Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan'ın başbakanlığı döneminde 5 yıl basın danışmanlığını da yapan Ahmet Tezcan, Karar yazarı Ahmet Taşgetiren'in, "12 Mart, 12 Eylül, 28 Şubat döneminde yazdım, kendimi bu zamandaki kadar kısıtlı bir duygu içinde görmedim" ifadelerine karşılık verdi. Tezcan, "Kızdığım Taşgetiren’in söyledikleri değil. Söylemedikleri. Yutkunuşları. Utangaç tebessümeri" diyerek, "Şahsım adına söylüyorum, ben kendimi kısıtlı bir duygu içinde görmedim hiç. Sözümü söyledim, yazımı yazdım, ne olur diye düşünmedim. Bir şey de olmadı. Seven sevdi, söven sövdü. Taşgetiren’in böyle bir duygusu varsa, sorun bence kendisinden kaynaklanıyor" dedi.
Taşgetiren, Yıldıray Oğur’un TV 5’teki “Medya Analiz” programında "12 Mart, 12 Eylül, 28 Şubat dönemlerinde yazdım. Kendimi bu zamandaki kadar kısıtlı bir duygu içinde görmedim. Özgürce yazabilmek, haber yapabilmek iktidarlara da katkıdır bana göre muhalefete de... Türkiye siyasetine de katkıdır. Yani bundan zarar görülmez. Yıpranma gibi kaygılar gereksiz kaygılar..." demişti.
Erdoğan'ın eski danışmanı Tezcan, Taşgetiren'in ifadelerine superhaber.net'te yayımlanan "Kısıtlı duygular içindeyim ulan!" başlıklı yazısıyla tepki gösterdi. Tezcan şunları kaydetti:
Son günlerde Karar yazarı Ahmet Taşgetiren’in TV5’te Yıldıray Oğur’un sorularına cevap verdiği programdaki şu sözü çok tartışılıyor:
“12 Mart, 12 Eylül, 28 Şubat döneminde yazdım, kendimi bu zamandaki kadar kısıtlı bir duygu içinde görmedim.”
Program videosunu twitterdan anonslamışlar, aynı gazetenin bir başka yazarı İbrahim Kahveci de “Çok acı bir gerçek” yorumuyla retweet etmiş. Görünce belki gribin yüksek ateşiyle, belki uzun süredir şişmiş dilimin tahammülsüzlüğüyle “Sahtekarlık yapmayın ulan!” diye yazdım. Bir kahvelik mekanda, mesela Eski Kafa’da sohbet sırasında söylesem Kahveci’nin gülüp geçeceğinden emin olduğum bu sözü sosyal medya kahvehanesinde sarfedince haliyle gücendi arkadaşım.
Hiç gücenmesin… Bu gibi sözlerin adımla yan yana gelmeyeceğini de düşünmesin. Ben de medya mahallesinde 40 yıl çamur güreşi tutmuşum nihayet, neler yan yana gelmedi ki adımızla!
Programı seyrettim. Kızdığım Taşgetiren’in söyledikleri değil. Söylemedikleri. Yutkunuşları. Utangaç tebessümeri.
Çünkü Taşgetiren’in o programda söylediği sözler, benim yıllarca konferanslarda, seminerlerde, derslerde, söyleşilerde söylediklerim ile başta Superhaber olmak üzere çeşitli mecralarda yazdıklarım yanında çok hafif kelimeler... 2010 yılından beri şunu söyleyip yazıyorum mesela:
“Darbe dönemleri dahil medyanın son 40 yıl içindeki en pespaye halini bugün yaşıyoruz!”
Dolayısıyla o programda Taşgetiren’in adalet, hakkaniyet, vicdan babında söylediklerinin bin beterini yıllarca söyleyip yazdık zaten, fırsat düştükçe söylemeye ve yazmaya da devam ediyoruz.
Tek farkla..
Şahsım adına söylüyorum, ben kendimi kısıtlı bir duygu içinde görmedim hiç. Sözümü söyledim, yazımı yazdım, ne olur diye düşünmedim. Bir şey de olmadı. Seven sevdi, söven sövdü. Yürüdüm geçtim. Seven kendini sevdi çünkü, söven kendine sövdü. Alınmadım, gocunmadım, endişe etmedim.
15 Temmuz alçaklığı yaşandığında ilk günlerden itibaren, İstanbul Kısıklı’da, Cumhurbaşkanı’nın evi önündeki nöbet alanından başlayarak, Kütahya ve Balıkesir’de yaptığım konuşmalarda, “Niye bu felaket başımıza geldi?” diye sorarak, “Hak kavramına riayetsizlik ettik, nefret ettiklerimize benzeme yarışına girdik” cevabını verdim ve bunlar da yine Süperhaber başta olmak üzere yayınlandı.
Yine seven sevdi, söven sövdü, aldırmadım, "kısıtlı bir duyguya” hapsolmadım. Taşgetiren’in böyle bir duygusu varsa, sorun bence kendisinden kaynaklanıyor.
Geçelim...
Söz konusu programda Yeni Şafak’tan 2005 Ağustos ayından ayrılışından söz etti soru üzerine. Bir yazısından dolayı o dönemde Başbakan olan Recep Tayyip Erdoğan’ın rahatsız olduğunu, bu yüzden ayrılmak zorunda kaldığını söyledi.
O tarihte ben Başbakan Basın Müşaviri sıfatıyla resmi görevde olduğum için, sözleri beni de ilgilendiriyor, hatta kapsıyor. Olanı biteni de yakinen biliyorum.
Erdoğan o yazılardan rahatsızlık duymadı, rahatsız edildi. Çünkü Taşgetiren’in sözünü ettiği yazı doğrudan Tayyip Erdoğan’ı suçlayan yazılar değildi. Uyaran yazılardı. Kürt Sorunu denilen meselede Başbakan’ın danışmanları tarafından yanıltıldığını ve hataya sürüklendiğini yazıyordu Taşgetiren. Yazının hedefinde Başbakan değil, danışmanları vardı. Yazıdan rahatsızlık duyması gereken danışmanlardı.
O tarihte benim ısrarlarımla ihdas edilen Başbakanlık Basın Sözcülüğü’ne Akif Beki getirilmiş, ben kendimi daha geriye geçerek basınla ilişkileri ona bırakmayı uygun görmüştüm. Taşgetiren’in yazısının beni rahatsız edecek bir yanı yoktu. Fakat Başbakan’ın bu yazı üzerinden rahatsız edildiğini de görüyordum.
Taşgetiren bir yazı daha yazdı. “İzlenimler” başlıklı 16 Ağustos 2005 tarihli bu yazıda şöyle diyordu:
"Tayyip Erdoğan'ın Danışmanlar"ı diye bir "Sorun" insanların gündeminde. Beklenmeyenlerle, aksamalarla, yanlışlarla onların alakası kuruluyor. Yeterlilikleri sorgulanıyor. Bu, Ak Parti'nin parlamento grubunda da ciddi bir sorun. Hatta belki hükümet içinde de... (Bu 15 gün içinde hem Ak Parti grubu, hem hükümet üyelerinden kimileriyle temaslarım oldu.) Bu çerçevede "Kürt sorunu" çıkışının parti içinde sıkıntılar doğurması muhtemel.”
Bu sözlerin kimleri rahatsız etmiş olabileceği belliydi. Bir tatsızlık oluşabileceği düşüncesiyle, Taşgetiren meselesini Başbakan ile konuştum; “Ahmet abi tanıdığımız sevdiğimiz abimizdir. İzin verirseniz ben kendisiyle konuşayım. Hatta gelsin, size düşündüklerini anlatsın, siz kendisine meseleyi izah edin, eminim ikna olacaktır” dedim. “İyi olur!” cevabını aldım.
Fakat ben Taşgetiren ile görüşemeden bir şeyler oldu, hem Yeni Şafak Genel Yayın Yönetmeni Selahattin Sadıkoğlu, hem Ahmet Taşgetiren istifa etti. Neler olduğunu gazete içinden biraz öğrendim. Taşgetiren “Oldu mu şimdi?” başlıklı bir yazı yazmış. Yazının başlangıcında şu cümleler varmış:
“-Acı duyuyorum, Başbakan "aydın-danışman" koalisyonu içinde harcandığı için...
-Acı duyuyorum, Türkiye'nin bu en sancılı meselesinde Tayyip Erdoğan'ın ifa edeceği doğru misyonun canına okunduğu için...
-Acı duyuyorum, sorun, böyle istenmese bile, en riskli alana, yani Türkiye - PKK denklemine sürüklendiği, yani en olmayacak şey, PKK, "Kürt meselesi"nin temsili konumuna oturduğu için...
Bakın bakalım sayın Başbakan'ın halet-i ruhiyesi nicedir?”
Ve uzayıp gidiyor yazı bu minvalde…
Selahattin Sadıkoğlu’nun yardımcısı pozisyondaki Mehmet Ocaktan, Taşgetiren’in bu yazısını gelir gelmez, Yeni Şafak’ın patronuna götürüyor ve yayınlanmaması gerektiğini söylüyor. O da bu yönde kararını veriyor. Genel Yayın Yönetmeni Sadıkoğlu, kendisi atlanarak yapılan bu “operasyona” sinirleniyor, istifa ediyor. Taşgetiren de gazeteden ayrılıyor.
Bu hadiseden sonra gazetenin Genel Yayın Yönetmenliği’ne kim getirildi dersiniz?
Ankara temsilcisi Mustafa Karaalioğlu.
Karaalioğlu daha sonra Star Gazetesi’nin ve 24 TV’nin başına geçti. Mehmet Ocaktan, milletvekilliğinden sonra Star Gazetesi’ne geçti. Akif Beki ise Başbakanlık’tan ayrıldıktan sonra 24 TV Genel Yayın Yönetmeni oldu.
Şimdi?
Karaalioğlu; Ahmet Taşgetiren’in yazdığı Karar Gazetesi’nin başında, bir anlamda “patron”. Her ne kadar Genel Yayın Yönetmeni ve sahibi olarak görünmüyor, sadece yazı yazıyorsa da herkes biliyor ki “patron” odur. Mehmet Ocaktan da yine yanında. Akif Beki ile beraber.
Hatta geçenlerde tam sayfa duyuru ile kendilerine ilan ambargosu konulduğunu şikayet ettikten sonra Külliye’ye giderek Cumhurbaşkanı’nın huzuruna çıktılar.
TV5’teki programda soru soran Yıldıray Oğur bunları bilmiyor olabilir, normaldir. Fakat Ahmet Taşgetiren çok iyi biliyor. Yazılarından asıl rahatsızlık duyanın Tayyip Erdoğan değil, “danışmanlar” olduğunu, kendisine çekilen operasyonun faillerinin onlar olduğunu biliyor ama söyleyemiyor, yutkunuyor, yarım yamalak utangaç gülümsemeye çalışıyor.
Çünkü bugün onlarla birlikte çalışıyor!
Ve “12 Mart, 12 Eylül, 28 Şubat döneminde yazdım, kendimi bu zamandaki kadar kısıtlı bir duygu içinde görmedim.” diyor, arkasından ekliyor: “Biraz ağır mı oldu?”
Yıldıray Oğur “Muhatapları açısından ağır oldu evet” diyor ve karşılıklı gülümsüyorlar.
Taşgetiren gülümserken yine yutkunuyor. “Muhataplar”ın kimler olduğunu biliyor. Çünkü o muhataplar ile bugün birlikte çalışıyor. Ve bu utangaç yutkunuş insanın içini acıtıyor!
Karar Gazetesi’nin az yukarda bahsettiğim ilan ambargosu duyurusunun görselini, yine o gazetenin yazarlarından biri bana whatspptan göndermişti. Şunu yazmıştım cevap olarak:
“Akif Beki ve Mustafa Karaalioğlu'nun yetiştirdikleri, onların açtığı yoldan sağlam adımlarla yürüyorlar demek ki...”
Herhangi bir karşılık gelmedi. Fakat gözümün önüne getirebiliyorum. O da gülümsemiş ve yutkunmuş olmalı, Taşgetiren gibi...
Evet, bugün medyanın hali, bütün darbe dönemleri dahil, son 40 yılın en pespaye dönemidir ve bu pespayeliğin mimarları Karar Gazetesi’nin başındadır!
Taşgetiren kendisini bu nedenle kısıtlı bir duygu içinde görüyor olmalıdır.
Üzgünüm Leylâ!