Emine Dolmanci - Zaman
Türkiye, Nazım Hikmet'i vatandaşlığa alarak gecikmiş bir özür borcunu ödemiş oldu.
Bir zamanlar yasakladığı, sürgün ettiği, ötekileştirdiği şairle, onun arkada bıraktıklarıyla, eserleriyle barıştı. Şimdi sırada Yılmaz Güney var. Ancak, cumhuriyetin kuruluşundan beri, kendisiyle bire bir aynı olmayan, çelişen, çatışan tüm kimlikleri yok sayan devlet anlayışı, bu süreçte pek çok kişiyi dışladı.
Birçok sanatçı, yazar, aydın, fikir ve siyaset adamı, düşüncelerinden dolayı yargılandı, hapse atıldı hatta sürgüne gönderildi. Osmanlı'nın son döneminden başlarsak son padişah Sultan Vahdettin, Halife Abdülmecid ve Osmanoğulları ailesi bu acıyı yaşadı. Ülkelerinden sürülen isimlerin birçoğu yurtdışında vefat etti. Millî şair Mehmet Akif Ersoy gönüllü bir sürgünlüğe giderken, geçen yüzyılın yetiştirdiği en büyük mütefekkirlerden biri olan Said Nursi ile talebeleri yıllarca hapis yattı. İskilipli Atıf Hoca ise düşüncelerinin bedelini idam sehpasında ödedi. Yılmaz Güney ve Ahmet Kaya yurtdışında vefat etti. Kürt yazar Mehmed Uzun ancak hastalandığında ülkesine dönebildi ve kısa bir süre sonra hayata veda etti. Bunların yanı sıra darağacına gönderilen Adnan Menderes, Fatin Rüştü Zorlu ve Hasan Polatkan'a yıllar sonra itibarları verildi, cenazeleri devlet töreniyle anıtmezara taşındı. Cem Karaca ve Ozan Arif, ancak Turgut Özal döneminde Türkiye'ye gelebildi. Devletin düşüncelerinden pek hazzetmediği Yaşar Kemal'e ise geçen ay Cumhurbaşkanlığı Kültür ve Sanat Büyük Ödülü verildi. Devletin barışması gereken daha pek çok isim var böyle. Onların bir iade-i itibara ihtiyacı yok belki; ancak düşüncenin üzerindeki kısıtlamaların bütünüyle tarihe karıştığını göstermek, biraz da geçmişte devlet eliyle yapılan hataların kabulüyle mümkün olacak.
İade edilecek itibar çok
"Yoldaşlar, nasip olmazsa görmek o günü/Ölürsem kurtuluştan önce yani/Alıp götürün/Anadolu'da bir köy mezarlığına gömün beni/Ve de uyarına gelirse/
Tepemde bir de çınar olursa/Taş maş da istemez hani..." Bu dizeler, yurda dönmeden önce, yani dönemeden hayatını kaybeden şair Nazım Hikmet'e ait. Bunu kendi 'Vasiyet'i olarak yazmıştı, ancak ne hayatının son günlerinde ülkesini görebildi ne de Anadolu'da bir köy mezarlığında bir çınarın altına gömüldü. 1963'te Moskova'da vefat eden Nazım'ın vatandaşlığı aradan 46 yıl geçtikten sonra verildi ancak. Nazım Hikmet, bu konuda yaşanan tek örnek değil. Zira, Türkiye Cumhuriyeti'nin ilk yıllarından itibaren, hatta Osmanlı'nın son dönemi de dahil olmak üzere pek çok sanatçı, aydın, siyaset ve düşünce adamı ya hapsedildi, ya sürgüne gönderildi ya da itibar görmedi. Osmanlı'nın son padişahı Vahdettin, milli şair Mehmet Akif Ersoy, yüzyılın en önemli mütefekkirlerinden Said Nursi, edebiyatçı Sabahattin Ali, dünyaca ünlü yazar Yaşar Kemal, Ahmet Kaya, Cem Karaca bu isimlerden sadece birkaçı. Şimdi, Nazım Hikmet'le başlayan ve Yılmaz Güney'le devam edecek süreçte, geçmişe dönük bir barışma sürecinin yaşanması ümit ediliyor. Bu gelişmenin Cumhuriyet'in gözü yaşlı çocuklarıyla kucaklaşma anlamına geldiğini ve toplumsal barışa katkı sağlayacağını düşünen de var, bu isimler için 'özgürlük anıtı' yapılmasını isteyen de... Ancak, bu isimlerin birinci derecede yakınları, yani aile fertleri gelişmelere bir parça mesafeli yaklaşıyor.
Sürgün ve gurbet kavramının hem sanat ve edebiyatta hem de çoğumuzun hayatında bir karşılığı var muhakkak. "Sürgün aslında 'yok oluşun' anavatanıdır." tanımlamasının sahibi geçtiğimiz yıl hayatını kaybeden Kürt yazar Mehmed Uzun, sürgünün bir fırsat olarak da kullanılabileceğini belirterek şunları söylüyordu: "1977-1992 arasında tam 15 yıl sürgündüm. İşte o sırada yok olmamamı yaptığım çalışmalar engelledi, var oluşumu ise üretebildiklerim sağladı. Ama en büyük desteğim, dilim ve halkım ve bana onların sağladığı kaynaklardı." Uzun'un kalemini ustalıkla kullanarak yansıttığı bu durum, pek çok kişinin başından geçmiş, pek çoğu vatanlarına bile dönemeden büyük sıkıntılar içinde gurbette vefat etmişti. Bir kısmı ise kendi vatanlarında hep bir kabul edilmeme, bir öteki psikolojisi içinde yaşadılar. Kendi alanlarında iyi işler yapıp, iyi ürünler verdiler ancak biz onları yaptıkları işlerden ziyade siyasi kimlikleri ve mağduriyetleri ile tanıdık.
Osmanlı'da da yaşandı
Resmi ideolojinin dışındakileri yok sayma, kabul etmeme ve ötekileştirme düşüncesi sadece cumhuriyet dönemine mahsus değil. Bu Osmanlı'nın son döneminde de görülen bir durum. Örneğin, bu zihniyet tarafından 'vatan haini' olarak ilan edilen son Osmanlı padişahı Vahdettin, 1 Kasım 1922'de saltanatın kaldırılması üzerine Malta'ya sürgün edilmişti. Buradan Hicaz'a daha sonra da İtalya'ya giden padişah, kalp damarlarının tıkanmasından dolayı bu ülkede vefat etmişti. Kendisiyle aynı dönemde çeşitli ülkelere gönderilen Osmanoğulları sülalesinin kadınları 1950'li yıllarda, erkekleri ise 1974'ten sonra Türkiye'ye dönmeye hak kazandı. Osmanlı'nın son döneminden bir örnek de son halife Abdülmecit Efendi'nin başına gelenlerde ortaya çıkıyor. 3 Mart 1924'te halifeliğin kaldırılması üzerine İsviçre'ye gönderilen halife, buradan Fransa'ya geçti. Bu ülkede 20 yıl yaşadıktan sonra vefat eden Halife Abdülmecit'in bundan sonra başına gelenler daha da üzücüdür. Kızı Dürrişehvar Sultan'ın Cumhurbaşkanı İsmet İnönü nezdindeki çabalarına rağmen cenazesi Türkiye'ye kabul edilmez. Paris Camii'nde 10 yıl bekleyen naaşı, daha sonra Medine'ye nakledilerek Cennetü'l Bâki Mezarlığı'nda toprağa verilir.
Mütefekkir, alim, sanatçı...
Türk edebiyatının önemli isimlerinden biri olan ve genç yaşta hayatını kaybeden Sabahattin Ali de bu ötekileştirme yüzünden çileli bir hayat yaşamış isimler arasında yer alıyor. 1931 yılında bölücü propaganda yaptığı ihbarı üzerine 3 ay hapisle başlayan sıkıntılı günler hiç peşini bırakmaz. Çeşitli sebeplerle tutuklanır, cezaevine konulur ve daha sonra serbest bırakılır. Bunlardan bunaldığı bir sırada yurtdışına çıkmak için anlaştığı kişi tarafından Bulgaristan sınırında öldürülmesi de işin son hazin kısmıdır. Hayatını Milli Mücadele'ye adayan İstiklal Marşı'nın müellifi Mehmet Akif Ersoy'un yaşadıkları da büyük bir dramdır. Milli Şair, Cumhuriyet'in ilanından bir süre sonra siyasi sebeplerle ülkesinde kalamayacağına karar verir ve Mısır'a göç eder. Burada 10 yıl yaşayan Akif, yakalandığı siroz hastalığı ağırlaşınca Türkiye'ye döner; ancak aradan altı ay geçmeden vefat eder. Hem döneminin hem de bugünün önemli ilim ve tefekkür adamı Said Nursi'nin yaşadıkları da bu tabloyla büyük oranda örtüşüyor. Cumhuriyet'in ilk yıllarında hem din hem de düşünce hayatı açısından önemli bir yeri olan Said Nursi'nin hayatı hapishane ve sürgünlerde geçti. Risale-i Nur'lar yasaklandı ve pek çok talebesine dava açıldı, aralarından birçoğu cezaevine girdi. Darbe dönemlerinde her zaman takipçileri ve eserleri soruşturma konusu yapıldı. Cumhuriyet'in ilk yıllarında büyük sıkıntılar yaşayan, soruşturma ve kovuşturmalara uğrayan, en sonunda da idam sehpasına giden bir isim İskilipli Atıf Hoca. Baskılar yüzünden Kırım ve Varşova'yı dolaşan Atıf Hoca, özellikle İttihatçılar yüzünden pek çok yerde sürgün yaşadı. Şapka Kanunu'ndan önce yazdığı Frenk Mukallitliği ve Şapka isimli eseri yüzünden İstiklal Mahkemeleri'nde yargılandı ve idam edildi.
Daha sonraki döneme geçtiğimizde bu isimlere Yılmaz Güney'i ekleyebiliriz. Güney için, 'anarşistlere yardım ve yataklık' sebebiyle genç yaşında başlayan hapis ve sürgün hayatı ömrü boyunca devam etti. 12 Eylül rejiminin de kovuşturmasına uğrayan Güney, cezaevinden yurtdışına kaçtı. Son yıllarını geçirdiği Paris'te hayata veda etti. Türkiye'de müzik alanında yetişmiş ve her kesimden insanın beğenisini kazanmış olan Ahmet Kaya da bu trajediyi yaşayan isimlerden. Müzik hayatı boyunca 22 albüm çıkaran ve popüler bir isim olan Kaya, sıkıntıyı Kürtçe şarkı okumak istediğinde yaşadı. Daha önce Avrupa'da verdiği konserler gerekçe gösterilerek hakkında PKK'ya yardım ve yataklıktan dava açıldı. Gittiği Paris'te 2000 yılında kalp krizi sonucu öldü. Henüz geçtiğimiz yıl kaybettiğimiz Kürt yazar Mehmed Uzun, 1977'den beri İsveç'te yaşıyordu. Kürtçe, Türkçe ve İsveççe yazdığı kitapları yirmiye yakın dilde yayınlanan yazar hakkında Türkiye'de pek çok dava açıldı, 1981'de Türk vatandaşlığından çıkarıldı. 1992 yılına kadar Türkiye'ye hiç gelmedi. Bu tarihten sonra da yargılamalar geçiren yazar, yakalandığı mide kanseri nedeniyle tedavi gördüğü sırada Diyarbakır'da yaşamını yitirdi.
En büyük özür, Menderes'e
Türkiye Cumhuriyeti hükümeti, Nazım Hikmet'e vatandaşlığını aradan uzun yıllar geçtikten sonra iade ediyor ancak bunun yolu daha önce de açılmıştı. 1960 ihtilali sonrasında Başbakan Adnan Menderes ile bakanlar Fatin Rüştü Zorlu ve Hasan Polatkan önce Yassıada'ya hapsedildi, arkasından da darağacına gönderildi. 1961 yılında gerçekleşen bu büyük kıyım, ancak 1990 yılında kabul edildi. Çıkarılan bir kanunla Adnan Menderes ve arkadaşlarının itibarları iade edildi ve naaşları İmralı'dan alınarak devlet töreniyle İstanbul'da kendileri için yapılan anıtmezara taşındı. Yine aynı dönemlerde sanatçı Cem Karaca'nın Almanya'dan Türkiye'ye gelmesi ve Ozan Arif'in dönüşünü ise Cumhurbaşkanı Özal sağladı. 1981'in Ocak ayında Almanya'dayken son albümü yüzünden ülkesinde aranmaya başlayan Karaca, 1983'te Türk vatandaşlığından çıkarıldı. 1987'de Özal'ın başbakanlığı döneminde vatandaşlığa alındıktan sonra dönüp Türkiye'de çalışmalarına başladı. Ancak bu defa da eski dava arkadaşları rahat bırakmadı ve onu döneklikle suçladı. İnce Memed'den başlayarak pek çok kitabı hem ulusal hem de uluslararası ödüller alan, kitapları 39 dile çevrilen Yaşar Kemal, dünya çapında tanınan bir edebiyatçı oldu. Ancak, ülke olarak gereken değer verilmedi. Ta ki hayatının son yıllarına kadar. 2008 yılı Cumhurbaşkanlığı Kültür ve Sanat Büyük Ödülü'nü aldı. Bu ödülle bir anlamda onun da hakkının iadesi yapılmış oldu.
Aydın Menderes/Adnan Menderes'in oğlu:
Bu isimler için özgürlük anıtı yapılabilir
Bence Nazım'ın vatandaşlığa kabulü son derece doğal bir gelişmedir ancak bunun Nazım Hikmet'le sınırlı olmaması lazım. 1920'den itibaren siyasi mülahazalarla yasaklanmış, mağdur edilmiş yazar, şair, fikir adamı, siyasetçi bunların hepsini kapsayacak bir yasanın çıkarılması gayet uygun olur. Böylece, Türkiye, geride bıraktığı 80-90 yıllık tarihinin tamamıyla barışmış ve kucaklaşmış olur. Üzerine bu isimlerin yazıldığı bir özgürlük anıtı, hürriyet abidesi de yapılabilir. Altına da, "Hangi düşüncede olursa olsun siyasi sebeplerden dolayı mağdur olmuş kişilerin hatırasını hayırla anıyoruz. Onların başlarına gelenlere üzülüyor ve bir daha da tekrarlanmayacağını beyan ediyoruz." yazılabilir. Bu, çok anlamlı olur, yeni bir dönemin de müjdecisi olur.
Sadık Yalsızuçanlar/yazar:
Çalışma, toplumsal barışa hizmet eder
Cumhuriyet'in çok fazla gözü yaşlı çocuğu var. Ve bunların pek çoğu da Cumhuriyet tarihimizin gerek düşünce yaşamı gerekse toplumsal kültürü açısından son derece zenginleştirici kişiliklerdir. Başta Said Nursi olmak üzere pek çok modern zamanlar bilgesi ile, sanatçı ile, düşünürle ve toplum önderiyle tekrar barışması, Cumhuriyet'in demokratikleşmesi açısından son derece önemlidir. Nazım Hikmet, Adnan Menderes, Yaşar Kemal ve Çetin Altan'la bu yönde son derece önemli adımlar atıldı. Bu adımların sınırlarını ve niteliklerini geliştirerek devam etmesi toplumsal barışa da büyük oranda hizmet edecektir.
Filiz Ali/Sabahattin Ali'nin kızı:
Dosyaları açsınlar sonra konuşalım
Ben bu yaşananları olumlu bir hava olarak görmüyorum. Bizim çok müracaatlarımız oldu, hiçbirinin karşılığını almadık. TBMM'ye, bakanlara pek çok başvuruda bulunduk dosyaların açılması için. Dosyaları açsınlar ondan sonra konuşalım. Her şey açık açık ortaya dökülür, o zaman konuşuruz. Ben diğer açıklamaları çok ciddiye almıyorum.
Gülten Kaya/Ahmet Kaya'nın eşi:
Devlet, farklılıkları kucaklayıcı olsun
Yüzyılın başından itibaren ne yazık ki devlet yurttaşına, aydınlarına, sanatçılarına karşı bu ayıbı yapmış. Şimdi gelinen aşamada bununla yüzleşmesi ve telafi etmeye çalışması elbette olumlu bir şey. Fakat adının iade-i itibar olması beni son derece rahatsız ediyor. Aydınına ve sanatçısına sürgün yaşatmış bir devletten bahsediyorsak, itibarsızlaşan sistemin kendisidir. Ancak yurdundan edilmiş insanlar devlete bu itibarı verebilir. Bundan sonrasında diliyorum ki, devlet kendi sanatçısına ve aydınına fikirsel ve düşünsel zenginliğinden dolayı bu tür sıkıntılar yaşatmaz ve kucaklayıcı olur. Sanatın ve aydınlanmanın toplumların gelişmesinin en büyük dinamikleri olduğunu kavrarsa, farklı fikirlere kucak açar. Benim gibi düşünmüyorsun, o zaman ötekisin demez.