08 Ekim 2023 07:00
Ertuğrul Özkök | Pazar Yazısı
Şenol Hoca bu sana... "Bütün ülke yüzüne tükürüyordu ama bir kişi onu aradı ve 'Nasılsın oğlum?' dedi"
Yaşı 23…
Tam o sırada karısı hamile…
Koskoca bir ülke ondan nefret ediyor.
Sokakta yüzüne tükürüyorlar.
Ülkenin bütün tabloid gazeteleri onun için nefret dolu başlıklar atıyorlar.
Gazete bayileri baştan başa, koskoca puntolarla yazılmış “HAİN” kelimesiyle dolu.
Televizyonlarda konuşan kafalar, ellerinde taşlarla gencecik bir insanı recmediyor.
Tehdit mektupları alıyor.
İçinde mermi bulunan mektuplar alıyor.
Ülkenin başbakanı bile satıyor onu.
Doğup büyüdüğü ülke, daha bir hafta öncesine kadar ona dost olan sokaklar, o sokakları paylaştığı bir millet parmağını ona uzatmış, milyonlardan oluşan tek sesli bir koro ona ‘yuh’ çekiyor…
23 yaşında dibe vurmuş bir çocuk…
Her şeyin bittiği, onun için hayatın sona erdiği an…
Evinde tek başına oturuyor.
İşte tam o sırada telefon çalıyor.
Karşıdaki ses “Nasılsın oğlum?” diyor.
Şimdi o anı dondurup geriye dönelim.
30 Haziran 1998…
Dünya Kupası maçında İngiltere ile Arjantin oynuyor.
İki ülke arasındaki Falkland Savaşı’nın üzerinden 16 yıl geçmiş ama düşmanlık aynı şekilde duruyor.
Sahada iki ülkenin futbol takımları değil, Falkland Savaşı’nın galipleri ve mağlupları oynuyor.
Maçın ikinci yarısı…
İngiltere Milli takımının genç oyuncusu rakibi tarafından düşürülüyor. Yerde yatarken sinirden kendini düşüren rakibinin ayağını hafifçe itiyor.
Ve kırmızı kart…
Maçın en kritik anında küçücük bir hareketle takımını 10 kişi bırakıyor.
Bütün olay bu…
Maç penaltılara kalıp Arjantin kazanınca olay patlıyor.
Kırmızı kartla atılıp takımını 10 kişi bırakan genç futbolcu, bir anda ülkesinin en nefret edilen insanı haline geliyor.
Gazetelerin en hafif manşeti şu:
“10 Kahraman…1 Aptal Çocuk…”
Gerisi “Vatan Haini…”
Koskoca İngiltere İmparatorluğu resmen “Er meydanında kazandık, yeşil sahada kaybettik” psikozuna girmiş.
Ve bütün bu olayın sorumluğu kırmız kart gören 23 yaşında bir çocuğun sırtına yüklenmiş, rövanşı ondan alınıyor.
Evinde tek başına otururken o telefon çaldığında 23 yaşındaki genç adamın durumu buydu.
Manevi bir enkaz yani…
Koskoca ülkede ona sahip çıkan sadece anne, babası ve birkaç arkadaşı kalmıştı.
Telefondaki ses futbol tarihinin en büyük isimlerinden biriydi…
Sir Alex Ferguson…
Aradığı enkaz halindeki genç ise David Beckham…
Sir Ferguson, “Nasılsın oğlum?” diyor.
23 yaşındaki genç, “Çok kötüyüm patron” cevabını veriyor.
Sir Ferguson, “Bırak şimdi bunları, tatilini yap, buraya gel, biz sana göz kulak oluruz. Kulübe gel” diyor.
Yani Manchester United’e…
Genç adam o an geriye dönüyor.
Daha 15 yaşında kapısından girdiği o kulüpte İngiltere’nin futbolda süper kahramanı olduğu yıllara…
17 yaşında sahanın ortasından attığı şutu gole çevirmesiyle başlayan muazzam bir kariyer...
Dünyanın en ünlü takımının süper kahramanı…
İşte o süper genci yaratan adamdı Sir Alex Ferguson…
Futbol tarihinin tanıdığı en büyük teknik direktör…
Manchester United’ı 25 yıl zaferden zafere taşıyan büyük hoca…
Kendi mahallesinin "yuh"larına kafa tutan büyük liderAma onun büyüklüğü sadece sahada değildi. O gerçek bir “boss” idi. Saha dışındaki büyüklüğünü işte o günden sonra gösteriyor. Kendi seyircisi dahil bütün ülke onun genç oyuncusunun yüzüne tükürürken o, oyuncusuna tekrar kramponlarını veriyor. |
Manchester United seyircisi her maçta 90 dakika yuhalıyor oyuncusunu.
Büyük menajer onu satmıyor.
Ve 6 ay sonra bir gün bir Liverpool maçı geliyor.
Manchester United’in en büyük rakibi…
David Beckham yine sahada…
Seyirci böyle bir derbide bile ilk 60 dakika yuhalıyor onu.
Sonra sanki bir yerden ilahi bir ses geliyor…
Ve bütün saha bir ağızdan “David sen 1 numarasın” diye bağırmaya başlıyor.
Sir Alex Ferguson, seyircisini de yanına çekmiştir artık…
Manchester United, o gün ezeli rakibini yenmiş ve 23 yaşında bir delikanlı hayata dönmüştür.
Milenyuma iki yıl vardır.
İngiltere Londra’ya kuracağı milenyum çarkını konuşmaya başlamıştır.
25 yıl önce dibe vuran genç, bugün nerede?Ve aradan 25 yıl geçer… David Beckham, bugün Amerika’nın en büyük futbol kulübü Inter Miami CF’nin başkanı ve ortak sahibidir. Ayrıca İngiltere Futbol ligi ikinci liginde oynayan Manchester takımı Salford City’nin de ortak sahibi oldu. Geçen yıl Manchester United’i satın almak için bir ortaklık kurmayı bile başarmıştı. Çocukları büyüdü… Zengin ve eskisinden daha da şöhretli bir hayatı sürdürüyor….
|
Netflix geçen hafta David Beckham’ın hayatını anlatan çok güzel bir belgeseli yayına soktu.
Bu olayı orada seyrettim.
Sadece futbol sevenler için değil, herkesi için ilgi çekici bir dizi…
Ama bu film, bugün Miami’nin zengin semtinde bitmiyor.
Filmin asıl sonu 6 Ekim 2001 yılında sona eriyor.
Evet 6 Ekim 2001 günü ve Manchester United’in sahası Old Trafford’dayız.
Yani daha 3 yıl önce 90 dakika yuhalandığı statta…
O gün İngiltere ve Yunanistan’ın milli maçı var.
FIFA Dünya Kupası eleme maçlarının sonuncusu…
İngiltere’nin dünya kupasına katılması için bir puan yetecektir…
Ve İngiliz milli takımı sahaya çıkar…
Kolunda kaptanlık kolluğu ile takımın başında sahaya çıkan oyuncu David Beckham’dır.
Kafası sıfır numaraya vurulmuştur.
Hainlikle suçlandığı ülkesinin milli takımına kaptan olarak dönmüştür.
Maçın 90 artı 3’üncü dakikasındayız.
İngiltere 2-1 mağlup durumdadır…
Beckham, üç oyuncuyu çalımladıktan sonra rakip oyuncu tarafından düşürülür.
Maçın son dakikasında gelen bir frikik… Son şans yani…
Beckham için kader anı…
Nefesler durmuştur.
Üç yıl öncesinin “hain”i gerilir ve topa vurur….
Top gider, 90 dediğimiz noktadan Yunanistan ağlarına takılır.
“Hain” beyaz formasıyla tribünlere doğru koşar ve kollarını kaldırır.
“Üç yıl önce bir hata yaptım. Bedeli ağır oldu. Şimdi kefaretimi burada ödüyorum” der gibidir.
Hain, o gün yine kahramanlık payesine çıkar…
Yaşadığımız günler insanların patronları tarafından rahatça yüzüstü bırakıldıkları, tabiri caizse satıldıkları bir dönem…
Sosyal medya linçlerinin her gün hayatlar kararttığı bir devirde yaşıyoruz.
Bu filmi seyrederken artık yitirilmiş bir liderlik özelliğini görüyorsunuz.
Oyuncunuzu satmamak…
Ve gerektiğinde onu sadece iktidarlara karşı değil…
Kendi mahallenize, kendi tribünlerinize, kendi seyircinize ve onların linçlerine karşı da korumak…
Sir Alex Ferguson işte böyle bir “boss”…
O yüzden bugün Manchester United tribünlerinde her maçta göğsünü gere gere koltuğuna oturuyor ve büyüklüğünün karşılığını her hafta sevgi ve saygı alkışlarıyla alıyor.
Sadece orada mı…
O artık bütün dünyada futbol severlerin de “büyük patron"udur.
Ve o patronluk para gücü ile değil, işte bu olağanüstü liderlik vasıfları ile kazanılmış bir payedir.
Bu filmi seyrettiğim gün Şenol Güneş, Beşiktaş’ın başından ayrılıyordu.
Hemen arayıp konuşmak istedim ama o o anki duygularıyla -belki kimseyle konuşmak istemediği için- açmadı.
Açsaydı, diyecektim ki;
“Hocam David Beckham filmini seyret.”
Buradan aynı şeyi Beşiktaş yönetimi ve taraftarına da söylemek isterdim.
O Şenol Güneş ki, Türk Milli Takımı'nı dünya üçüncüsü yaptı. Trabzonspor'u 6, Beşiktaş’ı 2 kere şampiyonluğa taşıdı.
O stattan daha güzel duygularla ayrılmayı fazlasıyla hak etmişti.
Beşiktaş ona bunu borçlu.
28 Mayıs akşamı hayatının en büyük düş kırıklıklarından birine uğramış bir gazeteci olarak rica ediyorum.
Sayın Kılıçdaroğlu…
İsrail-Hamas savaşına balıklama daldınız…
“Filistin’in yanındayız” diye son derece popülist mesajlar veriyorsunuz.
İktidar ve Cumhurbaşkanı ise son derece temkinli gidiyor.
Ve çok doğru yapıyor.
Lütfen iktidarı tahrik etmeyin. Lütfen bu olayda Türkiye’nin muhafazakar kesimini tahrik etmeyin.
Şu an Türkiye doğru olanı yapıyor… İki tarafa da makul davranın mesajı veriyor.
Bozmayın bu akil politikayı, dengeyi ve gidişatı.
Tam bir “uzatılmış yaz” yaşıyorum…
İklim olarak da, ruhen de böyleyim…
Bir zamanlar Karadeniz kıyılarımıza gelen beyaz balina Aydın gibiyim biraz…
Hiçbir nedeni yokken gülerdi o sempatik balinamız.
“BBANN Sendromu” adı takmıştım bu duyguya…
Yani “Beyaz Balina Aydın’ın Nedensiz Neşesi Sendromu…”
Bu ülkede mutlu olmam için hiçbir neden kalmadığı halde nedense mutluyum…
"Böyle bir günde mutluluktan nasıl bahsedebilirsin?" diyebilirsiniz ve haklı da olabilirsiniz.
Ama ne yapayım… Yetmiş altı yaşıma geldim. Düşünebiliyor musunuz Filistin meselesi o yıl başladı ve dün yine tam bir savaşa dönüştü.
Ölmüş insanların cesetleri yerlerde sürünüyor…
Bütün hayatım trajedilerle geçti…
Artık kendimi bir fanus içinde korumaya almazsam yaşayamayacağım günlerimdeyim.
Bunca yıl sonra “umursamazlık hakkımı” kullanıyorum.
Her şeye rağmen mutlu olmaya çalışıyorum.
Bir günahsa Allah beni affetsin.
Fani dünyada beni kınayanlara da bir şey demem.
İşte bu duyguyla bir haftadır Gülben Ergen’in “Teşekkür Ederim” şarkısına takıldım.
Zaten girişinde akordeon olan şarkılar bana ya derin bir hüzün ya derin bir mutluluk verir.
Durup dururken Gülben Ergen’e mesaj atıp, “Ben de sana teşekkür ediyorum” dedim.
Diyeceksiniz ki “Bu şarkı senin gibi eski tüfek bir rockçıyı bozmaz mı?”
Hele hele Rolling Stones’un yeni albümünün çıkmasına 20 gün kala…
Hele hele o albümden “Sweet Sound of Heaven “ gibi bir rock masterpeace’i gelmişken…
Oluyor işte…
İçimdeki romantik popçu çıkıveriyor birden.
Magazinci arkadaşlar yanlış anlamayın, sadece bu şarkı için teşekkür ettim.
Gülben Ergen’in şarkısını dinlerken, mutlu olduğum anlarda dinlediğim şarkılardan bir liste yaptım.
Peki başlıktaki “Boynuzlu bir erkek mutlu olabilir mi?” sorusuna ne diyeceğim…
Aşağıdaki listede onu da anlattım.
Mutluluk top 10'u: İnsan mutlu olunca ne dinleyeceğini bilemez(*) Three Degrees: “When Will I See You Again"… Mutlu olduğumda değil, dinlediğim zaman mutlu olduğum şarkılarda tartışmasız 1 numara… (*) Sezen Aksu: “Kutlama”… Tabii ki herkes gibi Ferzan Özpetek’in o şahane filmi “Serseri Mayınlar” filminin sonundaki düğün sahnesini seyrettikten sonra girdi hayatıma. Hüzünle mutluluk arasındaki o çok flu bölgeden bir şarkı... (*) Serge Lama: “Les Petits Dame de Pigalle”… Bu şarkıyı Paris’te öğrenci olduğum yıllarda dinlemeye başladım… Şarkının kahramanı Pigal semtindeki bir hayat kadınına aşık. Şarkının nakaratında bağıra bağıra “Boynuzluyum, boynuzluyum ama memnunum” diye haykırıyor. Çok kıskanç bir erkeğim. Bu şarkı insanın en ızdıraplı anlarında bile mutluluk arayabileceğini anlatıyor bana hep. (*) The Beatles: “And I Love Her”… Grubun çok daha güzel şarkıları var. Ama bu şarkı 1960’ların ilk yarısında 17-18 yaşlarında İzmirli bir çocuğa verilebilecek en naif, en basit, en çocuksu mutluluğu anlatıyordu. O küçük pop mutluluğun tadını hiç unutamadım. “Küçük Güzel Şeyler Dükkanı” kavramını bu doğurdu zihnimde. (*) Daft Punk, Pharell Williams: “Get Lucky”… Bu şarkıyı 2013 yılının 31 Aralık günü Urla’da evin bahçesinde dinlemeye başladım. Tansu bir varilin içinde ateş yakmıştı. Ucu kesik eldivenlerle punk bir hava yaratmıştık. Yirmi yıllık yoğun bir yöneticilik dönemimden sonra yeni bir hayata alışmaya çalışıyordum. Bana öyle bir mutluluk verdi ki, hiç unutamadım. (*) Amr Diab: “Nour El Ein”… Tabii ki girişinde akordeon var. Sözlerinin ne olduğunu hiç merak etmedim. Belki de hüzünlü şeyler anlatıyordur… Ama bana Doğu Akdeniz’in en doğusunun, kitaplarda okuduğum İskenderiye’nin “vintage” tadını bırakıyor hep. Steve McQueen’in hiç eskimeyen Persol gözlüğü gibi bir şey yani. (*) Lizzo: ”Pink”… Barbie filminin şarkılarından… “Pembe gözlüklerle baktığımızda gördüğümüz bir dünyayı” anlatıyor. Şarkıyı söyleyen Lizzo, obezlik ötesi kilolu siyah bir kadın. Kapkaranlık bir dünyada bile etrafa pembe gözlükle bakabilmesi iyi geliyor bana. (*) Kayahan: “Büyük Aşkım”… Al sana büyük bir aşk şarkısı…Tam da benim gibi duygularını ancak abartarak anlatabilen biri için…Yukarda oralarda bir yerde… Sana da teşekkür ederim Kayahan. (*) Michael Jackson: “One Day In Your Life”… Bu şarkıdaki “bir gün” kelimesi bana hep umut verir… Bir zamanlar Mehmet Yılmaz’ın yazısında bir cümle okumuştum: “Her gün önemlidir…” Ama bunlar içinde hep bir gün vardır ki; geçmiş, şimdiki veya gelecek bir gün… Bazen ızdıraplı, bazense mutlu… Yatağın üstünde zıpladığınız bir gün… Ben hep onu hatırlamayı tercih ederim. (*) Françoise Hardy: “Tous le Garçons et Les Filles”… “Benim yaşımdaki bütün kızlar ve oğlanlar” diye başlayan bir şarkı. İzmir yine, masumiyet yıllarımız. İlk günahlardan çok önceki günler… “Biz ne güzel insandık, niye böyle olduk” sorusunu sormadığımız günler… Mirkelam’ın şarkısındaki gibi… Unutulmaz. Evet, mutluluk şarkılarım bugün bunlar. Siz ne bunlar diyebilirsiniz. Ben de yarın çok başkalarını seçebilirim. Daha çok şarkı var yazacak. “Hiç rock parça yok mu?” diyebilirsiniz… Rock’ta mutluluk aramak… İşte eski tüfek rock’çıyı asıl o bozar… |
Bugünlerde bir İngiliz şarkıcısına takık durumdayım.
Adı Jorja Smith…
Onun bu yıl çıkan albümündeki “Try Me” şarkısına taktım.
Babası Jamaikalı bir kız.
Yani Bob Marley’in memleketinden.
2018’den beri bir Youtube fenomeni.
Kanadalı Spotify fenomeni Drake, onun şarkılarına aşık olmuş, bir şarkısını alıp söylemek istemiş.
O sırada Londra’da bir Starbucks’ta garsonluk yapıyormuş.
Yazdığı ve söylediği müzikler harika.
Aile kökleri olan reggae müziğin, hip hop versiyonu olan reggeaton tarzında şarkılar söylüyor.
Miles Davis hayranı…
Caz müzik damarlarına işlememiş.
Yeni çıkan albümündeki “Try Me” şarkısı çok fena sardı beni.
Caz tutkusu bu şarkıda çok gösteriyor kendini.
Dave Brubeck’in caz klasiği olan “Take Five” parçasının izlerini çok net şekilde görüyorsunuz.
Tavsiye ederim, yüksek volimde dinleyin.
Ve bu kızı takip edin.
Yeni bir Amy Winehouse geliyor olabilir.
Ertuğrul Özkök’ün "Pazar Yazısı" başlığıyla "Newsletter" formatında paylaştığı yazısı.
© Tüm hakları saklıdır.