gönderilmiş, ölüm cezasına çarptırılmış. Ve nihayetinde saray yaşantısının kendisine uygun olmadığını düşündüğü için bütün mallarını imparatora bırakıp prestijli görevinden ayrılmış. İ.S 61- 65 yılları arasında yazdığı, yedi kitaptan oluşan ‘Doğa Araştırmaları’, depremler, yıldırımlar, şimşekler, rüzgarlar, bulutlar, göksel ışık ve su kaynakları gibi muhtelif tabiat hadiselerini kendisinden önceki düşünürlerin tezleriyle birlikte tekrar yorumlamış. Kitabını adadığı dostu Lucilius’ a yönelik ahlak dersleri onu klasik stoacılardan farklı kılıyor. Yani doğanın işleyişini insanın yaşamına sirayet ettiğini düşünüyor. Ona göre doğayı incelemek ‘tanrıların’ işlerini araştırmak ve onları övmek anlamına da geliyor. Böylece kutsalın hakikatini kavrayan insan, maddi dünyayı küçümsüyor ve kendi kötülüklerini yok etmeyi öğreniyor.

Bu tılsımlı kitabı, bugünden geçmişe uzanan çakıl taşlı bir yoldan geçerek okuyunca neden ölümden korkmamak gerektiğine dair tuhaf bir sezgiyle ürperiyor insan.

Ama sanırım Seneca’nın esas murad ettiği tabiatın mucizevi hereketleriyle insanın kendini keşfetmesini sağlamak: “Nesnelerin doğası, kendimizi görebilmemiz için bize kolaylık sağlar. Berrak bir kaynak veya pürüzsüz bir taş bize görüntüyü yansıtır. ‘Kısa süre önce kıyıda gördüm kendimi, rüzgarsız deniz durgunken (Vergilius)’. Böyle bir ayna önünde giyenen insanların yaşam tarzının nasıl olduğunu düşünüyorsun? Bu çağ oldukça basittir ve fırsatlarla doludur. 

Buna karşın yine de lütfu kötülüğe düşürmemiş veyahut doğanın bir buluşunu ahlaksızlığın ve şatafatın kötü emellerine alet etmemiştir”. 

İlk aşk, ilk dua, ilk acı... 

Halbuki bakmayı bilen için zeytin ağacının doğası, uzun süren hayatı, gücü, direnci, mağrur ve mütevazı duruşuyla insana dair ne çok hikaye anlatır. Zeytin bütün ağaçların ilkidir. İlk dua, ilk çığlık, ilk öpüşme, ilk aşk, ilk bakışma, ilk acı kadar ‘kutsaldır’. Sadece bütün semavi dinlerde farklı hikayelere konu olduğundan değil, insana saf kalmayı, çürümemeyi, sadeliği, aklı tanrısal bir kudretle gösterebildiği için de kıymetlidir. 

Tarihteki bilinen ilk zeytin koruma kanunu, Solon Kanunları’ydı. Zeytine zarar verenler ölüme kadar varan çok ağır cezalara çarptırılıyordu. Eski Yunan’da sadece ve iyi dürüst insanlar zeytincilik yapabiliyordu. Biz bugün, mücevher gibi ışıldayan kıyıların bahşedildiği bir ülkede, ‘zeytin arazilerinin maden aramalarına açılacağı’ bir yasa tasarısını tartışıyoruz. İktidarın bakışı kendisinin de tabiatın bir parçası olduğunu anlayamayacak kadar sığ çünkü. Tarih boyunca da çok farklı olmamış.

Biliyor musunuz, Yunan mitolojisinde tanrıça Athena’nın hayatını sürdürebilmesi için zeytin ağacını sürekli görmesi gerekiyormuş. Ben zeytin ağacını görmezsem ölmem herhalde ama her sabah bahçemde aydınlık bakışıyla beni selamlayan zeytinimin ılık, kunt gövdesini kucaklamayı seviyorum. Güven veriyor.

Bazen üzerine çıkıp münasebetsiz hayallere düşüyorum. Geceleri yıldızlara isim takarken antik çağdaki dinsel törenlerde zeytinyağıyla parlak bedenlerini ovan kadınlar, saçlarını tarayan erkekler görüyorum.  

Sonra yine Homeros’u düşünüyorum. Onun destanları, Ege kıyılarındaki zeytin ağaçlarını benzersiz tasvirlerle kutsar. Eğer benim gibi Ege aşığıysanız, bir zeytin ağacının serin gölgesinde oturup Homeros’un kulağınıza fısıldadığını mutlaka duyarsınız: “Herkese aidim ve kimseye ait değilim, siz gelmeden öncede buradaydım, siz gittikten sonra da burada olacağım.”

Seneca’nın ömrünü insanın doğasıyla birlikte adadığı tabiat da öyledir. ‘O’, tanrısal kudretiyle biz gittikten sonra da burada olacak. Bizden sonra gelecek olanları kucaklayabilmek, onları kendi kötülülüklerinin doğasından koruyabilmek için. Sonra bir gün bir kırlangıç cılız bir zeytin dalına konacak ve bu hikaye yeni kahramanlarıyla başka türlü anlatılacak. Hep yeniden...

Doğa Araştırmaları/ Seneca / çeviren: C. Cengiz Çevik/ Jaguar Yayıncılık