Eski AKP Bursa Milletvekili ve Karar yazarı Mehmet Ocaktan, Müslüman dünyada hakim olan zihniyetin hukuk, adalet ve şura gibi temel ilkelerin etrafından dolaşarak mevcut saltanat yönetimlerini meşrulaştırmayı tercih etttiğini söyledi. Ocaktan, "Şura'sız oluşan sistemin sonu saltanat yönetimidir" dedi.
"Maalesef İslam uleması tarihsel süreç içinde, adil yönetim konusunda gerekli hassasiyeti göstermemiş, dolayısıyla görevini yapmamıştır" diyen Ocaktan'ın "Şura"sız oluşan sistemin sonu saltanat yönetimidir" başlığıyla yayımlanan yazısı şöyle:
İslam’ın evrensel mesajı adil olmayı ve adil yönetim oluşturmayı dinin esası olarak vazetmiş olmasına rağmen, Müslüman toplumlarda hukuka riayet eden adil yönetim modellerinin oluşturulamamasını nasıl izah etmek gerekiyor?
Geleneksel İslam siyaset kültürünün hemen bütün evrelerini incelediğimizde, hilafetin giderek saltanata dönüştüğü bütün İslam devletlerinin hemen tamamında ‘ortak aklı’, danışmayı ve uzlaşmayı esas alan İslam’ın Şura prensibinin farklı gerekçelerle askıya alındığını görürüz.
Hz. Peygamberin vefatından sonra iş başına gelen dört halife dönemi de tartışmaya açık olmakla birlikte, özellikle sonrasındaki Emevi ve Abbasi dönemlerinde ne yazık ki “Şura”yı esas alan ve de günümüz açısından pozitif örnek teşkil edebilecek adil İslami yönetim modelleri oluşturulamamıştır.
Kuşkusuz o dönemlerin şartlarında oluşan hukuk normlarını, günümüzün evrensel hukuk normlarının standartlarına göre değerlendirmek çok hakkaniyetli bir tutum olmayabilir. Bir kere henüz o dönemde kurumsallaşmış hukuki yapılar bulunmuyordu. Dolayısıyla o günün İslam devletlerinden evrensel ölçekte hukuk sistemlerinin oluşmasını bekleyemeyiz.
Ama İslam’ın temel ilke olarak vazettiği “Şura” prensibine neden işlerlik kazandırılamadığını sorgulayabiliriz. Eğer Müslüman dünyanın devlet yapılarında “Şura” prensibine işlerlik kazandırılabilseydi, belki de bugün hukukun üstünlüğüne dayalı İslam devleti örneklerini tartışıyor olacaktık, yani elimizde somut veriler olacaktı. Zira adil yönetimler kurabilmek için dinin temel ilkeleri son derece müsaitti ve hiçbir engel de yoktu, bu konuda Kur’an’ın emri de son derece açık: “Allah size, mutlaka emânetleri ehline vermenizi ve insanlar arasında hükmettiğiniz zaman adâletle hükmetmenizi emreder…” (Nisâ, 58)
Evet dinin Müslümanlara yüklediği görev budur, ama kabul edelim ki İslam toplumları bu görevi hakkıyla yerine getirememişlerdir. Maalesef elimizde adil yönetim örnekleri olmadığı için de “hukukun üstünlüğü” kavramı günümüzün dindarları açısından bile bir değer ifade etmemektedir. Bu yüzden de “hukuk” ve “adalet” kavramlarına yapılan vurgular bir demokrasi dayatması gibi algılanmaktadır. Aslında bu tutum sadece demokrasiye muhalefet değil, İslam’ın adil yönetim modeline itiraz anlamına gelmektedir. Biliyoruz ki İslam, demokrasi ya da başka bir yönetim modeli dayatmaz. Prof. Dr. Ali Bardakoğlu Hoca’nın ifadesiyle “Din açısından önemli olan adalettir, adaletin gerçekleşmesidir. Önemli olan haktır, hakikattir, doğrunun egemen olmasıdır, zulmün, haksızlığın olmamasıdır. Bunu kim sağlıyorsa İslam onu alkışlar, kim yapmıyorsa onu da karşısına alır.” (Yüzleşme, s.24)
Maalesef İslam uleması tarihsel süreç içinde, adil yönetim konusunda gerekli hassasiyeti göstermemiş, dolayısıyla görevini yapmamıştır. Kuşkusuz saltanat yönetimlerinde ulemanın, İslam’ın temel ilkelerini özgürce dile getirmeleri çok kolay değildi. Ama kabul etmek gerekiyor ki “Müslüman dünya neden adil bir yönetim modeli ortaya koyamamıştır?” sorusu gündeme geldiğinde, İslam ulemasının bu konuda ciddi sorumluluğunun bulunduğunu da kaydetmek gerekiyor.
Şurası muhakkak ki dört halife döneminden bu yana Müslüman dünyada hakim olan zihniyet genel olarak “hukuk”, “adalet” ve “Şura” gibi temel ilkelerin etrafından dolaşarak mevcut saltanat yönetimlerini meşrulaştırmayı tercih etmiştir.
Muhammed Abid El-Cabiri “Arap İslam Medeniyetinde Entelektüeller” adlı eserinde “Şura” konusunda ulemanın oluşturduğu bahaneleri “kalıcı geçici” olarak tanımlar. Abbasi halifesi Me’mun’un kendisine muhalefet eden ulemaya karşı Ehl-i Sünnet’in ileri sürdüğü “Müslümanları yönetecek bir yöneticinin bulunması” teziyle kendisini savunduğunu belirten Cabiri Müslümanların “Şura” meselesini nasıl kadük hale getirdiğini şöyle anlatıyor: “Müslümanlar dindar ve adil bir yönetici arkasında anlaşıncaya kadar dindar veya günahkar bu yöneticiye itaat etmenin gerektiğini dile getirmiştir. Bu arada gerçek bir olayı anlatsın ya da hayal ürünü olsun bu hikaye ikinci durumda bile ‘Şura’yı esas almayan ve gelecek ama gelmeyecek olanı ‘bekleyen’ mevcut yönetimi aklamak için kullanılan propaganda araçlarından biridir. Gelecek ama gelmeyecek olanı: Müslümanların imam olarak razı olacakları bir kimse üzerinde anlaşmaları... Bu, Raşid halifelerden günümüze kadar Müslümanlara hükmeden ‘kalıcı geçici’dir.” (s,137)