Magazin

Emel Müftüoğlu: Sezen 'Hovarda'yı bana bar tuvaletinde hediye etti

"Ruhunu kendime yakın hissettiğim için de albümlerim daha çok ona endeksli oluyor"

06 Mart 2016 12:11

Emel Müftüoğlu güzel sesiyle yaptığı müzikle 25 yıldır sanat camiasının önde gelen isimlerinden. Son albümü 'Emel ile Yeniden' ile tekrar hayranlarına seslenen Müftüoğlu, Hürriyet'ten İzzet Çapa'ya verdiği röportajda geçmişten bugüne sanat dünyasında ve kendi özel hayatında yaşamış olduğu ilginç olaylaların yanı sıra müziğe nasıl başladığını da anlattı. Sezen Aksu'nun hayatındaki etkisine de değinen Müftüoğlu  "Bugüne kadar çıkış yaptığım şarkılar hep Sezen Aksu’nun imzasını taşıdı. Ruhunu kendime yakın hissettiğim için de albümlerim daha çok ona endeksli oluyor." dedi.

 

Yıl 1990... Karlar Düşer’le beraber nur topu gibi bir de Emel düştü hayatımızın orta yerine... 


Öyle bir konuşuyorsun ki sanki kötü yola düşmüşüm! (Kahkahalar)


 Dakika bir gol bir! Kızım böyle giderse gülmekten bitiremeyiz biz bu röportajı...


 İstiyorsan çok da iyi ağlatabilirim. 


 Yok yok sen böyle devam et...


-Eh haydi ne soracaksan sor bakalım...


Gel azıcık “tarihin arka odasının” kapısını aralayalım o zaman... Şöhret olana kadar neler yaşadı Emel Müftüoğlu?


Belki klişe bir cevap olacak ama daha ufacık yaşımdan beri müzik hayatımın bir parçasıydı. Evin bahçesinde çocuklara konserler verirdim, hatta gelenlere pastel boyalardan bilet yapıp satmışlığım bile vardır. (Gülüyor)


Baksana daha o yaşta hem küçük Ceylan’a hem de tüccara bağlamışsın... 


-Sus sus sorma... İnanılmaz yaramazdım, benden yaka silkmeyen hiç kimse yoktu. Hayat Şarkısı diye bir dizi başladı ya, işte orada elinde farelerle ortalıkta dolaşan haylaz kız birebir benim çocukluk halim. İzleyen akrabalarım arayıp “Kesin seni tanıyan biri yazmış bu karakteri” diyor. (Gülüyor) İlkokul yıllarında aşık olduklarıma önce iyi davranır, karşılık bulamayınca da kafasını gözünü dağıtırdım.


 O yaştaki çocuğun aşkla meşkle ne işi olur ki?


 Aa öyle deme, orduevinin orkestrasındaki Yavuz Abi’ye sırılsıklam aşık olmuştum. Herif 40 yaşındaydı... Aklına gelebilecek her enstrümanı çaldığı için benim aşk kriterlerimin hepsini karşılamış oluyordu.


Kafandaki fay hattı ilk o zamanlarda çatladı herhalde...


-Onu ne zaman orkestranın başında görsem hoop hemen elime mikrofonu alıp sahneye fırlardım. O kadar emindim ki Yavuz Abi’nin de bana aşık olduğuna... (Gülüyor)


Vah vah vah...


Vah ki ne vah! Belki Yavuz Abi’nin bir gün paraya ihtiyacı olur diye dereden topladığım teneke ve çivileri eskiciye satıp kazandıklarımı, bahçe konserlerimin “hasılatıyla” birleştirince bir sürü param oldu.



Yavuz Abi’ne sponsor mu olmayı düşünüyordun?

Ona para verirsem küçük olmadığımı anlayacağına inanıyordum. O zamanlar kelimenin tam anlamıyla Erkek Fatma’ydım. En büyük zevkim tabanca ve arabalarla oynamaktı. Ama aşık olunca işler de, Emel de bir anda değişti. Tabancaları falan bir kenara bırakıp, saçlarımı bile annem gibi taramaya başlamıştım.


 Erkek Fatma’nın Fatma’lıkla ilk sınavı... 


Aynen öyle! Yavuz uğruna bütün hayatım değişmişti. Okula giderken “Allah’ım ne olur karşılaşayım” diye dua ederdim. Ve sonunda beklediğim o an geldi...


 Yavuz Abi ilan-ı aşk etti dersen düşer bayılırım!


 Sus da hikayenin içine etme... Bir gün tam okulun kapısına gelmişken baktım karşımda duruyor. Elim ayağım birbirine dolandı tabii. O da soğukkanlılığını hiç bozmadan usulca kafamı okşayıp “Kahvaltıda yumurta mı yedin?” diye sordu. Dünya başıma yıkılmıştı... O günden beri de ne zaman yumurta yesem dişlerimi defalarca fırçalarım. (Gülüyor) Hele ondan sonraki bir karşılaşmamız var ki ne sen sor ne de ben anlatayım.


 En iyisi ben sormayayım ama sen yine de anlat...

-Bir gün orduevinde balo var... Yavuz’u göreceğim diye iki dirhem bir çekirdek giyinmişim. Tam herkes gülüp eğlenirken beni kenara çekip; “Sana bir şey söyleyeceğim ama sakın ha annene babana anlatma” demesin mi... “Aman Allah’ım herhalde bana evlenme teklif edecek” diye kalbim yerinden çıkacaktı. Fakat Yavuz ne dese beğenirsin...


 Vallahi bu çetrefilli hikayede gelecek sahneyi tahmin edecek bir hayal dünyasına sahip değilim...


-Cebinden bir mektup çıkarıp “Bunu Sebahat Abla’na verir misin?” diye sordu. Sebahat Abla dediği de bizim evin orada oturan jandarma binbaşının baldızı... İşte bittiğim an oydu! Keşke yer yarılıp içine girseydim.


Kesin sen o mektubu vermemişsindir...


Verdim vermesine de o saatten sonra aşkından öldüğüm Yavuz Abi gözümde hayatımda tanıdığım en büyük “o...çocuğu” haline geldi. (Kahkahalar)





 Gel bunları bir kenara bırakalım da müzik gibi daha “tehlikesiz” sulara yelken açalım...


Babam asker olduğu için sürekli şehir değiştirirdik. Nereye gidersek gidelim hep bir orkestra bulup şarkı söylerdim. Başta Milliyet Liselerarası Ses Yarışması olmak üzere denemediğim hiçbir yol kalmamıştı. Sonunda da bu müzik aşkı beni konservatuvara kadar götürdü. Tam opera eğitimi almaya başlamıştım ki kızımın babasıyla tanıştım. Zaten çok geçmeden de evlendik.


Neydi acelen?


-Hem Oğuz’a aşık olmuştum hem de evdeki baba baskısı dayanılmayacak hale gelmişti.


Aşktan ziyade baskıdan kaçmak için mi evlendin sen?

-Yok ne alakası var canım... Allah karşıma dünyanın enmuhteşem insanını çıkarmıştı. O kadar küçük yaşta böylesine şahane kalbi olan bir adama rastlamak büyük şanstı doğrusu. 

Kaç yaşında evlendin?

 Daha 18 yaşındaydım. 


Müziğe ne oldu peki? Evde mi şarkı söylemeye başladın?

 Kocam bir gün beni karşısına alıp “Sen okulu bıraktın fakat ileride bundan çok pişman olacaksın” dedi. Haklıydı belki ama konservatuvar trenini kaçırmıştım bir kere... Derken Güneş Gazetesi’nin bir ses yarışması düzenlediğini duydum. Birinciye 3 sene boyunca ayda 500 milyon lira falan verileceğini taahhüt ediyorlardı. Tabii bunu duyan herkes koşa koşa başvurdu yarışmaya.

 Sen de durmadın tabii...
 

Eşim Oğuz’un ısrarıyla CV gönderip başvurdum. İlk eleme sonuçları gazetede sayfalarca yayınlandı. Sanırsın üniversiteye giriş sınavı... Neyse baktım baktım ismimi listede göremedim.

 

Yavuz Abi’den sonra ikinci hayal kırıklığı...


(Gülüyor) Cebime jetonları doldurup soluğu bir telefon kulübesinde aldım. “Kim bu işin sorumlusu?” diye Güneş Gazetesi’ni arıyorum durmadan. Artık adamları nasıl bezdirdiysem sonunda “Sizi Ayhan Fırıldak Bey’le görüştüreceğiz” dediler. Neyse adam telefona çıkınca başladım saydırmaya. 

“Siz kim oluyorsunuz da beni eliyorsunuz? 2 yaşımdan beri şarkı söylüyorum, konservatuvara birincilikle girdim, hocalar beni paylaşamadı. Benden daha iyi kim var orada? 
Zaten soyadınız da Fırıldak” diye nasıl çemkiriyorum anlatamam. Eğer yaşıyorsa buradan Ayhan Bey’e de selam olsun, hayatımda çok önemli yeri vardır.

 Şirretlikte sınır tanımıyorsun...

Benim yaptıklarımın yanında şirretlik kelimesi solda sıfır kalır, bunun adı resmen çirkeflikti! Sonunda adamcağız dayanamayıp, “O zaman sana bir kıyak yapayım. 
İlk elemeleri geçtin sayalım, seni aradan direkt canlı elemelere sokalım” dedi. Önce ilk 50’ye kaldım, ardından da ilk 20’ye, derken kendimi Caddebostan Maksim’deki finallerde buldum. Jüriyi görsen, resmen dudak uçuklatacak cinstendi. Ajda Pekkan, Zerrin Özer, Yurdaer Doğulu ve Sezen Aksu karşımda oturuyor, Zeki Müren de sahnede şarkı söylüyor...


Ses yarışması değil Şampiyonlar Ligi mübarek..


Ve o gece aldığım birincilikle İstanbul hikayem de başlamış oldu.


Sonunda Emel’e hem İstanbul’un hem de şöhretin kapıları açılmıştır...


-Ayol ne açılması, aralanmadı bile. Tabii ertesi gün gazetelerin manşetlerinde kendimi görünce çok ünlü olduğumu falan sanmıştım. 
Bende bir havalar bir havalar hiç sorma, bakkala gittiğimde herif suratıma bön bön bakınca “Bu adam nasıl beni tanımaz” diye cinnet geçiriyordum. 
Gel gör ki tıpkı bugünkü yarışma programlarında olduğu gibi birkaç gün sonra, müzik piyasasından ne arayan ne de soran kaldı...


 Bu tip yarışmalar gençlere karşılığı olmayan ümitler mi veriyor demek istiyorsun? 


Sana vaat edilen hayaller gerçekleşmeyince, psikolojin altüst oluyor resmen. O ruh halini çok iyi bildiğim için yarışma programlarındaki çocukları izlemeye dayana-mıyorum; hatta bazen denk geldiğimde ciddi ciddi ağlıyorum.

 

Gelelim hayatındaki Minik Serçe etkisine... 


- Sezen Aksu’yla ilk kez o yarışmada karşılaştım. 

Ve hemen kankaya bağladınız...


 Yok ayol daha dur! O dönem İstanbul’un pek çok ünlü mekanında sahneye çıkıyordum. 90’da Karlar Düşer albümü, 92’de Faka Bastın derken yavaş yavaş daha tanınır hale geldim. Attila Özdemiroğlu’yla çalıştığım için zaten Sezen Aksu’nun yörüngesine bir şekilde kapağı atmıştım. (Gülüyor)


En büyük patlaman da onun yazdığı şarkıyla oldu zaten...


Bugüne kadar çıkış yaptığım şarkılar hep Sezen Aksu’nun imzasını taşıdı. Ruhunu kendime yakın hissettiğim için de albümlerim daha çok ona endeksli oluyor. Neyse bir gece hep beraber Şamdan’da eğleniyoruz. Tabii bendeniz de her müzisyen Türk evladı gibi bir Sezen Aksu şarkısı söyleyebilmek için yanıp tutuşanlardanım.


Ayhan Bey’e yaptığın gibi çirkefe bağlasaydın...


- Neredeyse öyle oldu zaten... İnsanları en zayıf yerlerinden vurmak gibi bir yeteneğim vardır. Sohbet sırasında Sezen Aksu’ya dönüp şakayla karışık, “Sağda solda bu şarkıları senin yazmadığının dedikodusu yapılıyor” dedim.


Senin diline düşeceğime, tuvalete düşerim daha iyi...


-(Gülüyor) Kadın önce bir dumura uğrayıp “Nasıl yani?” dedi. “Vallahi orasını ben bilemem. Bu şarkıları gerçekten senin yaptığına inanmamı istiyorsan, burada benim gözümün önünde bir tane yaz da görelim” diye geyik çevirmeye başladım. Hınzır bir gülüş atıp, “Hee olur olur, tamam yazarım” dedi. İstediğim reaksiyonu alamayınca da, her beş dakikada bir “Ne oldu?”, “Olmuyor değil mi?”, “Yoksa dedikodular doğru mu?” diye başının etini yeme operasyonunu devreye soktum... (Gülüyor)


 Dayaklıksın vesselam... 


Çok şükür Sezen senin gibi düşünmedi. Bir saat geçmemişti ki, kolumdan tutup “Gel” diyerek, beni aşağıya indirdi. 


 Tamam işte kesin dövecek... 


- (Gülüyor) Yok be, mekan inanılmaz gürültülü olduğu için sessiz bir yer arıyordu. Sonunda tuvalete girdik. İçeride bir sürü kadın olmasına rağmen, Sezen Aksu orada başladı bugüne kadar duymadığım bir şarkıyı söylemeye... Görsen tuvalette alkış kıyamet, yer yerinden oynuyor. Ağzım açık olanları seyrederken “Bu şarkıyı az önce sana yazdım” dedi. 


Hangi şarkıydı bu?

- İnanmayacaksın ama tuvalette hediye ettiği şarkı Hovarda’ydı. Şaşkınlıktan küçük dilimi yutacaktım. Vazgeçer diye korktuğumdan, hemen o gece şarkının aranjesini yaptırmaya başladım. Ertesi sabah “Albümü falan bekleyemem, ben bunu tek şarkı olarak çıkarıyorum” dedim. Tabii o zaman single’lar yoktu Türkiye’de; “Yok öyle yapma, bir tane de slow şarkı ekle yanına” dedi Sezen Aksum ve beraber yolculuğumuz böylece başlayıverdi.

Röportajın tamamını okumak için tıklayın