T24 - İstanbul Bilgi Üniversitesi'nde yaşanan 'porno' tartışmalarını köşesine taşıyan Radikal gazetesi yazarı Yıldırım Türker, medyanın her zaman için toplumun pornografi ihtiyacını karşılayan bir kurum olduğunu belirterek, "‘Hardcore’, her zaman Reha Muhtar’ın öncülüğünü yapmış olduğu haberler dünyası oldu. Muhtar ve gibilerinin haber-magazin programları kanımca meşru pornonun en kıyıcı örnekleriydi" dedi.
Yıldırım Türker'in Radikal gazetesinde "Pornocuyuz hepimiz" başlığıyla yayımlanan (10 Ocak 2011) yazısı şöyle:
Pornocuyuz hepimiz
Bu dalga dalga infiali yaratarak toplumun hemen her kesiminin benzer duruşlar ortaya sermesine zemin hazırladığı için Bilgi Üniversitesi öğrencisi Deniz Özgün’ün porno projesi, hedeflediğinden de büyük bir başarı kazanmıştır.
Deniz Özgün, bitirme projesiyle mezun olmak yerine, akademik özgürlüğün sınırının nereye ulaştığını görmek istediğini söylüyordu.
Hem de özgürlükler yuvası olmaya adanmış bir üniversitede:
“Bir yaşlının hazin hikâyesi, kedinin sevimli patileri, eski çağda kadın, yeni çağda zaman gibi konuların beni motive etmediğini fark ettim. Öyle bir şey yapayım ki; senelerdir kafama sokulan akademik özgürlüğün sınırlarını göreyim istedim.
Çünkü üniversite demek kullanılmayan müthiş bir özgürlük demek. İleride porno yönetmeni olmayacağıma göre, zaten istesem de olmaz çünkü ticari olarak porno çekmek yasal değil, bunu yapabileceğim tek yer okuldu. Burada, kimseye zarar vermiyorsan her şey akademik koruma içindedir. Sınırların nereye dayanacağını merak ettim; hem beni hem ekibi hem hocaları hem üniversiteyi hem de özgürlüğün limitlerini zorlayacak olanın da porno olduğuna karar verdim...
İkna süreci biraz zorlu geçti. Hocalarım, her sunum yaptığımda, ‘Yeterli değil. Bir tasarım öğrencisi olarak porno çekmek istiyorsan daha iyi bir temele ihtiyacın var’ diyorlardı. Bir yandan da neden bunu istediğimi anlamaya çalışıyorlardı...”
Konu çok deşildi. Bilgi Üniversitesi’nin, kısa tarihinde karşısına çıkan en zorlu sınavda tepe taklak yere çakıldığını gördük hep birlikte. Evet, en zorlu sınavdı. Ermeni Konferansı’nda bile onca çok destekçi bulabilmiş, saygınlığını baskılara direnmesiyle pekiştirmişti. Ama bu kez beyni kurtlu bir öğrenci, yaradana sığınıp elindeki taşı en yüksekteki cam kasaya atıyordu. Toplumun kalbi olan riya kasasına.
Prof. Oğuz Adanır, öğrencinin bir dergiye röportaj verdiği için öncelikle samimiyetini sorguluyor. Onu samimiyetsiz buluyor. Samimiyetin konumuzla ne ilgisi olduğunu düşüneduralım, asıl tavrını patlatıveriyor Adanır: “Akademik özgürlüğün sınırlarını sorgulamak istiyormuş. Bir öğrenciye düşmez bu özgürlüğü sorgulamak. O akademisyenlerin işidir. Akademisyen olduğu zaman isterse o da sorgular.”
Doğru ya. Üniversite de tam böyle bir mekândır çünkü. Herkesin haddini bilerek, katı bir hiyerarşik hak ve selahiyetler zinciri içinde eğitim gördüğü yer.
Oğuz Bey’i sinirlendiren, öğrencinin had bilmezliği.
Kimi akademisyenlerin, katıksız bir ahlakçılıkla, feminizmin arkasına saklanarak muhafazakâr dünyadan özür dilemeye durmuş olmaları kanımca bu hikâyenin en yüz kızartıcı yanı. Bu arada tembel feministlerin de pornonun her türlüsüne, ‘kadın vücudunun sömürüsü’ olduğu için karşı olmaları fikir dünyamızın yalınkatlığını göstermiş oluyor. Bu fikirsel atalet, bu ‘feminist statüko’, “Fatmagül’ün Suçu Ne”ye tecavüze özendiriyor diye karşı çıkanlarca, ne taraftan olursa olsun kadın milletvekillerinin desteklenmesini en hayati duruş belleyenlerce de besleniyor.
Şimdi birkaç dakikalığına açık saçık konuşalım.
Kısa tarihçe
Türk porno üretiminin, kitlesel açılımla zenginleştiği 70’li yıllarda daha çok komedi ağırlıklı, çoğunluk fiziksel defosuyla karikatürleştirilmiş kahramanın hiç ‘hak etmediği’ gösterişli kadınların koynuna atlaması üstüne kurulu filmlerle karşılaşırız. Sırıtışın, kirli esprilerin, pandik atmanın, dil şaklatmanın cinselliği. Henüz hazmedilememiş, ‘enfantil’ bir haz alanını kahkahayla demokratikleştirmek. O güne kadar Yeşilçam’ın tüketicisinden binbir gayretle uzak tuttuğu, imalarla geçiştirdiği cinsellik gramerinin bir anda kaba saba bir argoyla özgürlüğünü ilan edişinde şaşacak bir şey yok elbet. Yeşilçam, çoğunluk kötü niyetlinin türlü hile ve desiseyle tehditkâr bir silah olarak kullandığı cinsellik imkânlarını, iyinin, güzelin, masumun hiç dahli olmadan bulaşıvereceği bir bataklık olarak tanımlıyordu. Orada kandırılıp gayrimeşru bir hayatın çukurlarına yuvarlanıvermekten başka bir çıkar yol gösterilmiyordu. ‘Bedenime sahip olabilirsin ama ruhuma asla’ savsözü, bu çukurda debelenmesine rağmen yenilmeyen iffeti işaret ediyor, melekler çoğunluk sahip çıkamadıkları bedenleri ve şişip bütün dünyayı kaplayan ruhlarıyla rüyalar âlemine kanat açıyordu. Salon filmlerindeki kemiksiz kötü kadınların jönün komik arkadaşlarıyla güle oynaya ‘iş tutabileceği’ akla geldiğinde Türk pornosunun formülü çatılmıştı. O bir türlü sahip olunamayan ruh, çoktan uçup gitmişti.
Küf kokan, kadın ayağı değmemiş izbe sinemalarda tüketilen porno dünyasının hazmedilip hayata yedirilmesiyle televizyonun saltanatını ilan etmesi aynı döneme rastlar.
Magazinin Batılı ‘hayat stili’nden ödünç aldığı gecekondu işi bir şıklıkla sınıf atlaması da elbette, bununla bağlantılıdır. Magazin, aç sınıfların mastürbasyon malzemesi olmaktan çıkıp hayali bir burjuvazinin cinsel özgürlük takvimine dönüştüğünde artık ‘kendini taşıyabilecek adam’ arayan şöhretli kadınlarla kara para playboy’larını ‘suçüstü’ yakalayan ‘Türk paparazzisi’ tiplemesinin elindeydi. Her dönem bir avuç sivrilmiş adam ve kadının aşk trafiği etrafında dönen bezdirici bir kovalamaca. Oysa bunun da kışkırtılmış tüketiciyi bir noktadan sonra kesmeyeceği belliydi. Nitekim, gitgide kartonlaşmış ‘ünlülerin’ Laila-Reina gibi ulaşılmaz hayal mekânlarında sahneye çıkması eski reytingi yapmıyor. Kaldı ki o muhabbet, klişelerle inşa edilmiş, profesyonel aktörler tarafından oynanan, uzun süre erotize edemeyecek erotik yapımlar.
‘Hardcore’, her zaman Reha Muhtar’ın öncülüğünü yapmış olduğu haberler dünyası oldu. Medya her zaman için toplumun pornografi ihtiyacını karşılayan kurum olageldi. Muhtar ve gibilerinin haber-magazin programları kanımca meşru pornonun en kıyıcı örnekleriydi.
Şimdi de izdivaç programları, ‘Yemekteyiz’ ve benzeri yarışma programları aynı işlevi üstlenmiş durumda. O programlarda ‘hayattan’ seçilmiş öyküler sunuluyor, insanlar birbirlerini parçalamaya kışkırtılıyorlar. Orta yerde birbirine giren, müthiş ayrıntılara başvurarak sunucunun hakemliğine sığınanların etrafını saran seyirci kitlesi, programın en önemli unsuru elbet. Bir süre sonra ellerine mikrofonu geçirdiklerinde orta yerde hepimizin zevkine kurban edilmişlerden mümkünse kadın olanını parçalayıverecekler. O magazin tartışma programı seyircilerinin, becerememiş, hata etmiş, kendilerince ahlakı şaibeli bir kadını paralamaktan aldıkları zevk, televizyonunun başındakine de sirayet edecek elbet.
Üniversitelerin demokratikleştirilmesi, YÖK’ten kurtarılması ve sonsuz akademik özgürlüğe kavuşması gerektiği konusunda hemfikir olanların şimdi yasakçı kesilmiş olmaları, bu toplumsal riya karşısında teslim bayrağını çekmişliklerini gösteriyor.
Meşru popüler alan ile dünyanın en popüler gizli üretim alanının birbirinden özenle uzak tutulması; hak ve özgürlükler alanıyla yaratıcılık ve sorgulama alanının birbirini kısıtlayan dinamiği üstüne üniversite eğitimi inşa etme çabası, muhafazakârlaşmanın motoru.
“Her şeyin bir sınırı var” şiarıyla birbirlerine parmak sallayan fikir insanlarının memleketi. Hiçbir özgürlüğü tahayyül bile edemeden özgürlük tanımını sınırlarıyla yapanlar.
Şimdi en sevdiğim siteden; muhteşem Zaytung’dan bir manşet ileterek bitireceğim: “Bilgi Üniversitesindeki Porno Skandalı Konusunda Vatandaşlardan Sağduyulu Yaklaşım:
“Filmi görmeden bir şey söylemek doğru olmaz”