Birgün yazarı Hayri Kozanoğlu, Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan'ın “Elinde silahı olan teröristle, doları olan terörist arasında fark yok” açıklamasıyla ilgili olarak "Eli daha da yükseltti, bir anlamda ithamın şahikasına ulaştı. İsterseniz, yaygın iddiaları rakamlar eşliğinde sınama çabasına girelim. Belki, 'biz rakamların yalancısıyız' diyerek vaziyeti kurtarabiliriz" görüşünü savundu.
Kozanoğlu, yükselen döviz kuruyla ilgili olarak ileri sürülen iddiaları "Piyasalar başkanlığı satın almadı" başlığıyla yayımlanan (17 Ocak 2017) yazısında topladı. Kozanoğlu şunları söyledi:
Döviz kurları günlük hayatın başlıca muhabbet konusu olmayı sürdürüyor. Başbakan, bakanlar, Saray başdanışmanları her fırsatta yeni suçlulara, sorumlulara işaret ediyor. RTE, “elinde silahı olan teröristle, doları olan terörist arasında fark yok” demeciyle eli daha da yükseltti, bir anlamda ithamın şahikasına ulaştı.
İsterseniz, yaygın iddiaları rakamlar eşliğinde sınama çabasına girelim. Belki, “biz rakamların yalancısıyız” diyerek vaziyeti kurtarabiliriz.
İddia 1: Bütün dünyada böyle oluyor, Trump sonrası dönemde Türkiye benzeri ülkelerin paraları değer kaybediyor.
Bilindiği gibi Türkiye, Brezilya, Güney Afrika, Hindistan ve Endonezya “kırılgan beşli” üyeleri sayılıyor. The Economist dergisinin 13 Ocak tarihli son sayısından yararlanarak son bir yılda ilgili ülkelerin yerel paralarının seyrini izleyelim.
Görüldüğü gibi dolar Hindistan’da sadece %2.24 değer kazanırken, Türkiye dışı diğer üç ülkenin karşısında değer yitirmiştir. “Vicdansızlık etmişler, TL’nin dibe vurduğu noktayı almışlar” derseniz, bu yazıyı kaleme alırkenki 3.76 kur düzeyinde de %24’lük bir kayba ulaşırsınız. Demek ki Türkiye ekonomisi kırılganlığı filan geride bırakmış, “tuz buz olmuş”.
İddia 2: TL’ye operasyon düzenleyenlerin kökü dışarıda, “üst akıl” yerel paramızı çökertmeye çalışıyor.
Bu iddiaya hak verilebilir. Uluslararası Ödemeler Bankası’nın (BIS), Eylül 2016’da yayınlanan anketinde günlük bir ayağı TL olan 71 milyar dolarlık işlem yapıldığı ifade ediliyor. 63 milyar dolar ABD doları, 4 milyar avro ve 3 milyar Japon yeni alınıp satılırken; bu işlemlerin 22 milyar doları, yani yüzde 31’i Türkiye’de; geri kalan 49 milyar doları, yüzde 69’u deniz aşırı gerçekleştiriliyor.
Ne var ki, bu durum AKP 2002’de iktidara geldikten beri uygulanan kambiyo rejiminin sonucu, yeni bir gelişme değil. “Üst akıl” baştan beri işi yönetiyor.
İddia 3: TL’nin değer kaybı spekülatif amaçlı işlemlerin sonucudur.
Bu iddia da doğru. Gelgelelim, spekülasyonu “kâr elde etmek amacıyla, kurun geleceğine yönelik tahminlere dayalı işlemler” şeklinde tanımlarsanız, bu kâr iştahı neoliberal öğreti çerçevesinde meşrudur. RTE’nin 2002’den beri bu tasarıma da bir itirazı olmamıştır.
Spekülasyonu ölçmek için, günlük döviz hacmini (71 milyar dolar), son değişikliklerle hormonlanmış GSMH’yle (861 milyar dolar) oranlarsanız, %8.24 bulursunuz. Diğer bir ifadeyle, yılın 12 güünnde ülkenin GSMH’sine eşit döviz işlemi yapılmakta, geri kalan 353 gün spekülasyona ağırlık verilmektedir.
Aynı hesabı 2016’da Türkiye’nin beklenen ihracat+ithalat (sırasıyla 142 ve 198 milyar dolar) için yaparsanız 4.8 günde Türkiye’nin yıllık dış ticaretine eşit işlem gerçekleştiğini, yılın geri kalanında spekülatif faaliyetler sürdüğünü görürsünüz.
İddia 4: Yabancılar satışa geçti.
Bu iddia da bir bakıma doğru. Ama yabancıların satışa yönelmesi oldukça geri gidiyor. Borsa, hazine kağıtları, katılım fonları derken yurtdışı yerleşiklerin 2012 sonunda 155 milyar dolarlık portföyleri bulunuyordu. Bunu usturupluca elden çıkarıp, kârlarını realize ettiler. Darbe girişimi sırasında portföyleri 109 milyar dolara inmişti. En son Kasım 2016 rakamlarına göre ise 95 milyar dolara geriledi. Bu son düşüş büyük ölçüde TL varlıkların dolar karşılığının gerilemesinden kaynaklanıyor.
Son açıklanan 6 Ocak haftasını içeren istatistikler, aksine yabancıların net 205 milyon dolar alım yaptığını gösteriyor. Dövizi yükselten , Başbakan Yıldırım’ın da sonradan itiraf ettiği gibi, Ekim 2016 itibarıyla 312.4 milyar dolar döviz borcu bulunan reel sektör şirketlerinin panik alımları.
İddia 5: Halk RTE’nin 2 Aralık’taki çağrısına uyup döviz sattı.
2 Aralık’ta döviz tevdiat hesaplarının toplamı 173.1 milyar dolarmış. 6 Ocak 2017’de ise, bu rakam ancak 170.7 milyar dolara gerilemiş. Topu topu 2.4 milyar dolarlık azalmada, parasını çekip evde saklamaya geçenlerin payını da göz önüne alırsanız önemli bir kımıldama olmadığını görürsünüz. RTE’nin kitlesi parasını fiilen yastık altında saklıyorsa onu bilemeyiz!
İddia 6: Merkez Bankası faizleri artırmadı, diğer silahlarla mücadelesini sürdürüyor.
Merkez Bankası’nın politika faizini, 1 haftalık repo karşılığı verilen likidite düzeyi temsil ediyor. Piyasanın ihtiyacının yaklaşık %40’ı bu yolla %8’den karşılanıyor. %60’ı ise, “marjinal fonlama” veya “üst bant” olarak adlandırılan %8.5’dan veriliyordu. Geçen haftanın son iki günü repo ihalesi açmayarak, ucuz paranın musluğunu kapattı. Günlük limiti de 11 milyar TL’ye indirerek miktarı da kısıtladı. Sıkışan bankaları yüzde 10 faizli “geç likidite” penceresine davet etti. Bankalar da, itibar kırıcı buldukları için olacak, bu seçeneğe pek yanaşmadılar.
Özetle, adı konmaksızın 24 Ocak Para Piyasası Kurulu (PPK) toplantısına kadar, fiilen faizler artırıldı, suni biçimde likidite kısıldı. PPK’da alınacak kayda değer bir faiz artışı kararı , sorunu çözmese de, kısa vadede kanamayı durdurur. Büyümeye ise, istikrarı sağlamak yolunda bir adım anlamında aksine olumlu bir katkı yapar.
İddia 7: Türkiye’nin yılda 200 milyar dolar bulmak zorunda olduğunu belirtenler yalan söylüyor.
Bu iddiayı dillendiren de, Cumhurbaşkanlığı Başdanışmanı Bülent Gedikli. Merkez Bankası’nın istatistikleri, Kasım 2016 itibarıyla vadesine bir yıl ve daha kısa kalan borç rakamını 163.3 milyar dolar olarak veriyor. Cari işlemler açığının ilk 11 ayda 28.5 milyar dolar gerçekleştiğini, yılı 33 milyar dolarla kapatmasının beklendiğini de göz önüne alırsanız, 1 yılda çevrilmesi gereken miktar, toplam 196.3 milyar doları ediyor. Gedikli, “ 200 rakamı yalan, gerçek 196” diyorsa, haklı!
Özet olarak, döviz kurlarının seyrine göre, piyasaların “başkanlık sistemini” satın almadığını söyleyebiliriz. Neoliberal sözcüler gibi, piyasaların aklın, sağduyunun, ekonomik rasyonalitenin sembolü olduğunu tabii ki düşünmüyoruz. Dini, mezhebi, vicdanı bulunmayan piyasaların insan hakları, demokrasi, hoşgörü ile bağlantısı bulunduğuna da inanmıyoruz. Tam aksine sosyal devlet, hakça bir gelir ve servet dağılımı, sermaye kesiminin vergilendirilmesi yolunda atılacak adımların da piyasa merciince cezalandırılacağını biliyoruz. Ne var ki, piyasaların önem verdiği mülkiyet hakkı, hukukun üstünlüğü, can güvenliği ortamının sağlanamamasının, politik riskin artmasının ağır biçimde cezalandırılacağını yaşayarak görüyoruz.