01 Ekim 2017 18:18
Duvar yazarı Zehra Çelenk, 28 Eylül perşembe akşamı Behzat Ç. kitabının yazarı ve aynı zamanda aynı adlı dizinin bir dönem senaristliğini de yapan yazar Emrah Serbes için, "Emrah Serbes, herkes gibi, hepimiz gibi yaptıklarının sonuçlarını çeksin, bedelini ödesin isterim. Ama mümkünse üretmeye, daha iyi, daha kendi gibi, üretmeye de devam etsin. Bir meslektaşı, arkadaşı ve aynı zamanda okuru olarak, dileğim budur" dedi.
Zehra Çelenk'in "Emrah Serbes’in sonunda ne var?" başlığıyla (30 Ekim 2017) yayımlanan yazısı şöyle:
Hiç değilse bu itiraf anında Emrah Serbesliğinden soyunabilse, belki belli koşullarda herkesin başına gelebilecek çok talihsiz bir olayı sadelikle karşılayabilse, giden yine de geri gelmezdi. Ama karşılığındaki, yer yer çok acımasız bulduğum tepkilerde çok daha az haklılık payı olurdu.
Ünlü yazar Emrah Serbes 28 Eylül Perşembe akşamı, iki kişinin hayatını kaybettiği bir kazadan sorumlu olduğunu Twitter hesabından paylaştığı itirafla duyurdu. İtiraf olaydan altı gün sonra gelmişti, kazayı ilk üstlenen kişi, Serbes’in “tribün arkadaşı” Kenan Doğru’ydu. Serbes kazadan sonra yerde yatan ölü genç kızı gördükten sonra şoka girdiğini, arkadaşı Kenan Doğru’nun bu nedenle olayı üstlendiğini ancak aradan günler geçince bu vicdani sorumluluğu kaldıramayacağını anladığını söylüyordu. Savcılığa gelmişti, kendisi teslim olmak üzereydi. İtirafını ise ilk kez sosyal medyadan, okurlarıyla paylaşmak istemişti.
Bir filme ya da romana aitmiş gibi görünen itiraf, şu cümlelerle sona eriyordu. “Hayatı boyunca haktan, hukuktan, adaletten bahsetmiş biri olarak bundan sonra doğan her gün benim için azap olacak. Suçun cezasından kaçabilirsin ama vicdanın azabından kaçamazsın.”
Serbes teslim olduktan sonra polis aracına bindirilirkense şu sözleri haykırıyordu: “Hiçbir şey bir genç kızın hayatı etmez. Yere batsın Emrah Serbes! (Benim adım) Emrah Serbes, sonunda t yok! Bundan sonra benim sonumda hiçbir şey yok. Ömür boyu bu vicdan azabıyla yaşayacağım. Keşke ben ölseydim o kazada! Çok özür dilerim herkesten.”
Olayın ağırlığı karşısında fazla romanesk, fazla “afili” duran iki aforizmik cümle nedeniyle, yazarın genel üslubundaki muziplikle karışık teatrallikten burada da hiç kısmamış oluşu göze batıyor. Gecikmiş bir itirafın herhalde çok daha ağırbaşlı biçimde, daha küçük harflerle yapılması iyi olurdu. O an iyi bir fikirmiş gibi görünse de, ilk olarak sosyal medyadan yapılmamış olması da. Kendini açıklamakta isteyerek ya da istemeyerek, ününün, takipçilerinin avantajını kullanıyorsan sonra gelecek darbelere de hazırlıklı olmalısın. Hiç değilse bu itiraf anında Emrah Serbesliğinden soyunabilse, belki belli koşullarda herkesin başına gelebilecek çok talihsiz bir olayı sadelikle karşılayabilse, giden yine de geri gelmezdi. Ama karşılığındaki, yer yer çok acımasız bulduğum tepkilerde çok daha az haklılık payı olurdu.
İtirafın çok gecikmiş oluşu, şu veya bu nedenle suçsuz birinin cezaevine girmesine birkaç gün için bile olsa göz yumması, olaydan sonra 112’nin aranmaması, tam da soruşturmanın sürücünün Kenan Doğru olmayabileceğini gösteren deliller doğrultusunda derinleşeceği noktada itirafın gelmesi… Polisiye bir dizide olsak avukatın hafifçe öne eğilip, “Doğrusunu istersen hiç iyi görünmüyor…” diyeceği nokta bu. Hiç iyi görünmüyor bence de, maalesef.
Yine de tüm bunlar ve fazlası, birer savcı, yargıç olup klavyelerimizden ikinci bir cenaze törenini de yazar için düzenlemek hakkı doğuruyor mu? Zaten çıkışlarıyla ve sivriliğiyle ünlü, alkol alışkanlığı bilinen, sevenin çok sevip sevmeyenin tenhada eline geçirse iyice bir benzetme fantezileri kurduğu ünlü bir şahsa duyulan öfkeyi, bu acı olay üzerinden çıkarma hakkını doğurmadığını düşünüyorum en azından. Hayatta herkesin başına gelebilecek, başa gelmeden de ne şekilde yüzleşeceğimizi bilemeyeceğimiz bir durumda, çok zor durumdaki bir insanın üstüne daha fazla gitmekte sanki bir acımasızlık var. Niyet okumasına da bir sınır çizmekte yarar var.
Basitçe aslında, bilmiyoruz. Kaza anında alkollü de olabilir, olmayabilir de. En kötü senaryoda olduğu gibi, bu işten yakayı sıyırmaya, kaçamayacağını anladığı noktada romantik bir itirafla “yakayı kurtarmaya” çalışmış olabilir. Söylediği gibi gerçekten şoka girmiş, ne yapacağını bilememiş, olayın gerçekliğini algıladıkça vicdan azabıyla başa çıkamayarak itirafa soyunmuş da olabilir. Bunu da bilmiyoruz. Bilemeyeceğimiz şeyler konusunda da belki çok iddialı olmamalıyız, hiçbirimiz.
Çok iddialı değilim ama ben Emrah’ın tümden bu olaydan “sıyırmak” niyetiyle hareket etmediğini düşünüyorum. Bence her zaman olduğu gibi hem biraz Emrah Serbes’ti, hem de biraz Emrah Serbes’i oynuyordu.
Gerçekten vicdan azabı çektiğini, hayatında yaşadığı en büyük sıkışmışlığı ve çaresizliği hissettiğini ve çok ama çok korktuğunu düşünüyorum. Erkekler de, özel olarak onun dahil olduğu edebiyatta tanımlanan erkekler de, korkar, evet. Korktuğunu ve bu nedenle bu kadar “yüksek” davrandığını. Bunun da insani bir şey olduğunu. Korktuğu şey hapiste yatmak, cezasını çekmek değildi bence. Parlak bir romancı, senarist olarak bundan sonra ne olacağını bilmemenin, o kesif belirsizliğin verdiği korkuya eşlik eden şey, çok sevilen birinin itibarını neredeyse tümüyle yitirmek karşısında duyduğu endişeydi. İtirafında da dediği gibi hayatı boyunca hak-hukuktan, adaletten bahsetmiş biri olarak yükseldiği yerden hiç olmadık bir biçimde düşmek üzereydi. Kaza olmuştu. Çocuk ölmüştü. Neredeyse bir aile yok olmuştu. Direksiyonda o vardı. Herhangi, sıradan bir insanın bile kaldırmasının çok güç olacağı bir vicdan yüküyle, yıllardır ona yüklenen ve üstlendiği Emrah Serbes imajına çok zıt bir noktada karşı karşıya kalmıştı.
Bu olaydaki en büyük kesinliklerden biri, gidenin geri gelmeyecek oluşu. 16 yaşında bir kız öldü. Günlerdir bu olayı Emrah üzerinden konuşuyoruz, kızın adını bile bilmiyoruz çoğumuz, değil mi? Zeynep Özçelik. Babası Ayhan Özçelik de kazada öldü. Annesi Nilgün Özçelik yoğun bakımda.
Zeynep, bir daha hiç kitap okuyamayacak. Hayal kuramayacak. Aşık olamayacak. Gün batımı izleyemeyecek. Arkadaşlarıyla çene çalamayacak. Daima on altı yaşında olacak… Annesi Nilgün, yoğun bakımdan çıksa bile evladını kaybettiği bir kazadan sağ çıkmış olmanın ağırlığını ömür boyu evlat acısıyla beraber duyacak. Bunun telafisi yok. Tüm bunların kazanın sorumlusunun ünlü bir yazar olmasıyla da bir ilgisi yok. Ünü nedeniyle yapılan savunu, eleştiri ya da hakaretlerin de sonuca pek bir etkisi yok. Sonuçta bir para babasından, siyasi ilişkileri güçlü birinden değil muhalifliğiyle bilinen bir yazardan bahsediyoruz. Cezası neyse yatacak zaten. Bir adalet varsa, gerçekleşecek.
Ölüp gidenin karşısında, istemeden de olsa buna yol açanın duygularını düşünmek ister istemez yersiz geliyor insana. Yine de Emrah ömrünün sonuna kadar bunun ağırlığı ve acısıyla yaşayacak. Hikayelerindeki ağır acılı kahramanlar gibi. Bu her gün daha derinleşecek, yaşadığı sürece içinde kocaman bir oyuk olarak kalacak. Çünkü kötü biri değil bence Emrah. Bir kahraman da olmadığı gibi. Çok genç yaşta gelen ünün etkisiyle epey dağılıp savrulmuş, yetenekli bir yazar. “İyi”yi tanımlamak bazen çok zor, ama ölçümüz kimseye bile isteye zarar vermemek ve dünyalığı doğrultmak dışında başka dertlerle de meşgul olmaksa, tanıdığım iyi insanlardan biri.
.
Gerçi ben galiba “Emrah Serbes”i değil, onun da dahil olduğu gerçek, kanlı canlı bir insan olarak Emrah’ı tanıyorum. On yıl önceydi. Yönetmen arkadaşımla beraber TRT’de bir diziyi hayata geçirmek üzereydik. Bıdık bir bütçeyle günlük sitcom. Çok zor bir işti, çok heyecanlıydık. Böyle bir sorumluluk için epey de genç sayılırdım. İlk kez yapım işine soyunuyorduk, bir senaryo ekibi kuruyordum. Bunun için bana önerilen yazarlar arasında o günlerde ilk romanı çıkmış olan Emrah da vardı.
Bir cafede buluştuk, oturduk. Bu ufak tefek, kara gözlü adamın halinde tavrında bir enteresanlık vardı. Hiç senaryo deneyimi yoktu ama garip bir güven veriyordu insana. O gün eve döndükten sonra “Her Temas İz Bırakır”a başladım. Sabaha kadar uyumadan bitirdim. Emrah’ı heyecanla aradım. “Senaryoda durum ne olur bilmiyorum ama okuduğum en iyi Türkçe yazılmış polisiye roman bu galiba, gelsene başlayalım” dedim.
İki yıla yakın bir süre çalıştık. Hep geç yattığımız için 11-12 civarına koyulan toplantılara bile her defasında “Bu saatte toplantı olur mu yav. Bir Emrah Serbes kolay yetişmiyor!” sızlanmasıyla gelirdi. Ciddi değildi elbette ve aynı zamanda ciddiydi. Daha şu anki ününün ucunun ucunun ancak göründüğü o günlerde bile hem ünlü yazar Emrah Serbes’i oynuyor hem de bu durumla dalga geçiyordu. Sonradan biraz abartsa da yaptığının aslında hep bu olduğunu düşünüyorum. Aslen mütevazılıktan uzak olmadığını, bu afili delikanlı hallerin, adının altını çizen konuşmaların bir kısmıyla aynı esnada kendisinin de dalga geçtiğini. Bir noktada gerçek Emrah Serbes, ona yüklenenler ve yarattığı kahramanlar birbirine karışmış gibi geliyor bana…
Türkiye insanın ünlenmesi için en iyi ve en kötü yer. Hiç ayarımız yok. Emekler ve yetenekler yıllarca karşılığını bulmayabileceği gibi bir günde ünlü olunabilir. Emrah’ın ünlü olduğu yaşlar için, bu hediye olduğu kadar bir lanettir de. Her ikisinin de sonuçlarını gördü. Dili, mizah duygusu, kurgusu, kendine özgü dünyasıyla bence son kuşakların en yetenekli erkek yazarlarından biri. Tanıdığım en sorumluluk sahibi ve çalışkan insanlardan olduğunu da söyleyebilirim. Bence bir insanı evet tatilde, kavgada ama en çok da yoğun ve stresli bir işte tanırsınız. Tanıdığım Emrah’ın kimseyi bile isteye üzmeyeceğini ve asla kimseye isteyerek zarar vermeyeceğini biliyorum.
“Sonunda t olmayan Emrah Serbes” de bence bundan çok apayrı biri olmamalı. Fazla uzaklaşmış olamaz yani. Sadece Türkiye’ye özgü ani ünün savurduğu, şöhretin en riskli yanlarıyla genç yaşta karşılaşmış ve maalesef bu durumu da çok iyi yönetememiş biri.
Yazarlık zor ve zahmetli bir iştir, temeli de yazmaktır. Yazar elbette yaşamalı, savaşmalı, içmeli, aşık olmalı, arada afili cümleler savurmalıdır. Ama yazmanın temelde kan, ter ve gözyaşıyla yapıldığını, çok ama çok yalnız bir iş olduğunu hiç unutmamak gerek. Sevilip göklere çıkarılan sen değilsin aslında, yaptığın şey. Yaptığını yapmaya ve bunu yaparken de kendini dış dünyanın ayartmalarından bir ölçüde olsun uzak tutmaya devam edebilmen gerekiyor. Ünü bir hediye gibi görmen ama gerçekte kim olduğunu, niye orada olduğunu hiç unutmaman gerekiyor. Zor ama imkansız değil, bunu yapanlar var dünyada ve az da olsa ülkemizde.
Özetle, bu kadar ortalarda olmasındansa çok daha fazla yazmasını, üretmesini arzu ettiğim, yazdığı şeyleri merak edeceğim biriydi Emrah, onunla tanıştığım günlerde. Tüm o erkeklik, ergenlik, yara, arka sokaklar edebiyatınınsa bence en “gerçek” kalemlerinden biriydi.
Bu kaza haberini ilk duyduğumda, aklıma hemen Emrah’la ilk buluşmamız geldi. O buluşmada gördüğüm yazarı bir üçüncü sayfa haberi olmaya iten süreçte yerden göğe sığdıramamakla yerin dibine sokmak arasından okun bile geçmediği bu kültürel ve toplumsal ortamın da payının olduğunu düşündüm. Yükselişini ve savruluşunu izlediğim o genç yazarın da o gün o kazada çok ağır bir yara aldığını düşündüm. Kızanlar olacaktır ama buna da biraz içim yandı, elimde değil.
Emrah Serbes, herkes gibi, hepimiz gibi yaptıklarının sonuçlarını çeksin, bedelini ödesin isterim. Ama mümkünse üretmeye, daha iyi, daha kendi gibi, üretmeye de devam etsin. Bir meslektaşı, arkadaşı ve aynı zamanda okuru olarak, dileğim budur.
Zeynep ve babası nur içinde yatsınlar. Annesine ve yakınlarına sabır dilerim. Bu noktadan bakamasak da, bu olayda esas trajedi onların yaşadığı. Ne faili ne de esas acı çekeni olduğumuz bu mevzuda, haddimizi bilmemizi, acıya olabildiğince saygılı ve ortak olmamızı dilerim.
© Tüm hakları saklıdır.