10 Nisan 2013 13:36
Ece Saygun
SEN UYURKEN... İşte bunlar oldu Canımın Can’ı
Sen gözünü açalı 2 ay oldu. Tam 2 ay. 2 aydır bana “dışarıda ne oldu” diye soruyorsun. Anlatmıyorum.
Hatırlamak istemiyorum.
Bugün senin doğum günün. Ve sen 70 değil 1 yaşındasın.
Sen uyurken işte bunlar oldu Canımın Can’ı
- Ameliyat diyorlar…
- Nasıl ameliyat diyorlar abi, kaldırmaz ki vücudu. Daha önce 2 tane ameliyat oldu. Kalbi de akciğerleri de artık çalışmıyor…
- Doktor ameliyat olmak zorunda diyor… Virüs kalp kapakçığının etrafını sarmış… Her an durabilir…
- Ne zaman?
- Yarın sabah…
İşte böyle başladı her şey. Yaşam ve ölüm arasındaki o kararı işte bu kadar kısa sürede verdik. Uçağa atlayıp geldiğimde, sen o iğrenç rutubet kokan mahkûm koğuşunda, sırıta sırıta beni bekliyordun. Son 8 aydır olduğu gibi annem de yanındaydı. Yüzü karmakarışık, dokunsan ağlayacak ama dimdik.
Yol boyu tweet atmıştım aklımı yememek için. Geldiğimde CNN kapıda bekliyordu. Cüneyt Özdemir’in programına bağlandık abimle. O ne öfke!!! O öfke midemden fırlayıp kameraya yapışmasın da, ağzıma geleni saymayayım diye o ne kendini tutma. Hep sesin kulaklarımda “duruşunuzu her ne olursa olsun bozmayın”…
Sonradan öğrendim o arada avukatın geldiğini ve ona vasiyetini yazdırdığını.
İçeri girince fark ettim yazdığın “son mektubu”… “Tek dileğim üzerime atılı bu lekeyi temizlemek” yazmıştın... Benim tek dileğim senin yaşamandı. Geriye kalan hiçbir şey ama hiçbir şey umurumda değildi!
Dostlarımız geldiler hemen... Yeni dostlarımız. Tutuklu kızlar. Tutuklu eşler. Başka dostlarımız da vardı bir zamanlar evimizden çıkmayan, onlar da bizi şaşırtmadı gelmediler.
Sen bunların hiçbirini görmedin, mahkûm koğuşundaydın. Koğuşun altında cama gelip el salladılar sana… Demir parmaklıklar ardından selamlaştınız.
Bütün gece saat başı yanına girdim… Alnından öpüp kokladım. Belki de bir ömürlük kokladım öptüm seni. Sırayla… Önce ben, sonra abim, sonra annem… Kokular asla unutulmazmış. Ona tutundum… Belki dedim… Ben gene de bir ömürlük koklayayım babamı. Hiç bu kadar yakın hissetmedim kendimi babasız kalmaya.
Sabah geldiler. “Hastayı hazırlayacağız” dediler. Biz yine hiçbir şey olmamış gibi gülerek bir şey konuşuyorduk… “Yalnız göğsümü düzgün kesin sonra mayo giyince çirkin görünüyor”…
Ameliyat elbiselerini giydirdik…
Yatağa yatırdık…
Jandarma geldi… “Ameliyathaneye biz götüreceğiz” dedi…
Öfke…
“Tespihini ver dedim”… Çıkınca geri vereceğim…
Mahkûm koğuşunun kapısı açıldı. Kapıda Erdal Amcam ve Şuşum… Erdal Ceylanoğlu. Galiba bir tek onu görünce gözlerin doldu baba… Devre arkadaşların. Tweeter’dan tanıştığımız, tutuklu hiçbir yakını olmamasına rağmen bizi hiç bırakmayan Ceren ve Kutluk. Darüşşafakalılar….
Kapı açıldı.
Asansör geldi.
Sedyeyi, asansöre aldılar
Yanına 2 tane silahlı asker bindi.
Öfke…
İşte o an avaz avaz bağırmaya başladım…
Avaz avaz çınlattım hastaneyi…
DAYAN BABA!
BİR KERE DAHA DAYAN!
BUNLARA İNAT DAYAN!
BUNLARA İNAT YAŞA BABAM!
Henüz babasız kalabilecek kadar güçlü değilim…
Asansör sesi kesilene kadar arkandan bağırdım.
Sonra sen uyudun.
Kan lazımdı baba. Çok kan lazım oldu… Sana gereken kanı Tweeter’dan bulduk baba…
Ne çok insan geldi bir bilsen… Yaşı küçük olduğu için kan veremeyen ve hıçkıra hıçkıra ağlayanlar mı istersin, 9 yaşındaki kızını kapıp gelip “Benim kızın kanı tutuyor paşaya vereceğiz” diyenler mi?..
Öyle bir an oldu ki, o kadar kan lazım oldu ve biz bulamadık ki, gazeteciler kameralarını yere koyup merkezlerini aramaya başladılar. “Saygun’a kan lazım senin tutuyor mu” diye orayı burayı aramaya başladılar. Keşke yazar olsam da anlatabilsem o anı.
Biri elini omzuma koyup “dur panik olma bulacağız kanı” diye beni sakinleştiriyordu… Diğeri “Dur ben merkeze haber verdim birininki mutlaka tutar panik olmayın” derken içeriden Deniz çıktı. Onu da orada tanıdım. Sabah gazetesi muhabiri. “Benim tutuyor” dedi… Vallahi benden çok gazeteciler sevindi. “Bulduk bulduk!” “Koş olum kan merkezine koş” diye ben daha bir şey diyemeden gazeteciler Deniz’e ne yapması gerektiğini anlatıyordu. Abim Deniz’i kolundan tuttuğu gibi kan merkezine götürdü. Benimle röportaj yaparken kameraya arkalarını döndüler. Ben inat ettim ağlamadım ama onlar ağladılar ben konuşurken… “Babam dayanacak ve buradan el ele çıkacağız!” diye inatla direnirken galiba onlar da kendi babalarını düşündü.
Sanırım o andı, artık onların gazeteci benim ise haber olmadığım, hepimizin insan olduğu an. Sanırım tam da o andı…
Sonuçta sana; Sabah gazetesi muhabirinden, TGB’li bir gençten, Darüşşafaka’lı bir kardeşinden, Silivri direniş çadırından gelen bir amcadan ve tabii ki eski korumandan kan aldık… Akşamüstü saat 2’ye doğru Mehmetçikler de geldi… Keşke alabilseydik, eminim çok isterdin damarlarında bir Mehmetçiğin kanını.
Kızlar vardı tabi… Bizim tutuklu kızlar. 9 saat çakıldılar o plastik sandalyeye de bırakmadılar bir dakika elimi. Hepsinin elinde bir tost, kim beni nerede sıkıştırsa “Ne olur bir ısırık al bak bayılacaksın” diye önümü kesiyordu. Sonra ileride hepsi toplanıp “Yedi mi yemedi mi” fikir teatisi yapıyordu. Güldüm hallerine. Herhalde o gün güldüğüm tek andı.
Aynı acılardan geçen insanlar başka türlü seviyor birbirini, anladım. Kendileri küçücük, yürekleri kocaman kadınlar onlar baba. Sanki bu kadar üzüntü, bu kadar acı omuzlarına yüklendikçe bilenen, omuzları dikleşen kadınlar. Dostlarım. Bir tek Deniz’i görünce ağladım. Çok ağladım. Koğuş arkadaşının kızı… Kader arkadaşım. Cezaevi ziyaret arkadaşım. “Babamı öldürecekler Deniz” diye diye ağladım…
Darüşşafakalılar vardı baba. Hep vardılar, yine vardılar. Bir an bile bizi yalnız bırakmadılar. Nöbetleşe beklediler hastanede. Kan lazımsa kan, yemek lazımsa yemek… Ne kocaman bir aile. Babasız çocuklardan bu kadar muhteşem babalar yaratan, ne kocaman bir aile.
Devre arkadaşları… Horozlar. “Allah’ım al benim canımdan ona ver” diye ağlayarak dua edeni, sen ameliyattan çıkınca da gökyüzüne bakıp “sözüm söz” diyeni de gördüm…
Bir de tabi standart ameliyat ekibi, Aydan annem, Semoşum, Bahir amca… Bir ömür her tökezlediğimizde yanımızda bitenler :)
Saatler geçti… Sanki bir ömür geçti gibi oldu. Saatler geçiyordu baba, bir bakıyordum daha 10 dakika olmuş… Günüm gecem birbirine karıştı. Hangi gün, saat kaç, gece mi gündüz mü karmakarışık oldu. Uyuyamadım hiç. Sürekli saate baktım, geç vakit geç, uyan baba uyan! Aç gözlerini baba diye diye dolandım.
Gazeteler, televizyonlar, ajanslar herkes saat başı bağlanıp durumunu anlatıyordu… Abim ve ben hangi kanala koşacağımızı şaşırdık. Yorgunluktan ayaklarımı hissetmiyordum ama yorulmaya hakkım yoktu. Senin için, tüm hastalar için, özel yetkili mahkemelerde yaşanan bu insanlık ayıbını herkese anlatmak zorundaydık. Bu bir görevdi artık bizim için. Bir de umut. Özgürlük umudu. Yaşama umudu… Bakmadık neden bizden başka kimse yok diye, abi kardeş verdik el ele savaştık.
Bir ara şöyle bir uzaktan baktım. Hey gidi Ergin Saygun… “Sen misin bir ömür bizi koruyan… Aman televizyona gazeteye çıkmayın, aman başınıza bir iş gelmesin… Al şimdi otur izle… Uyan ve izle“
Sabaha karşı mahkûm koğuşunun kapısı çaldı. Lojmanda ambulans sesi duyduğumda yaptığım gibi yorganı başımın üstüne çektim. O kapının ardındaki adamın söyleyeceklerini duymak istemedim. Sonra sesi geldi “Kalkın kalkın paşayı tahliye ettiler”… “Ya dedim yürü git beeee, yalandır o”… Sonra acaba mı dedik… Abim cezaevini aradı… “Doğru az sonra tahliye evraklarını getireceğiz dediler”… Saat 03:00 idi senin tahliye kağıtlarını imzaladığımda…. Tahliyeleri bile zulüm.
Öfke…
Jandarma geldi… “Paşayı kim koruyacak” dedi. Peheyyyy maşallah! Mahkûmluktan paşalığa terfi ettin cicim bir anda. Dedik “istemez, biz koruruz”. “Silahlı koruma lazım” dedi. “Gerek yok dedim, biz silah kullanmayı biliyoruz!!!” Olurdu olmazdı derken, oldu. Ne koruma, ne araç, ne başka bir şey… Eskisi gibi. Artık hiçbir şey istemiyorum. Hiçbir zaman istemedin sen de şimdi artık hiç istemiyorum, hiç. Hiç!
O sabahı zor ettik. Başhemşire aradı, “Haydi gel seni babanın yanına alalım” dedi. Uçtum.
Girişte benimle konuştu biraz… “Bak şimdi göreceğin manzara çok kolay bir manzara değil, ama sen güçlü olacaksın, baban seni duyar, ona moral vereceksin, elini tut saçlarını okşa... Seni hisseder”...
Yanına geldim.
Uyuyordun.
Boğazından burnundan kocaman tüpler çıkıyordu. Göğsün boydan boya yarılmıştı. Seni yürüyerek vermiştik özel yetkili mahkemeye, göğsün boydan boya açılmış geri aldık.
Yanına geldim. Elini tuttum. Elini öptüm. Yine kokladım. Ne olur ne olmaz diye kokladım. Hayati tehliken devam ediyordu… Nefes cihazına bağlıydın ve cihazı çıkardıklarında kendi kendine nefes alıp alamayacağın belli değildi…
“Baba??”
“Baba beni duyuyor musun? Duyuyorsan elimi sık”
Sıktın…
Aslan babam benim…
“Baba tahliye oldun… Buradan evimize gideceğiz. Boğaza beraber bakacağız. Buradan el ele çıkacağız. Dayan babam. Dayan. Beni duyuyor musun baba? Gözlerini aç beni duyuyorsan”
Açtın.
Gözlerin. Senin gözlerini açık gördüm ya… Bir damla yaş akıverdi… Sildim hemen.
Dilinle tüpü itmeye başladın. Bir kere daha gözlerini açtın. Asla unutmayacağım o bakışı. “Şu tüpü çıkarın ne olur” bakışı. Fiziken çekilen acıyı anlatan bakışı…
“Az kaldı baba ne olur dayan. Ne olur inat etme. Çıkarmaya çalışma o tüpü ne olur baba”.
“Iıh”
İnatçı keçi!!!!
“Yapma baba lütfen bak çok az kaldı. Çıkaracaklar”…
Ben konuştukça sen dilinle o tüpü çıkarmaya çalışıyordun. O kadar zordu ki. Senin acı çektiğini görüp de o tüpü çekip çıkarmamak, dayanmak o kadar zordu ki…
O gece yine yanına geldim. Zaten 2 saatte bir ya ben ya abim girdik yanına. O gece ilk defa yanında bayıldım.
Öksürdün. Kanlar fışkırdı tüplerden… Bayıldım. Uyandığımda ağlıyordum “acı mı çekiyor babam, acı mı çekiyor babam” diye ağlıyordum… Hemşireler… Ne tatlılar bir bilsen. Hayır dediler, baban çok güçlü bir adam direniyor.
Dönüp sana baktım… Yatağın demirlerini sıkı sıkı tutmaktan ellerin kıpkırmızı olmuştu. Sık sık nefes alıyordun. Çok sık nefes alıyordun. Nabzın çok yüksekti. Gücümü topladım yanına geldim tekrar. Nefes cihazını kendi ellerinle sökmeye çalışıyordun… Belli ki canın çok yanıyordu.
Alnını sevdim.
Saçlarını sevdim,
Ellerini öptüm.
“Sakin ol baba, sakin ol canımın canı, sakin ol kahramanım” diye fısıldadım…
Mucize nedir biliyor musun? Mucize ben fısıldadıkça normale dönen nabzın… Mucize, ben konuştukça, ben elini tuttukça normale dönen nabzın…
Mucize, “ne olur beni bırakma baba” dediğimde, gözlerini açıp bana bakışın ve nefes cihazını sökmeye çalışmayı bırakışın.
Dışarı çıktım. Abime sarılıp ağladım... "Galiba çok acı çekiyor" dedim... O gece abim kaldı yanında ve ben sabaha kadar hiç uyumadım. Gözümün önünden fışkıran kanlar hiç gitmedi. İlk defa “Allah’ım babama çektirme” diye dua ettim… Ve sabah bir mucize oldu… Abim aradı… “Solunum cihazından söktüler, NEFES ALIYOR” dedi.
Zıpladım. Dans ettim. Çığlık attım. Temizlik görevlisini öptüm. Kantine gittim oradaki herkesi öptüm. Kediyi mıncıkladım… Annemi öptüm öptüm öptüm. Delilik.
Sonra telefonlar gelmeye başladı. Başbakan, Genelkurmay Başkanı, Meclis Başkanı, Kılıçdaroğlu, Ahmet Necdet Sezer kimler kimler… Çaldı da çaldı. Sonra ziyaretler… İşte o an, tam da o an bizim insan olduğumuzu unutup, bizim üzerimizden siyaset yapmaya başladı o ana kadar hiçbir şey yapmamış olanlar. “Biz niye gitmedik, biz niye bir ellerinden tutmadık, biz niye onları bu yalnızlığa mahkûm ettik” diye sormayı akıllarına bile getirmediler… Bize salladılar. “Bazılarına cevap yazdım yazdım sildim. Yazdım yazdım sildim. Yine gözümün önünde bir görüntü: Cezaevinde fenalaşmışsın, seni cezaevi aracı ile hastaneye götürüyorlar ve 40 derece sıcakta o demir yığını arabadan sen üzerinde takım elbise ile iniyordun. Gittiğin yer devlet hastanesi diye… Devlete saygıdan. Ve kulağımda senin sesin “ne olursa olsun siz duruşunuzu bozmayın”…
Bozmadık baba. Sustuk baba. Sanırım biz susmayı öğrendik. Bir şey daha öğrendim ben; zalim olduğu için eleştirdiklerimizden çok daha zalim olabiliyormuşuz. Bir şeyi eleştiriş şeklimiz, o davranıştan çok daha kötü ve vicdansız olabiliyormuş. Herkesin hesabı kendi vicdanına. Benim vicdanım soyadım gibi tertemiz.
Kırgınım… Çok kırgınım. Ama bir o kadar da gururluyum. Seninle, ailemle, abimle, kendimle gurur duyuyorum. Tırnaklarımızla savaştık senin için. Emek emek, adım adım, yılmadan, yorulmadan… Biliyor musun, bir gün bu yaşadıklarımız film olacak. O zaman Tuğçe ve Deniz, o kahraman bizim dedemiz diyecekler. Allah herkesin evladına, bunlara sebep olanlara da, bizi yarı yolda bırakanlara da babaları ile böylesine gurur duymayı, böylesine sevmeyi nasip etsin. Soyadınla gurur duymak güzelmiş.
Bir baba kaç savaş eder? Valla sana tüm savaşlara değer! Sen değil misin ki o mahkeme salonunda üzerinde takım elbise, altından sarkan kablolara aldırmadan BENİ ÖLDÜREMEYECEKSİNİZ diye kükreyen! Sen değil misin ki bize gururların en büyüğünü yaşatan! Sana her şey değer tosun paşam.
Seni ilk “özgür” bir adam olarak güneşe çıkarttığımızda, kendini tekerlekli sandalyeden yere atıp toprağı elledin… Toprağa hasret bırakılan herkes adına sana söz, son nefesime kadar iade-i itibarımız için savaşacağım! Kimin ne dediği zerre kadar umurumda değil!!!
Bir ömür “aman sana laf gelmesin,”
“aman oturmamıza kalkmamıza dikkat edelim”,
“aman yukarıda komutan oturuyor ses gitmesin”,
“aman elalem ne der”,
“aman sizin başınıza bir iş gelmesin” diye yaşadık…
Sonra bir sabah başımıza bir iş geldi, ve o hayatımızı ne derler diye harcadığımız insanların hiçbiri yoktular baba... Hiçbiri gelmediler. Hayatımızı verdiğimiz o insanlar, gemiyi ilk terk ettiler.
İşte şimdi Allah bize 3. bir şans verdi.
Sen bugün 70 değil, 1 yaşındasın.
Hayatımızı tekrar yaşamak için, nefes almamızın değerini bilmek için, “millet ne der” diye düşünmeden “ben ne derim” diye düşünerek yaşamak için…
Tam da burada bırakmıştık. Torunlarımın pusetini itmek istiyorum artık demiştin. Sivil bir hayat yaşamak istiyorum… “Koruma istemiyorum” diye imza verip, lojman hakkını kullanmayıp, emek emek para biriktirerek aldığınız 3 oda 1 salon evinize yeni yerleşmiştiniz. Büyük olay olmuştu… “Koskoca emekli orgeneral lojmanda oturmuyor!!! Olacak iş değil!!!”…. “Koskoca emekli orgeneralin” hapishanede olması bu kadar şaşırtmamıştır eminim. Aşağıda börekçi, köşede kokoreççi… Torunların seni çok özledi. Arada büyüdüler. Çok büyüdüler.
Annem… Seninle 9 ay mahkûm koğuşunda kalan canım annem. Birbirinize aşk dolu bakışınız, sevginiz hiç bitmesin. Hiç bitmedi. Bu aşkı görünce biz nasıl aşık olacağız Allah bilir!!! Zoru görünce tüyen “aşklar” biriktirdi hep tutuklu kızlar.
Aşk nedir? Galiba bir oksijen tüpünü paylaşmak, “benimki daha yeni al sen bunu kullan” diyip daha iyi çalışan cihazı ötekine vermek aşk… Ötekini kendinden daha çok sevmek herhalde aşk… Belki de “öteki“ dediğinin sen olmasıdır aşk… Bir insan bir insanı bu kadar nasıl sevebilir? Gönüllü “mahkûmiyet” yaşayacak kadar nasıl sevilebilir? “Mahkûm koğuşu ise mahkûm koğuşu, kocam orda ya bana yeter” diyip 9 ay orada yaşamak için ne kadar sevmek gerekir? Posta gazetesi yazmıştı; “Aşk yaşatır”… Yaşatsın sizi… İkinizi de…
Şimdi sağ elin tutmuyor... Olsun babam ben senin sağ kolun olurum... Sol elini çalışırız, alışırsın onu kullanmaya. Sen nefes al bana yeter. Böbreklerin, akciğerin hep sıkıntılı... Hep sınırda... Olsun, yaşa da... Annemle sana tuzsuz yemekler yaparız, her gün hastaneye götürürüz... Sen yaşa baba.
Artık geceleri makineye bağlı uyuyacaksın. Bize üzülüyorsun uykusuz kalıyoruz diye. 2 saatte bir kalkıp bakıyoruz yerinde duruyor mu diye. Üzülme baba. Ben değil 2 saat, saat başı kalkmaya razıyım... Sen yaşa... Daha yapacak çok işimiz var!
Seni çok seviyorum baba.
Seninle gurur duyuyorum.
Sana olan sevgimiz, sana olan hayranlığımız seni babalıktan men eden 10. Ağır Ceza Mahkemesine hediye olsun.
Sanırım olayı anlattık, canımızı veririz de babamızı asla!
İyi ki doğdun tosun paşam. İyi ki doğdun Canımın Can’ı
Nice mutlu yıllara…
Beni sakın bırakma.
Kedi kızın...
Ece Saygun'un bu yazısı kişisel blogu'ndan alınmıştır.
© Tüm hakları saklıdır.