Hazel Güney
Savaşlar… İnsanı insana düşman eden, ruhunu kemiren, benliğinden koparan savaşlar. Öyle ki, bir füze beklemediğiniz bir anda sizi alıp götürebilir. Evinizi yıkabilir. Darmadağın olup, tozu dumana karıştırabilir. Ait olduğunuzu düşündüğünüz olan yerler aslında size hiç ait olmayabilir. Belki de yoksunuzdur. Yok sayılıyorsunuz ve parçalanmışsınızdır. Her şeyin tekrar edildiği bir zamanda yaşıyorsunuzdur ve haberiniz yoktur. Kelimeler anlamını yitirmiş, barışı bekleyen gözler yenilmiş, var olmamızın anlamı yitirilmiş olabilir. Şimdilerde Facebook’ta “yok say” butonu gibi bir bombayla ve üst bir kimliğin imzasıyla birden bire dünya üzerinden silinebilirsiniz.
Nihilist düşünce kendini varlığın, maddenin bilinemeyeceğinden; zaten bilinse de bunun aktarılamayacağı üzerinden var eder. Düşüncelerimizi anlatırken kullandığımız dil aslında gerçekliği tam olarak aktaramaz. Çünkü sembollerden oluşan bir dil yapısına güvenemeyiz. Dil aracılığıyla kurulan iletişim tam değildir. Görecelidir ve değişebilir. Duyum ve algıya dayanan tüm bilgiler aynı yanılsamayı yapar. Bunun sonucunda da varlık dediğimiz normlar üzerinde tam anlamıyla ortak bir anlamdan söz etmemiz mümkün değildir. Anlamın anlamsızlığa doğru sürüklediği bir dünyada her şeyi insan ırkı olarak yok ettiğimiz bir çağda varlığımızın gerçekliğinden ne kadar emin olabiliriz? Düşünün bir kere, bir tıkla sizi silebilirler, gittiğiniz her yerde kimlik numaranızla sizi bulabilirler, sizden bir kopya yapabilirler, dünyanın bir ucunda yaşayan bir insanla sizi konuşturabilirler, ilaçların çok satması için hastalıklar üretebilir ve yine bunu yenmiş gibi gösterebilirler… Bu kadar tehlikeli bir illüzyon dünyasında ırkın, insanlığın, ruhun ölümü de çabuk gerçekleşmektedir. Düşük Şehir İhtimali oyunu da tam olarak bu noktalara değinmekte…
Bahadır Vatanoğlu, Eraslan Sağlam, Efe Deprem ve Ergin Bal’ın başrollerini paylaştığı Irish Mafia’nın 10. oyunu Düşük Şehir İhtimali’de, bir insanın var olup olamamasını savaş metaforu üzerinden anlatıyor. Yıllarca içinde yaşadığınız evin size ait olmadığını öğrenseniz ne yapardınız? Savaşa bile evet demişken, evinizin o evet dediğiniz savaş için hiçbir anlamı olmadığını bilseniz? Bu hem iyi, hem de kötü olurdu sanırım. İyi olurdu, çünkü uğruna ölmeye değecek bir ‘şeyiniz’ olmazdı; kötü olurdu, çünkü varlığınızı kanıtlayacak bir ‘şey’ de olmazdı. Barış için savaş, savaş için barış yapamazdınız. Her gün gittiğiniz bakkal da yok olurdu. Değerler kaybolurdu. Ama belki de Nietzche’nin dediği gibi üstün ırk modelini yaratabilirdiniz. Çünkü insanlar kendi değerlerini ve ahlakını ancak kendileri yeniden üretebilirler. Gelenekleri kırıp yeniden var olabilirler. Ama penceresiz bir eve sıkışmamışlar ise…
Tatavla Sahnede sahnelenen oyun kimlik durumlarımızı yeniden sorgulamamız gerektiğini güzel bulunmuş metaforlar üzerinden bir yapı kurarak bize veriyor. Elvik, Mirak ve Hiç kaybettiklerine inandıkları bir savaşın yorgun savaşçıları olarak karşımıza çıkıyor. Metin kendi içinde çok akıcı ve zekice kurgulanmış diyaloglar ile akıyor. Fakat sahneleme kısmında bunu tam anlamıyla göremiyoruz. Özellikle bu oyunda Hiç karakteri çok önemli bir yerde duruyor. Hiç bizim var olamamamız, sağduyumuz, içimizde hissettiklerimiz ve hissedemediklerimiz. İnsan olarak kimliğimizi kaybetmemizin ve yeniden bir kimlik oluşturamamamızın hazin resmi aslında. Böyle önemli bir karakterin oyunculuğunda da insan bu anlamı -absürt bir metin olmasından dolayı taşıdığı anlamı daha iyi bir oyunculukla sahnede görmek istiyor. Çünkü Hiç karakterinin taşıdığı tüm anlam oyunculuğun çok sıradan olmasından ötürü yavan kalıyor. Aynı şekilde “Kim Bu” karakteri de bu oyunda kilit bir yerde. Kim Bu’nun kim olduğu ya da olmadığı ile ilgili bize nüans verdiği yerler sahnelemede çok silik kalıyor. Aynı şekilde tekrar kısımlarında yaratılan yabancılaştırmalar – Hiç’in banttan konuşması ya da birden ışık oyunlarıyla başka bir düzlemde konuşuluyor olması- oyunda bize bir şey vermiyor. Çünkü metin olarak buna ihtiyaç yok. Aynı şekilde sahne üzerinde çok fazla hareket halinde olunması da bizi yoruyor. Daha minimal hareketlerle oynansa izleyeni daha çok etkileyebilirdi.
Sahneleme olarak sadelikten yana gidilmiş olması oyunun alt metinlerini vermesi açısından başarılı. Siyah bir sahnede oynanması bizi o boşluklarda varlığımızın yok olduğu hissini daha iyi veriyor. “Bu ev neresi? Bir araf mı, bir hayal ürünü mü, bir şizofreninin beyni mi, gerçekten varlar mı, yokluğun içinde var mı olmak istiyorlar?” gibi soruları daha rahat sorgulamamız için alan yaratıyor.
Düşük Şehir İhtimali günden güne kayboluşumuzu, savaşın insan ruhu ve kimliği üzerindeki tahribatını, yok oluşu ve yok oluşlara sessiz kalışımızı, odaları kaybolan bir evde hapsoluşumuzu ve pencereyi açıp nefes bile almayı unutuşumuzu: kokuşmuş bir dünyayı resmediyor. Bunu da güzel metaforlar ve varlık felsefesinden yararlanarak yapıyor. Fakat belki de Hiç ve Kim Bu karakterlerini daha açarak bizi biraz daha metin olarak sorgulatabilirdi. Ama Türk bir yazar olarak Can Ceylan’ın güzel buluşları ve absürt bir metin yazması bile gidip bu oyunu izlemeye değer kılıyor. Evinizdeki odaların yok olmasına şahit olmadan, bir pencerenizi açıp nefes alın artık!