Lucien Arkas (solda) ve Ertuğrul Özkök
10 Kasım 2024 07:00
Michelin Yıldızlarının açıklanma zamanı yaklaşıyor.
Bu yıl en büyük merakım, Urla’dakj 6 masalık ‘Narımor' restoranın yıldız alıp alamayacağı.
Çünkü bu genç şefin yıldız almasını çok istiyorum.
Yıldızları beklerken size Urla’dan bir başka haber vereyim.
Bir Türkiye vatandaşının bugüne kadar yurt dışında en büyük üzüm bağını Urlalı bir hemşehrim almış.
Lucien Arkas…
Onun için İzmirli demem daha doğru olur ama artık kendimi Urlalı saydığım, onun da evi Urla’da olduğu için belki bunu söylememi kabul edersiniz.
Lucien Arkas’ın İtalya’da arazi baktığını epeydir biliyordum.
Hatta aldığını da öğrenmiştim, okumuştum.
Ancak dün akşam bu işin çok önemli bir ayrıntısını öğrendim.
Aldığı arazi bin dönümmüş.
Muazzam bir arazi bu…
Hem de Toscana’da…
Sting, Colin Firth, Richard Gere, Massimo Ferragamo gibi ünlülerin evinin veya bağlarının olduğu bölgede bin dönüm arazi…
Sienna’ya 45 dakika mesafede bir bölgede…
'Vino Nobile di Montepulciano' bölgesinde…
Bin dönüm bugüne kadar cebinde TC pasaportu taşıyan bir kimsenin yurt dışında aldığı en büyük arazi neredeyse.
Bunun şimdilik 140 dönümü bağ.
Bu bağla daha önce Kavaklıdere ilgilenmiş. Ali Başman gelip gezmiş.
Ancak o daha sonra Bordeaux’nun Saint Emillion bölgesinde bir bağ almaya karar verince bundan vazgeçmiş.
Tabii Lucien Arkas’ın aile ağacında 1700’lere gidildiğinde bu bölge ile bağı var.
Hatta bizzat gidip, dedelerinin adını taşıyan bir köyü bile bulmuş.
Biraz da onun etkisi ile bu araziyi almış.
Araziyi bulmaya İtalyan eşiyle çok güzel bir butik otel işleten ve şarap üreten Mete Nisari de yardımcı olmuş.
Zaten bölgeyi çok iyi bilen bir insan olarak o da yüzde 25’ine ortak olmuş.
İçinde ayrıca 8 villa varmış ve oraya küçük bir de otel yapmak istiyor.
Bu oteli de eşi Merve Arkas işletecekmiş.
Bu bağlardan gelen ilk ürünü önümüzdeki günlerde içeceğiz.
Böylece Kavaklıdere’nin La Croix Lartigue ve Chateaux Claude Bellvue’den sonra Toscana’nın 'Vino Nobile di Mentepulciano' etiketli ürünlerini de bir Türk markası olarak tadabileceğiz.
Bunları dün gece İzmir’in ve Türkiye’nin ünlü ve başarılı iş insanlarından biri olan Lucien Arkas’ın iş hayatındaki 60’ıncı yılı için düzenlenen gecede öğrendim.
Kutlama yemeği, Torbalı’daki devasa bir bağın ortasına kurulmuş tesiste verildi.
Burası herhalde Avrupa’nın en modern üretim merkezlerinden biri…
Fıçılar arasındaki kutlama yemeği beni oradan alıp Toscana bağlarına götürdü.
Salonun bir ucuna konmuş, İtalyan renklerine boyanmış 1960’ların iki İtalyan efsanesi bir Fiat 500 ve Vespa motosiklet ailenin İtalyan kökenlerine de gönderme yapıyordu.
Geceye gazeteciler davetli değildi.
Sadece aile üyeleri ve çalışanlar davetliydi.
Benden Lucien Arkas’la sahnede sohbet etmemi istediler.
İzmirli bir pop sosyolog olarak İzmir’den çıkmış çok başarılı bir rol modeli hemşehrim ile sohbet, benim için büyük keyifti.
Lucien Arkas’ın benim hayatımda çok önemli bir yeri var.
O, 1945 yılında varlıklı bir Levanten ailenin çocuğu olarak Bornova’da doğdu.
Bense ondan iki yıl sonra, İzmir’in Kahramanlar Mahallesi'nde bir matbaa işçisinin oğlu olarak dünyaya geldim.
Onun annesi Bornova’daki evlerinde doğum yapmış.
Benim annem ise devlet hastanesinde doğum yapmış.
Kenar mahalle çocukları, mahallenin kahramanları ile yaşarlar.
Benim İlk kahramanım da mahalleden çıkmış bir futbolcu, Metin Oktay’dı…
Yıllar sonra ölüm haberini Antalya’da bir otelin havuzunda öğrenmiştim.
Çok ağlamıştım o gün…
İzmir’den çıkıp başarı hikayesi yazan insanlardan biri de Onasis’ti.
O da İzmir’in Karataş semtinde doğmuştu.
İzmir’in kurtuluşundan sonra Yunanistan’a yerleşmiş ve gemi taşımacılığında yükselerek dünyanın en önemli armatörlerinden biri olmuştu.
Ona ilgim asıl Maria Callas’la beraberliğinden sonra başladı.
'La Casta Diva….'
O yüzden hemşehrim Onasis’i hem kıskanır hem de onunla gurur duyardım.
Ta ki 1978 yılına kadar.
O yıl gemicilik tarihinde benim için bir devrim yaşandı.
İzmirli, 33 yaşında genç bir iş insanı, Türkiye’de 'Konteyner' denen taşımacılığa başladı.
Konteyner, deniz taşımacılığında tam anlamıyla bir devrimdi.
O sırada Onasis gibi devasa armatörler hala yük gemisi anlayışıyla çalışıyordu.
Konteyner devrimini fark edemeyen Yunan armatörlerin çoğu kaybolup gitti.
Ama Ege’nin öteki tarafında Bornovalı genç bir insan bu devrimi tam zamanında yakalayarak, konteynerlerine bindi ve denizlere açıldı…
Onasis’i doğuran İzmir, şimdi Lucien Arkas’ı doğurmuştu.
1991 yılında kendisine ait ilk 2 konteyner taşıyıcı gemisini aldı.
Bugün konteyner taşımacılığında Akdeniz’in kaptan-ı deryalarından biri o.
Dün akşam anlattı.
Konteyner taşımacılığına geçince şirketlere gidip mal ve ürünlerini böyle taşımanın daha hızlı ve güvenli olacağını anlatmış.
Bu vizyonu anlayıp yük veren ilk 3 vizyoner şirket; Ülker, Coca Cola ve Kalebodur olmuş.
Vizyoner taşıyıcı, vizyoner şirketler bulunca konteyner taşımacılığı da uçup gitmiş.
Lucien, (Öyle diyorum çünkü dün akşam artık bu yaştan sonra birbirimize ilk ismimizle hitap etmeyi kararlaştırdık), iş hayatında 60’ıncı yılını doldurdu.
Bu gece için, Berna Sipahi ve kurumsal ekibi çok güzel bir kitap hazırlatmış.
Kitap Fransızca hazırlanmış, sonra Türkçeye çevrilmiş.
İş insanlarının yazdığı kitaplar arasında Hüsnü Özyeğin’inkini çok beğenerek okumuştum.
Rahmetli Can Kıraç’ınki de çok güzeldi.
Lucien Arkas için hazırlanan bu kitabı da çok ilgiyle, zaman zaman gülümseyerek ve çok şey öğrenerek okudum.
Bornova’da doğup büyümüş.
O dönemde Bornova’da 30 Fransa kökenli, 5 İtalyan kökenli aile varmış.
'Bornova’da bunun dışında Girit’ten gelmiş göçmenler otururdu' diyor.
Bahçeler içindeki evlerde yaşarlarmış.
O günlere ait çok güzel, belgesel mahiyette fotoğraflar var.
Birinde arkadaşlarıyla kovboyculuk oynarken çekilmiş bir fotoğraf görüyoruz.
Benim açımdan sosyolojik bir belgesel.
Çünkü ellerinde oyunca tabanca ve tüfek görünüyor.
Aynı yıllarda bizse Melez çayı kenarında, koyun çene kemiklerini tabanca olarak kullanıp kovboyculuk oynuyorduk.
Kitapta ilginç bir belge var.
Okumak için Oxford’a gönderilmiş.
Hüsnü Özyeğin gibi o da her gün yaptığı harcamaları bir deftere bilanço kayıtları gibi yazıyormuş.
Hemen her gününde sabit bir harcama var.
Otobüs-kahve-gazete…
Buradan anlaşılıyor ki okula devam durumu iyimiş.
Bu arada bir notta 'İngiliz tarihi' ve 'dictionery' yazıyor.
Demek ki bir tarih kitabı ve İngilizce sözlük satın almış.
Onun tarihe merakı, evindeki nadir ve çok eski kitaplardan oluşan müze kütüphanesinden de anlaşılıyor.
Fransa’da, Ege ve İzmir tarihi ile ilgili kitaplarını onarmak için 2 uzmanla çalıştığını biliyorum.
Yine kitapta İstanbul’daki Saint-Joseph Lisesi okul yıllığından bir sayfa var.
Baktım, tanıdığım hiç kimse yok.
Oysa bir yerde Baskın Oran’la sınıf arkadaşı olduğunu okumuştum.
İlk eşi Vivien’le tanışma bölümleri de çok ilginç.
Bornova’da aynı mahallede oturuyorlarmış.
Vivien’in annesi Alman, babası ise Avusturya-Macaristan kökenliymiş.
Annesi, Vivien’i tam bir Alman disiplini ile büyütmüş.
Lucien onu çok beğeniyormuş ve zaman zaman bisikleti ile gezdirirmiş.
Öyle günlerden birinde bisikletle eve geç gelince Vivien’in babasından öyle bir azar işitmişler ki, ilişkileri bitmiş.
Yıllar sonra 2 aile çocuklarını evlendirmeyi düşünmüşler.
Ama o sırada Lucien’in işi başından aşkın ve kendini işe vermiş.
Annesi zorla Vivien’i aratmış.
Telefona babası çıkmış, 'Vivien evde yok, ava gitti' demiş.
Demek ki o dönemde Bornova ava gidilebilecek bir yermiş ve Levanten kızları da ava gidermiş.
Kitapta Lucien Arkas’ın aile soyağacı da var.
1625’e kadar uzanan bir soyağacı bu. Kilise kayıtları tutulduğu için ulaşabilmişler.
İzmir’e ilk gelen, anne tarafından Pagy ailesi.
Dün akşam ailenin o kolundan biri, Guy Pagy masa komşumdu.
Çeşme’de oturuyormuş ve 'Artık oradan hiç çıkmıyorum' diyor.
Aile soyağaçları şimdilik 1993’te ölen annesi Wanda Marguerita Pagy ve 1994’de ölen babası Lucien Gabriel Arcas ile bitiyor…
Demek ki ben dahil aile olarak çoğumuzdan eski İzmirli onlar.
Dün yemekte sohbet ederken, ikimizi birbirine bağlayan çok hüzünlü bir geceyi keşfettik.
İzmir hayatımda en hüzünlü gecem, 6-7 Eylül olaylarının olduğu geceydi.
O gece İzmir Fuarı’nda Yunan pavyonunun ateşe verilişini gözlerimle görmüştüm.
İkinci kattan aşağı fırlatılan bir kuyruklu piyano, 6-7 Eylül utancının hala gözlerimin önünde kalan görüntüsüdür.
Ben bunu anlatırken Lucien Arkas, beni şaşırtan bir şey söylüyor.
'O gece ben de oradaydım…'
O da aynı sahneyi seyretmiş.
Sonra annesi 'Senin ne işin var orada?' diye alıp götürmüş.
Yıl 1955 ve o 10, ben 8 yaşında iki İzmirli çocuk; aynı feci travmayı yaşamışız.
'O gece çok korktuk. Gidip konsoloslukta kaldık' diyor.
Bunun nedeni babasının taşıdığı pasaport.
Babası Lucien Gabriel Arkas, 1902’de bir 'Osmanlı vatandaşı' olarak doğmuş.
Ancak cumhuriyet kurulduktan sonra 'Artık Osmanlı vatandaşlığı yok. Kendine yeni bir vatandaşlık alman lazım' demişler.
O sırada İtalya aile ilişkileri nedeniyle Korfu vatandaşlığı almış.
Ancak vatandaşlığı aldıktan sonra Korfu, Yunanistan’a geçince o da Yunan vatandaşı sayılmış.
Oysa Yunancayı ne yazabiliyor ne de konuşabiliyormuş.
Hayatı, 1964 yılında bir gün Saint-Joseph lisesinde müdür kendisini çağırıp 'Hemen İzmir’e gitmen lazım' dediği an değişiyor.
Babasının Korfu vatandaşlığı 1964 yılında ailenin halatına bomba gibi düşmüştür.
Kıbrıs olayları patlayınca, babasının bütün mal varlığına el konmuş.
İş yerinde halıları, mobilyaları bile icradan alınmak istenmiş.
Türk komşuları gelip, 'Bunlar onun kendi malı, iş yerinin değil' diyerek tanıklık yapmışlar, kurtarmak istemişler.
Babası Yunanistan’a gitmek zorunda kalmış ve Saint-Joseph’e son bir defa dönüp Bakalorya imtihanın verdikten sonra, 19 yaşında işin başına geçmek zorunda kalmış.
Tabii bu da üniversite eğitimine elveda anlamını taşıyordu.
İşte bugün Türkiye adına bütün bu uluslararası başarıya imza atan bir Levanten TC vatandaşının hikayesi böyle hüzünlü anlardan geçerek bugüne geldi.
O insanlar bugün hala ceplerinde TC kimliği ile geziyor, çalışıyor, yaşıyor.
Oradan başlayan bu yolculuk bugün 50 konteyner gemisine yaklaşan bir filoyla 29 ülkede açılmış ofislere ulaştı.
Lucien Arkas hep İzmirli olarak kaldı.
Başka bazı aileler şirketlerinin merkezini İstanbul’a taşırken o İzmir’de bıraktı.
Bugün 4 günü İzmir, 3 günü Urla’da yaşıyor.
Urla’daki evi Toscanalı mimarlar tarafından yapılmış bir estetik vahasıdır.
İçindeki sanat eserleri ve 2 müzesi ile aynı zamanda Urla’yı gastronomiden sonra bir kültür merkezi haline getiriyor.
O şimdi 2025 ve 2026’da Paris’teki George Pompidou Merkezi’nden çok önemli eserleri İzmir’de sergileyeceği bir projeye hazırlanıyor.
Söyleyin, kim Pompidou Merkezi restorasyona girdiği için kapandığı yıllarda böyle bir projeyi akıl edip o eserleri İzmir’e getirmeyi düşünür… Tabii ki konteyner devrimini anlayabilecek vizyona sahip bir insan…
Lucien Arkas İzmirli olduğu için kendini şanslı sayan son Levantenlerimizden biri…
Ama İzmir de onun gibi bir hemşehrisine sahip olduğu için çok şanslı.
Hoş artık 1700’lerde İzmir’e yerleşmiş insanlara Levanten demek de doğru mu bilmiyorum.
Dediğim gibi çoğumuzdan daha eski İzmirli onlar.
Güzel bir geceydi.
Lucien geceyi mutlu bir Galatasaraylı olarak tamamladı.
Bense mutsuz bir Fenerbahçeli alarak kaldığım Swissotel’e döndüm.
Orada Fenerbahçe düş kırıklığımı hafifleten bir sürpriz beni bekliyordu.
Bana tanıdık bir oda verilmişti.
Henüz Büyük Efes Oteli'yken, 24 Ekim 1970’de, Tansu’yla evlendiğimiz gece orada -hem de galiba aynı katta- aynı odalardan birinde kalmıştık.
Sabah uyandığımda balkonda kahvemi içerken bu şehirde doğup büyüdüğüm için kendimi şanslı hissediyordum.
Roberto Alagna’nın son albümündeki 'Sonnora’yı' 2-3 defa dinledim.
Bir de benim güzel hemşehrim, İzmir kahramanım Sezen Aksu’yu…
Çünkü Ege’ye gelince asla onsuz olmaz.
"Köln Radyosu, Türkiye'de sesini duyuramayanların da radyosuydu" |
© Tüm hakları saklıdır.