22 Kasım 2023 05:38
Ertuğrul Özkök | Zamanın Ruhu
Dünden beri şaşkınlık içindeyim…
Elimdeki kitabı hayretle okuyor, her sayfasında karşıma çıkan cümlelerin altını çiziyorum.
Kitap bittiğinde, kıvrılmış sayfaları ile harabeye dönmüştü…
Bülent Ecevit’le, genç bir öğretim üyesiyken 1977 yılında tanıştım. 1979 ara seçimlerinde onun danışmanıydım.
CHP teşkilatının sloganlarını çıkaran “Zor Günleri Halkla Birlikte Aşacağız” parti kitabını ben yazdım.
12 Eylül’den sonra da Ecevit’in yanında kalan 6-7 aydından biriydim. Birlikte Aralık dergisini çıkardık. O yasaklandıktan sonra 46 hafta boyunca başyazıları imzasız olarak ben yazdım.
Sonra gazeteciliğe başladım. Öldüğü güne kadar da yakınlığımız devam etti.
Hayatımda gördüğüm en zarif insanlardan biriydi.
Ağzından tek kelime argo işitmedim. Ölünceye kadar bana “Sayın Özkök” diye hitap etti, ben de ona “Bülent Bey” dedim.
İnsanı incitecek, rencide edecek tek kelime kullanmadı onca yıl boyunca…
Onun için, rahatlıkla “Bütün dünyanın en zarif, en dikkatli, en saygılı siyasetçisi” diyebilirim.
Fıkra anlattığını hiç duymadım. Para kelimesinin lügatında yeri olmadığını düşündüm hep.
Oysa dün bitirdiğim kitapta bizzat kendi kaleminden öyle bir Ecevit okuyorum ki, küçük dilimi yutacağım.
Tanıdığım Ecevit’le taban tabana zıt bir karakter var dünden beri karşımda….
Muzip, esprili, kendisiyle ve hayatla dalga geçen, kelime oyunlarını, yeni kavramları yaratmayı seven, dedikoducu, “ulan” kelimesini rahatlıkla kullanan…
Ama yaşadığı evi hapishane gibi gören,
Sürekli para sıkıntısı çeken ve daha iyi para kazanmayı isteyen,
Ne eğitimi yapacağına bir tünlü karar veremeyen, siyasetle yakın uzak hiçbir ilişkisi olmayan…
Ve çok derin bir Allah inancı olan bir karakter…
Aynı zamanda “absürdite”yi seven post modern bir dadaist…
Kendi ağzından, kendi kaleminden, size bu hiç tanımadığımız şaşırtıcı Ecevit’i anlatacağım.
Ama önce bu kitabın ne olduğunu anlatayım.
Bülent Ecevit, Robert Kolej’de okurken en yakın arkadaş gurubu şu kişilerden oluşuyormuş:
Gazeteci Ahmet Emin Yalman’ın oğlu Tunç Yalman, sonradan eşi olacak olan Rahşan Aral, sonradan İstanbul Belediye Başkanı olacak olan Ahmet İsvan, gazeteci Altemur Kılıç, sonradan Cerrahî Dergahı’nın ABD’deki şeyhi olacak olan Tosun Bekir Bayraktaroğlu, modern pazarlama araştırmalarını Türkiye’ye sokan Nezih Neyzi…
Ecevit Ankara’ya döner ve 1944-45 yılları arasında neredeyse her gün Tunç Yalman’a mektuplar yazar.
Tunç Yalman 2006 yılında öldükten sonra bu mektuplar sahaflar aracılığıyla satılır.
Alper Çeker bu mektupları sahaflardan alır ve bugüne kadar saklar.
Mektuplarda adı geçenlerin hiçbiri artık hayatta değil.
Ve işte sahafta bulunan bu mektuplar, bu ay Timaş Yayınları tarafından yayınlandı.
Buyurun, o hiç tanımadığımız Ecevit’i birlikte tanıyalım.
İlk mektupta, onu Amerikalı yazar Truman Capote’nin tarzına benzer bir üslupla okuyoruz:
“Pazartesi günü Seraplara akşam çayına davetli idim; aman efendim çay bir güzeldi bir güzeldi sormayın; envai çeşit pastadan tutun da ‘zümrüdüanka’ya kadar olmadık yoktu. Fakat çaya geçen sene kolejden ayrılan Serap’la arkadaş, bir kuzenim de beraberinde geldiği için, ‘zümrüdüanka’dan hiçbir ilahi sır alamadım. Ne o öttü ne ben söyledim. Fakat hiç değilse çölde bir bardak su içmiş gibi oldum.”
Bu arada “Sait Faik ayyaşmış” gibi edebi dedikodulara da rastlıyoruz.
17 Eylül 1944 günkü ilk mektubunda, yazıldığı yer olarak tarihin altında şu kelime var:
“Rahşanapoli…”
Kitabın sonuna kadar hiç bitmeyecek Rahşan adını ilk defa ilk sayfada burada görüyoruz…
Rahşan adı açıkça ilk defa bundan bir ay sonra, 20 Ekim 1944 günü yazdığı mektupta ortaya çıkıyor:
“Seraplar’dan beri Rahşan’la görüşemedik. (Şimdiye kadar ihtiyaten adını kullanmaya cesaret edemiyordum… Ama ondan adıyla bahsedebilmek ihtiyaç halini aldı.)
Ama adını en güçlü olarak kitabın 208’inci sayfasında görüyoruz:
“Ben Rahşan’ı seviyorum…”
Ecevit’in Ankara bürokrasisine bakışı da ilginç.
Robert Kolej’deki arkadaş grubu için şunları söylüyor:
“Dünyada bizim teşkil ettiğimiz üstün grup yoktur diye, bize öyle geliyor derdin. Dilerim birkaç gün benim halime gelirsin, bak nasıl anlayacaksın bunun doğruluğunu. Yahu o kadar koca koca adamlar, devlet idaresinde mühim rol oynayan insanlar görüyorum; bir tek bizim seviyemize yaklaşanı görmedim. İsterse alim olsun, dâhi olsun beş para etmezler. Gerçek dahi bizim grubumuz.
Kimsenin hâkimi mizahtan haberi yok…
Kısacası kimsede iş yok.”
Mektuplarda Latin Amerikan anlatı geleneğinde gördüğümüz absürt cümleler var.
Mesela şu satırlar:
“Hadi Tunç! Biraz kulağını bana yaklaştırır mısın, bir şey söyleyeceğim.”
İleriki mektuplarda ise boş sayfalar bırakıp üzerine; “Burası beyaz perdedir. Sinema oynatılacak”, “Buraya resim yapılacak” gibi kısa cümleler yazıyor.
Mektuplardaki en ilginç yerlerden biri, bir yaşama ütopyası, kendine ait bir Atantis kurma arzusunu yazdığı bölümlerdi.
“Ya Ankara ya İstanbul civarında biraz topraklanalım. Ve bu -epey vasi olacak- toprakta bir çiftlik kuralım. Ve yakınında hep beraber yemek yemek ve oturmak üzere bir bina inşa edelim. Gıdamızı temin edecek bu çiftlik varken başka yerden para kazanmaya ihtiyaç duymayız. Ancak çiftlikte hepimiz günde birkaç saat (en iyisi sabahtan öğlene kadar) ziraatçi olacaklarımız efendice, gerisi amele gibi (ki dünyanın en iyi ve en tabi sporu) çalışırız. Öğleden sonra gece yatıncaya kadar da okuruz, yazarız, çizeriz, isteyenimiz yağlı boya resim yapar, piano çalar, arasıra hep beraber konuşuruz, münakaşa ederiz. Çiftlik istihsalimizin piyasaya aktarılmasını Nezih ve Üstün firması üzerine alır, onları amelelik işinden azad ederiz.”
Bu yazılanlar bana 1970”lerde gelecek olan hippilerin komünal ütopyası gibi geldi. İsteyen de ilk köy kent projesi diyebilir.
Benim için en şaşırtıcı şeylerden biri, bütün mektuplar boyunca hep parasızlıktan şikâyet etmesi, çalıştığı yerlerde yöneticilerden hep maaşını arttırmasını talep etmesi oldu:
“Yavaş yavaş şifa buluyor gibiyim. Hayatla aramdaki sulh müzakereleri tatmin edici bir safhaya döküleceğe benziyor. Amma gine de ‘işallah.’ (İnşallah kelimesini hep böyle yazıyor)
Buna sebep ne bilir misin? Para! Nihayet anladım ki artık bu eşşoğlueşşekmiş hayatın hâkimi… Ne dersek diyelim onun tebaasıyız.
Eşşeoğlueşşek yüzüme biraz sırıtınca bendenizin ağzı kulaklarına vardı.”
Ecevit’i 50 yıla yakın bir süre Türk siyasetinde izledik.
Onun bizde bıraktığı izlenim hep çok nötr bir cinsellik oldu. Neredeyse aseksüel diyebileceğimiz bir profildi bu.
Tunç Yalman’a yazdığı mektuplarda sık sık ona kitaplar tavsiye ediyor, kendi okuduklarını anlatıyor. İşte o kitaplardan biri özellikle şaşırttı beni.
Tunç Yalman’a, “Thomas Mann’ın Tonio Kröger’ini bul ve oku” diye yazıyor.
Thomas Mann, estetikle cinsellik arasındaki çok ince çizginin ilk işaretlerini “Venedik’te Ölüm” kitabında verir. Gay yanını çok üstü örtülü biçimde “dolaptan çıkardığı” kitabıdır o. Tönio Kröger ise bir nevi o kitaba giriştir. Mahalledeki erkek arkadaşlarıyla olan ilişkisinin silik çizgilerini ilk olarak o novellada verir.
Aynı mektupta tavsiye ettiği ikinci kitap ise Thornton Wilder’ın “The Woman of Andros”ı… “Yüzde 100 okumalısın” diyor. O kitap da Hazreti İsa’nın doğumundan hemen önce Akdeniz’de hayali bir adada geçer. Toplumla bireyin ahlaki çatışmalarının izleri vardır o romanda da.
Kitapta adı geçen yazarlardan biri de Oscar Wilde… Bu kitaplar da Ecevi’”in bizden özenle sakladığı bir yanını ortaya koyuyor…
Yani “insan Ecevit’i…”
Klasik müziği çok seviyor. Ankara Devlet Tiyatro Mektebi öğrencilerinin sahnelediği “Figaro’nun Düğünü” operasına iki gece üst üste gidiyor. Ama evde radyoda ne zaman klasik müzik dinlemeye kalksa babası radyoyu kapatıyor veya başka bir kanalda ya suzinak fasıla ya da Nihad Esengil’in saksafon sololarına geçiyor.
Ecevit o sıkıntıyı şöYle anlatıyor:
“Akşamları yemek sofrasındaki halime, Rainer Maria Rilke’nin ‘Genç Bir Şaire Mektuplar’ kitabının arkasındaki bir makalede rastladığım için, kabahatin bende olmadığını, benim haklı olduğumu görerek sevindim.”
Mektuplarında sık sık anne ve babasının evindeki boğucu ortamı anlatıyor. Bu ortamın onu “intihara kadar sürükleyebileceğini” açıkça yazıyor.
Ankara’yı hiç sevmiyor. “Rahşan’a rağmen hiç sevmiyorum. Biz Ankara’yı sevmiyoruz, biz Ankara’da bunalıyoruz, kaçmak istiyoruz. Biz evde delilik nöbetleri geçiriyoruz, kurtarın beni; dilimle ağzımın yan duvarlarını ısırıp duruyorum” diye haykırıyor mektuplarda.
Bir de ideolojik takıntıları başlıyor:
“Bizim kılığımız burjuva ola ola kendimizin de burjuva olmamız bir ihtimal; öbür ihtimalse delirmek. Halbuki ben ikisini de istemiyorum.”
Robert Kolej gibi bir okulu bitiriyor ama ne eğitim yapacağına bir türlü karar veremiyor.
Önce hukuk fakültesi diyor. Sonra “Ziraat Mektebi’ne gideyim” diyor.
“Hayır, Ankara’da jeoloji okuyayım” diye düşünüyor…
Vazgeçiyor, Dil Fakültesi’ne gidiyor, filoloji okumak istiyor, Latince, eski Yunanca… ilave ders olarak da felsefe tarihi, eski çağ tarihi…
“Netice… Antika olacağım” diyor.
Rahşan Aral’ın ailesi, maliye ve muhasebe okumasını şart koşuyor…
İşle ilgili duyguları sanki Kürk Mantolu Madonna’nın veya bir Kafka romanının kahramanı gibi:
“İşe başlayalı beri üzerinde bir hal belirmeye başladı, bir hödüklük hali… İçerimden yavaş yavaş çok sevdiğim bir şey çıkıp uzaklaşmada sanıyordum: Ruhum bir eşekleşiyor, hayvanlaşıyor, şehirlileşiyordum. Daireleşiyordum.”
Bu arada çeşitli mektuplarında sık sık, iş yerinin onu “öküzleştirdiğini” anlatıyor.
Şu cümlelere bakar mısınız:
“Şimdi çalıştığım yeni odadaki yeni dairedaşlar şair olduğumu bilmiyor, ben de öğrenmesinler istiyorum. Çünkü bu suretle öküzlüğümü daha sarahatle test edebiliyorum. Neticeler iyi gidiyor.”
Yani bir adım daha gitse, “Gregor Samsalaşıyor’dum” diyecek.
Ecevit’in çeşitli mektuplarına yayılmış güçlü bir Allah şuuru var.
“Allah -yahut kimine göre sadece tabiat- karşısında bir yücelik duyusuyla daima en hayran kalınan şeydir” diyor.
Mektuplarda siyasi olarak gördüğümüz ilk ve son cümleler, “Allah ve komünizm” üzerine…
Bir mektupta şöyle bir cümlesi var:
“Artık hem beni affetmesi hem de koruması için Allah’a ihtiyacım büsbütün arttı.”
Ancak Allah ve komünizmle ilgili düşünceleri biraz karışık ve anlaması zor:
“Bu kurulacak olan komünizmde Allah’ın maksadı hasıl olamaz, çünkü o robot köleler sınıfı vücut bulamadıkça Allah insanları kör tutmaya mecburdur ki, lağımcılık, şoförlük, mütercimlik, muhasebecilik etmek mecburiyeti onları aşırı derecede bedbaht etmesin.
Bilakis, bugün kurulacak komünizm insanları bedbaht edebilir; çünkü ortadan, Allah’ın insanların gözüne bağ olarak kullandığı gayeler kalkacağı halde henüz insanların kör olma mecburiyeti devam edecektir. Ve o zaman Allah, insanlığı bu tenakuzdan kurtarmak için yine -yeryüzüne- hayvanlaştıracaktır; Rusya’da yaptığı gibi… Allah, Rusya’daki tecrübeyi muvaffak etmedi işte. Ve her makul insanın aklı yattığı halde, bunun içindir ki, insanlığa henüz komünist olmak imkanını bahşetmiyor.”
Birçok mektupta, absürt edebiyat denemeleri var.
Bunları gır gır olsun diye mi yazıyor, yoksa gerçekten Lonesco tarzı bir şey mi yapmak istiyor, anlamadım.
Mesela “Bir tecrid ve dört ölüm” başlıklı tek perdelik bir piyes yazmış.
Birkaç satırı aktarayım: (Numaralara dikkat)
1. Kurbağaları ölsün mü istiyorsun?
2.Hayır diyorum, boyları uzasın yeter.
3. Ölülerin boyu göğe kadar uzamıştı.
2. Sen de gözlerini yumsan iyi edersin, musibet.
3. Hayır, ben seni görmek istiyorum.
1. Beni de görmek istemiyor musun?
3. Sen kimsin?
1. Ayna.
3. Dur seni süsleyeceğim.
1. Benim için kurbağaları da öldür.
3. Bunu istemiyorsan sen ol.
2. Muhakkak birisi ölmeli mi?
Bu arada mektuplarda şöyle cümleler de var:
“Armutlar, saçlarından asılmış aptallardır.”
Bir de sık sık “İşleten adam” diye biri geliyor ki, kim olduğunu, ne olduğunu anlamadım.
*
(*) Alper Çeker: “Hayat Dalgalar Gibi Üstümüzden Geçecek”: Bülent Ecevit’ten Tunç Yalman’a Mektuplar, Timaş Yayınları, Kasım 2023
© Tüm hakları saklıdır.