20 Mart 2023 00:00
"Tahılın Gandhisi" olarak tanınan ünlü çevre aktivisti Dr. Vandana Shiva, 6 Şubat’ta meydana gelen Kahramanmaraş merkezli depremlerden sonra Türk halkının bir “tekrar değerlendirme” yaparak “Kalkınmadan ne anladığını düşünmesi gerektiğini” belirtti. Shiva, “Birilerinin tarım alanları ve ormanları yok ederek betonlaşmadan kâr ediyor olması, son sözü söyleme hakkını onlara vermemiz gerektiği anlamına gelmiyor” dedi. Bir ülkenin tarımda dışa bağımlı hale gelmesinin zararlarından bahseden Shiva, “Gıda özgürlüktür. Tarihin hangi noktasında olursak olalım, gıda için dışa bağımlı olmak özgürlüklerinizin temelini baltalar” diye konuştu.
Dr. Shiva, hayatını gıda güvenliğine, tohum çeşitliliğinin korunmasına ve biyogenetik şirketlerinin tekeline girmemesine, çiftçilerin güçlü olmasına ve insanların daha iyi gıdalar tüketmesine adamış bir isim. Dr. Shiva’nın dünyanın en büyük GDO'lu (genetiği değiştirilmiş organizma) tohum üreten şirketlerinden Monsanto’ya karşı açtığı savaş, sonunda şirketi satın alan Bayer’in Monsanto ismini kullanmayı bırakmasına sebep olmuştu. Dr. Shiva’nın başını çektiği hareket, Monsanto’nun insanların sağlığını ve sektörü nasıl kendi çıkarları için kontrol ettiğini ortaya çıkarmıştı.
İzmir Büyükşehir Belediyesi’nin organize ettiği İkinci Yüzyılın İktisat Kongresi için Türkiye’ye gelen Shiva, T24’e açıklamalarda bulundu.
Dr. Shiva’nın T24’ün sorularına verdiği yanıtlar şöyle…
-Siz de bu dev şirketlere yönelik kavganızı ana akıma taşımayı başararak tanındınız. Öyle ki size gazeteler “Monsanto’nun en büyük kabusu” dedi. Peki sizce, vahşi kapitalizm çağında bir toplum hareketi dev şirketleri devirebilir mi?
Memnuniyetle söyleyebilirim ki Monsanto’nun bütün tohumları elimizden almasını önledik. Pamuk tohumlarını yasadışı şekilde aldılar ama başka mahsullere yayılamadılar. Hatta Monsanto’nun adı o kadar kirlendi ki sahibi Bayer, ‘Monsanto’ adını kullanmayı bıraktı. O yüzden tabii ki insanlar dev şirketlerle başa çıkabilir. Toplum olarak birlikte dayanıştığımız sürece başarabiliriz.
Başka bir örnek: Coca-Cola dev bir şirket. Hindistan'da, Plachimada isimli köyde bir grup kadın onunla başa çıkmayı başardı. 2002’de beni arayarak, “Gel ve bize destek ver, Coca-Cola ile savaşıyoruz” dediler. Kendi kendime düşündüm, “İlginç, bir köy niye Coca-Cola’ya savaş açar ki?” Oraya gittim ve Coca-Cola’nın sularını aldığını gördüm. Onların karşısında durup, “Suyumuzu size vermeyeceğiz” diyorlardı. Ben de yasal ve siyasi desteğimi onlara verdim, Coca-Cola fabrikası kapanana kadar oradaydım. Şirketler varlığını yalan üzerine kuruyor! Şişede “Coca-Cola tarafından üretildi” yazıyor. Hayır! Coca-Cola su üretmiyor, onu çalıyor. Monsanto, tohum paketlerine, “Monsanto tarafından icat edildi” yazıyor. Tohumu icat edemezsiniz! Bu şirketler temellerini yalanlar ve insanların özgürlüğünü almak üzerine kuruyor. Gerçek ve özgürlük, yalan ve diktatörlükten daha büyük güçlerdir.
-Su, tahıllar vs… Bunlar doğal kaynaklar. Neden devletlerimiz şirketlerin bunları tekeline almasına izin veriyor?
Bu sorunun cevabı, demokrasinin durumunda saklı. Demokrasi; halk tarafından, halk için ve halklara ait olmalıydı. Ekonomik küreselleşmeyi ise şirketler yönetiyor. Bu şirketler de her yerde lobiler kuruyor. Sonra bir bakmışsın Coca-Cola’nın fabrika kurması, Monsanto'nun ata tohumlarını alması, Cargill’in ihtiyacın olmayan tahılı ülkene yığması için bir yasa geçmiş. Ekonomik küreselleşme, şirketlere bağımlı olması için demokrasinin genetiğini değiştirdi. Bu yüzden demokrasi konusunda ciddi bir değişikliğe ihtiyacımız var. Demokrasi biz egemenliğimizi geri alınca dönecek. Ekonominin daha kademeli olması gerekecek. Uluslararası ekonominin yereli yok etmediği; ekonominin yerelden başladığı bir sisteme ihtiyaç var. Şirketlerin diktatörlüğü bunu önlüyor. Gücümüzü anlamalıyız. Hepimiz topraktan geliyoruz ve toprak güçlüdür. Hepimiz özgürlüğü için savaşmış ülkelerden geliyoruz. Bu yıl, sizin özgürlüğünüzün 100. yılını kutluyoruz.
-Bu şirketler, gıda eşitsizliğini nasıl etkiliyor? Sizinle karşı görüşe sahip bazı kişiler, ekonomik küreselleşmenin yoksul kesimlerin gıdaya ulaşmasını sağladığını savunuyor…
Öncelikle gıda tüketen her toplumun tohumu vardı. Şirketler, 1995 itibarıyla Dünya Ticaret Örgütü kuralları sayesinde tohum sahibi olabilmeye başladı. Fikrin tohumları ise 80’lerde atıldı, ben de bu yolculuğa o zaman çıktım. Çiftçilerin bu şirketler sayesinde tohum sahibi olduğunu söylemek, gerçeği reddetmektir.
İkincisi ise şu: Çiftçilere tohuma erişim verilmedi, çiftçiler tohum diktatörlüğünde tuzağa düşürüldü. Hindistan’daki pamuk örneğine bakalım. Tohum benimse zaten para ödememe gerek yoktu, ancak gidip pazardan bile alsam bir kilogramı 5-10 rupi idi. 1 kilogram tohum, iki hektarlık alanı kaplar. Monsanto geldiğinde ise bir kilogramın fiyatı 4 bine fırladı. Öte yandan böcekler de kontrol altına alınamadı. Tarlaları yok eden daha fazla ve daha büyük böcekler vardı. Çiftçiler bu sefer de daha fazla tohum almak için kredi çekip borç batağına saplandı. Bu yüzden Hindistan’da intihar eden 400 bin çiftçinin yüzde 85’i pamuk bölgelerinde yaşıyordu. Pamuk tohumu alamayacak hale gelip intihar ettiler. Bu yüzden biz organik pamuk tohumlarına çiftçilerin erişiminin olmasını sağlamaya çalıştık. Ekolojik tarım yapan çiftçiler, köleliğe mahkum edilenlerden 10 kat fazla gelir elde etti.
- Gıda güvenliğine çok önem veriyorsunuz. Rusya’nın Ukrayna’yı işgalinden sonra bu konuyu daha çok konuşulmaya başlandı. Ukrayna limanlarında mahsur kalan tahılların bir gıda krizine yol açabileceği konuşuluyordu. Bu sadece Ukrayna örneğiyle de sınırlı değil, yaygınlaştırabiliriz. Gıdanın silah olarak kullanılmasının riskleri nedir, uluslararası sistem bunu neden önleyemiyor?
Bence bunun kökeni Kissinger’ın, “Gıda silahtır” demesine dayanıyor. Cargill’in yazdığı Dünya Ticaret Örgütü kuralları da, “Önemli olan insanların yemek yemesi değil, piyasalardır” diyor. Bu yüzden Dünya Bankası ve IMF, DTÖ ile birlikte gıda güvenliğinin anlamını değiştirmiş oldu.
Eskiden gıda güvenliği elinde yemek olması, onu yetiştirmek, dükkanlarında ve ülkenin depolarında gıda olması anlamına geliyordu. Dünya Bankası ve ABD ise bunu “gıda güvenliği piyasadan tahıl almaktır” diye değiştirdi. “Siz, zengin ülkelere ihracat için onların ihtiyacı olanları üretirsiniz, ondan sonra da tahıl alırsınız” denildi. Ancak bu hiç adil bir durum değil. Hindistan’da yaptığımız araştırmalar, yetiştirilen domatesi ihracat ettiğinizde çiftçilerin hiçbir şey kazanmadığını gösteriyor.
Bugün kullanılan gıda güvenliği tanımı, bir piyasa tanımı. “Şirket kontrolünün artışının gıda güvenliği sağladığı” söyleniyor ama bu doğru değil. Gıda güvenliği her zaman gıda egemenliği olacaktır: Gıdanızı üretme özgürlüğü, çiftçilerin hakkını alacağı şekilde dağıtma özgürlüğü. Birey, toplum ve ülke olarak bağımsız olma özgürlüğü.
Evet, Ukrayna savaşı ek bir faktör oldu, ama gıda bağımlılığı bundan çok önce başladı. Ben Arjantin devletiyle çalıştım. Arjantin, çok tahıl ihraç eden bir ülkedir. Arjantin’le kıyaslandığında Ukrayna’nın ihraç ettiği miktar kayda değer bile değil. Bugün Arjantin sadece GDO’lu soya ihraç ediyor. Arjantin halkı aç, yemek için sırada bekliyor. Cargill’lere
Monsanto’lara fayda sağlayan GMO ekonomisi sayesinde bolluk olan bir ülkeden, aç bir ülkeye dönüştüler.
Benim araştırmam, Ukrayna’daki durum sebebiyle geçen sene yaşanan fiyat artışının yüzde 87’sinin kıtlıktan değil, spekülasyondan olduğunu gösteriyor. Ortada tedarik problemi yoktu, daha çok spekülasyon sorun çıkardı.
Güney veya üçüncü dünya ülkeleri, her yıl sadece 350 milyar dolar faiz ödemesi yapıyor. Bize hep Batı’nın üçüncü dünya ülkelerini yardımlarla desteklediği söyleniyor. Güney, zengin ülkeleri faiz ödemeleriyle destekliyor. Burada ranttan söz ediyoruz. Rant, açlık ve savaş yaratır. Gıda egemenliği için yeni modellere ihtiyaç var.
- Arjantin’den daha farklı olsa da Türkiye de bir ekonomik çöküş yaşadı. Ancak burada da tarımdan uzaklaşıldığını, ülkenin eskiden yetiştirdiği mahsuller için dışa bağımlı hale geldiğini görüyoruz. Ormanlar, yerine bina yapılması için yok ediliyor. Türkiye’ye tavsiyeniz ne olur?
Arjantin bir noktada, “Borcumuzu ödemeyeceğiz” demek zorunda kaldı. Betonlaşma ve tarımdan uzaklaşmanın en büyük nedenlerinden biri, borcu verenlerin bunu istemesi. Onlar betonlaşmadan para kazanıyor, bir orman sağlıklı şekilde yerinde duruyorsa ceplerine para girmiyor. O yüzden ‘yatırım getirisi’ ekonomisine yöneliyorlar. Para kazanmak için para veriyorlar.
Bence özellikle depremlerden sonra Türk halkının bir tekrar değerlendirmede bulunması gerekiyor: Kalkınmadan ne anlıyoruz? Mahallenizde ne kadar yeşil alana ihtiyacınız olduğunu düşünün, temiz su sistemlerinin sizin için ne kadar önemli olduğunu düşünün, size taze gıda sağlayan çiftçilerin ne kadar önemli olduğunu düşünün. Bugün karşı karşıya olduğumuz demokrasi sorusu bu. Birilerinin tarım alanları ve ormanları yok ederek betonlaşmadan kâr ediyor olması, son sözü söyleme hakkını onlara vermemiz gerektiği anlamına gelmiyor.
- “Tohumu kontrol eden yaşamı kontrol eder” diyorsunuz. Aslında konuştuğumuz birçok şey bu kapıya çıkıyor, ama tohumun neden bu kadar önemli olduğunu biraz daha açabilir misiniz?
Gıdanın süpermarketten alınan bir şey olduğunu düşünür hale geldiğimiz için tohumu pek umursamamaya başladık. Ancak süpermarketteki gıda ürünleri de yolculuğuna tohum olarak başlar. Eğer tohum yenilenebilirse, eğer tohum çeşitliyse, doğa da onu çeşit çeşit yenileyebilir. Ancak bir tohum tekrar kullanılabilir değil, genetiğiyle oynanmış ise gelir şehirden şirkete gider. Böylece rant olur. Bir tohuma yaptığın tek şey zehirli genler eklemekse onu nasıl yeniden icat ettiğinizi söyleyebilirsiniz? Tohum kendini üretiyor. Bir tohum ekerseniz, o size birçok tohum verecektir. Bu yüzden çiftçiler aynı zamanda besicidirler. Modern şirketlerin hedefi tohumların tekrar kullanılmasını önlemek ve ondan rant elde etmek. Bu yüzden ülkeler borca giriyor ve çiftçiler intihar ediyor. Sadece gerçek tohum çeşitlenir. Hindistan 200 bin çeşit pirinç verdi.
Benim inandığım şey: Tohumlar çiftçinin kontrolünde olmalıdır. İnsanların iyi gıda tüketmesi, çiftçilere bağlıdır.
- Türkiye geçmişte "kendine yetebilen" bir tarım ülkesiydi. Son yıllarda Türkiye’nin bundan uzaklaşıp, tahıl için bile bağımlı hale geldiğini görüyoruz. İklim değişikliği çağında tarım mahsulleri için başka ülkelere bağımlı olmanın tehlikesi nedir?
Tarihin hangi noktasında olursak olalım, gıda için dışa bağımlı olmak özgürlüklerinizin temelini baltalar. Çünkü gıda özgürlüktür. Henry Kissinger’ın 1960’larda “Gıda bir silahtır” demesi tesadüf değil; “Silahları kontrol ettiğinizde devletleri kontrol edersiniz, gıdayı kontrol ettiğinizde ise insanları”. Ben de buna şu eklemeyi yapıyorum: Tohumu kontrol ederseniz dünyadaki tüm yaşamı kontrol edersiniz. Benim eğitimimde seçtiğim alan kuantum teorisiydi, ama çok uzun süre önce bu konuya yöneldim. Dünyanın en büyük tahıl şirketi Cargill’in Gümrük Tarifeleri ve Ticaret Genel Anlaşması (GATT) ve Dünya Ticaret Örgütü üzerinden kuralları nasıl bağımlılık yaratmak üzerine kurduğunu gördüm. Bağımlılık üç yolla yaratılıyor:
Zengin ülkeler, ihracat sübvansiyonunu sürdürüyor. Bugün ticaretin gerçek fiyatlarla değil, damping ile yapıldığını görüyoruz. Dampingle yurtdışına yapılan ucuz satışlar, kendi kendine yetecek kadar üretim yapan ülkeleri baltalıyor.
İkinci yol ise yanlış denklik yaratmak: Besin değeri olan gerçek gıda ile besin değeri olmayan gıdalar arasında yanlış denklik yaratılıyor. Hep söylüyorum: Gıda besin değerine göre değerlendirilmeli. Size gluten alerjisi yapmayan ekmek, yapandan farklıdır. Böcek ilaçları nedeniyle sizi kanser yapan ekmek, yapmayanla denk değildir.
Üçüncüsü ise tabii şu: Şirketler devletlerden büyük hale geldi. Bu da egemen politikaları etkiliyor. Gıda egemenliğimizi geri almak için, egemenliğimizi geri almalıyız. Demokrasinin kökeni halk olmalı. Politikalar şirketler tarafından büyümek için esir alındığı sürece insanlar açlıktan ölecek, çiftçiler ölecek ve gerçek gıdalar kaybolacak.
- İklim değişikliği nedeniyle 2050 yılına kadar 150-700 milyon arası insanın yerinden olacağı öngörülüyor. Bunun insani, sosyal sonuçları olacak; Bu kriz nasıl yönetilecek?
Böyle bir krizi yönetmezsiniz, onun oluşmasına sebep olmayı bırakırsınız. Biliyoruz ki sera gazlarının yüzde 50’si endüstriyel küreselleşmiş gıda sisteminden geliyor; yüzde 14’ü üretimden, yüzde 18’i ormanları işgal etmekten, yüzde 20’si işlenmesi ve ulaştırmasından, yüzde 4’ü atıklardan. Bu salınımları önleyebiliriz, tarım yapmanın daha iyi yolları var. Ekolojik tarım emisyona sebep olmaz. Tarımın yerelleştirilmesi de bunu önler. Soya yetiştirmek için Yağmur Ormanları’nı kesmenize gerek yok. Kötü gıda sistemi sera gazı salınıma sebep oluyor; gıda egemenliğimizi ve sağlığımızı yok ediyor. Ekolojik tarımda karbonu da geri dönüştürebilirsiniz.
Yerinden olma konusuna gelince: bu kalkınmanın alt yüzü. İnsanlar, iklim felaketi yoğunlaşmadan da yerinden oluyordu. Milyarderler iklim değişikliğini, karbon ofsetleme (dengeleme) ile daha çok insanı yerinden etmek için kullanıyor. Bill Gates, “İklim Felaketini Nasıl Önleriz?” kitabında “Biz kirletmeye devam edeceğiz” diyor. Ancak karbon nötrleme için ofset ile başka insanların topraklarının kullanılacağına işaret ediliyor. Bu insanların topraklarını elinden almak anlamına gelir.
İklim değişikliğiyle nasıl mücadele edileceğine ona sebep olan ve bizi yerimizden eden milyarderler değil, demokrasi karar vermeli.
© Tüm hakları saklıdır.