01 Nisan 2013 10:47
Siyaset Bilimi Uzmanı Dr. Akın Ünver, çözüm sürecinin Genelkurmay içinden çıktını belirterek, "Ordunun içinde 'Sorun böyle çözülmüyor, halkı ikna edecek bir hükümet lazım' cümleleri geldi önce. Demokratik çözüm fikri oradan çıktı ve daha sonra Ak Parti’ye geçti. Ama ordu içinde bir kitle tabii ki çözüm istemiyor, doğası itibarıyla böyle" dedi.
Milliyet gazetesinden Zeynep Miraç'ın "Öcalan'ın sözlerindeki tek fark İslam vurgusu" başlığıyla yayımlanan (1 Nisan 2013) söyleşisi şöyle:
Dr. Akın Ünver, 1982 doğumlu, çok genç bir siyaset bilimci. Bilkent Üniversitesi’nde uluslararası ilişkiler okudu, yüksek lisansını ODTÜ’de Avrupa Çalışmaları üzerine yaptı. Doktorasını İngiltere’de, Essex Üniversitesi’nde “Kürt Sorununu Tanımlamak” teziyle tamamladı. 1990-99 arasında TBMM-Avrupa Parlamentosu-Amerikan Kongresi üçgeninde Kürt Sorununun dile getiriliş yollarını analiz ettiği bu tez, ona Malcolm Kerr Sosyal Bilimler Ödülü’nü kazandırdı.
Önce Michigan Üniversitesi, sonra Princeton Üniversitesi’nde Türkiye ve Ortadoğu siyasal tarihi üzerine dersler veren Ünver, geçen yaz Türkiye’ye döndü. Şimdi Kadir Has Üniversitesi Uluslararası İlişkiler bölümünde öğretim üyesi. Hem Türk hem de Kürt siyasetinin söylemleri üzerinde çalışmış olan Dr. Akın Ünver, PKK’yı ve Abdullah Öcalan’ın dilini tarihsel süreç içinde değerlendirdi.
* PKK’nın tarihine, söylemlerine hakim biri olarak Abdullah Öcalan’ın tutanaklardaki sözlerine ya da Newroz metnine baktığınızda farklılıklar görüyor musunuz?
- Ben yurtdışında doktora yaptığım için Öcalan’ın önceki konuşmalarını da okudum. Türkiye’de yasaktır, bulamazsınız. Oysa İngiltere’de bir kamu kütüphanesine gittiğinizde PKK kongrelerindeki konuşmalarına kitaplaştırılmış şekilde ulaşırsınız. Öcalan’ın 21 Mart’ta söylediği şeyler, geçmişte söylediklerinden çok farklı değil. Tek farklılık, İslam vurgusu. Ana metin; Kemalizm dediğimiz, 1921-24 Anayasası’nın ruhunu anlatan bir metin. Orada göçmenler tarafından kurulan bir devlet var. Balkan ve Kafkas göçmenlerinin son vatan olarak kabul ettikleri bir coğrafyayı, sosyal olarak mobilize ederek, dışarı karşı bir direniş göstererek yeni bir devlet kurma meselesi... 1921-24’e, yani bu ittifakın kurulmasındaki ilk senelere baktığınız vakit, Türklük tanımı daha coğrafi ve anayasal. Kendini Türk kabul eden, Türkçe konuşan ve Türkiye sınırları içerisinde yaşayan herkes Türk’tür anlayışı var. Etnik kökene dayalı değil; zaten hiçbir zaman olmadı. Devletin bunu yorumlama modeli özellikle de 80’lerden sonra değişti.
* İslam vurgusu yeni dediniz. Daha önce hiç mi bu söylem yok, yoksa bu derece yoğun mu değil?
- PKK, hepimizin ağzına pelesenk olduğu gibi Marksist Leninist bir örgüttür; bu bağlamda dinin kitlelerin afyonu olduğunu düşünür. Milliyetçilik, laiklik ve Marksizm, imparatorluktan modern temsili sistemlere geçiş dönemindeki ülkelerin sosyolojisini açıklayan kavramlardır. PKK, Kemalizm’in aynadan yansımasıdır.
* Nasıl bir yansıma?
- Cumhuriyetçi, temsili sisteme dayanıyor, popülist, laik. Ve çok ciddi şekilde dinin sadece devlet işlerinden değil, sosyal alandan da marjinalize edilmesine inanıyor. Kemalizm, dinin cumhuriyet devrimini yapmasına engel olduğunu düşünür. Burada da sosyalist devrimi engelleyen bir afyon olduğu düşüncesi var. Dolayısıyla PKK’nın Türkiye’nin bugüne kadar çözemediği tek mesele olmasının sebebi de bu. PKK, Türkiye’yi kuran ideolojinin ters yüz edilip aynadan kendisine bakmasıdır. Bir anlamda Kuvayi Milliye’nin Kürt versiyonudur. Paramiliter, kendi içerisinde milliyetçi. Kemalizm sol başlayıp sağa giden bir ideoloji oldu. PKK ise 1920’lerdeki Kemalizm’in 80’lerde çok farklı bir şekilde devam etmesi. Öcalan’ın konuşmalarına baktığınızda, prensipte ağır Kemalist birisi. Ama metodoloji olarak Kemalist.
* Ne demek metodoloji olarak Kemalist?
- Bütün Kemalist yapıyı, altı oku alıp, Türk’ü çıkarıp yerine Kürt’ü koydu. Bu açıdan Öcalan’ın bugün devletin noktasına gelmesini sürpriz olarak karşılamıyorum.
* Sizin Kemalist tanımladığınız PKK’nın bugün AK Parti ile yola çıkması ve CHP’nin dışarıda kalması çelişik mi yoksa, benzer kutupların birbirini itmesiyle mi açıklarsınız?
- Birbirlerini itmesi olarak açıklarım. Çok iyi işleyen bir araba düşünün. İki sürücüsü var. Biri Türk, Kemalist, laik anlayışla sürüyor. Ötekisi de Kürt milliyetçiliği, sosyalizm anlayışıyla. Aynı metodu farklı sürücüler kullanıyor ve birbirlerini itiyorlar. Aradaki Ak Parti gibi çok esnek, akışkan, kolayca söylem değiştirebilen bir parti ikisi arasındaki ilişkileri düzenliyor.
* Öcalan’ın bugün İslam konusuna vurgu yapması ve ümmet ruhundan hareket etmesini neyle izah ediyorsunuz?
- AK Parti ile arasındaki ilişki. 21 Mart’taki metin, 1990’larda TBMM’de Refah Partisi milletvekillerinin söyledikleriyle aynı. Milli Görüş söylemi bu: Bu meselenin İslam ekseninde çözülmesi, zaten Türk-Kürt ayrımı olmaması, Türklük ana karakter olduğunda çatışmanın çıkması ama İslam dediğinizde çatışmanın yok olacağı... Bunun yanında Abdüllatif Şener’in Refah Partisi milletvekili iken söylediği bir cümle var: “Terörü İmam Hatipler mi yarattı? Sizin laik okullarınız yarattı”. Bölgeye İmam Hatip okulları kurulursa, köy korucuları ya da ağalar yerine devlet dini liderlere yönelirse sorunun çok net çözüleceği fikriyatı, 1990’ların Refah Partisi-Milli Görüş söylemidir.
* Böylece Öcalan, Kemalizm’den Milli Görüş’e geçtiğini mi söylüyor?
- Öcalan diyor ki, ben bunu Recep Tayyip Erdoğan modeliyle çözeceğim. Öcalan aslında Ankara Üniversitesi’ndeyken dindar birisi, namazında niyazında biri olarak bilinir. Sonrasında 70’lerin sağ-sol radikalizasyonunda, Marksist Leninist ideoloji içerisinde “Ben dindar olabilirim ama bir sosyal hareket yapacaksak din bunu pasifize eder” düşüncesi geliyor. 80’lerin sonuna doğru, PKK kendisini güçlü hissettikçe minarelere roket atmaya başlıyor. Mecliste Refah Partisi “18 minare yıkmışlar” diyor. Hükümet de “Minare yapılır, asıl okul basmışlar” diye cevap veriyor. PKK’nın camiye yaptığı saldırı, okula yaptığı saldırıdan büyük müdür tartışması var o dönemde...
Öcalan şu anda diyor ki, Erdoğan’la benim aramda ortak bir anlayış var. Ve bu yöntemle Ak Parti seçmenini ikna etmeye çalışıyor.
* Sizin çalışma konularınızdan biri de çatışma durumlarında insanların verdiği tepkiler. Bu açıdan bakınca toplumun psikolojisini nasıl görüyorsunuz?
- Araştırmalarımda dikkatimi çeken bir şey var. Bölgeye gitmemiş, orada kalmamış, günlük bazda bir Kürt vatandaşla iletişim içine girmemiş olanların o bölgenin verilmemesine dair direncinin çok daha yüksek olduğunu görüyoruz. Hiç gitmemiş, git deseniz gitmez, ama “orası bizim” gibi bir algısı var. Bu bir mülkiyet. Bazı insanlar devlet, bayrak, millet, marş, ant gibi şeyleri kabul ederken kişiliğinin bir parçası olarak kabul ediyor. Onlarla ilgili herhangi bir modifikasyon, benlik kaybı ya da şahsiyet değişimi gibi algılanıyor.
* Böyle bir psikoloji nasıl yönetilir?
- Barış sürecinden geçen ülke vatandaşı tanım olarak sinirlidir, bir şeylerin kaybedildiğini düşünüyordur. Dost dediği düşman, düşman dediği dost, kötü dediği iyi, iyi dediği kötü oluyor. Zor bir psikoloji bu. Burada yapılması gereken şu. İlçe ve köy teşkilatlarında yerel forumlar kurulmalı. İnsanlar orada bütün fikirlerini, öfkelerini, tepkilerini dile getirmeli. Ki içlerinde biriktirip sonra daha radikal bir biçimde ortaya koymasınlar.
* Geçen hafta öfkelerini MHP’nin Bursa mitinginde “Vur de vuralım” sözleriyle dile getirenler oldu...
- Kürt sorununu şiddetle çözmek istiyorsanız, bu denendi. Gaz saldırısı planına kadar denendi, en sonunda yapılmadı. Biz kuvvet olarak yapacağımızı 90’larda yaptık, onun için TSK içerisinde “Artık bu böyle olmuyor” diyen bizzat Hilmi Özkök oldu. Ordunun içinde “Sorun böyle çözülmüyor, halkı ikna edecek bir hükümet lazım” cümleleri geldi önce. Demokratik çözüm fikri oradan çıktı ve daha sonra Ak Parti’ye geçti. Ama ordu içinde bir kitle tabii ki çözüm istemiyor, doğası itibarıyla böyle.
* Tezinizde Kürt sorununu tanımlamanın öneminden söz ediyorsunuz ve ortaya yedi tanım koyuyorsunuz: İnsan hakları, demokratikleşme, aşırı güç kullanımı, güvenlik-terör, bölgesel kalkınma-eğitim, etnik-kültürel gerilim, karanlık dış güçler. Şu anda çözümün bu yedi tanımı da kapsadığını düşünüyor musunuz?
- Çözümün bu yedi tanımın da farkında olduğundan eminim. 1990-1999 arasına odaklanarak, Kürt meselesi dediğimiz şeyin en hararetli olduğu on seneyi alarak, TBMM-Amerikan Kongresi-Avrupa Parlamentosu’ndaki bütün konuşmaların ve raporların karşılaştırmalı olarak söylem analizini yaptım. Üç mecliste de insanların Kürt meselesine aynı söylemsel çerçeveden baktığını gördüm. Bu yedi tanım buradan çıktı. Amerika’daki Cumhuriyetçi Kentucky temsilcisi de, demokrat Connecticut temsilcisi de, Yeşiller grubu üyesi de benzer söylemlerle konuşuyor.
* Aynı söylemlerle konuşmaları bize ne söylüyor?
- İlginç bir şekilde şunu anlatıyor: Çatışmalara bakışta kültürel olarak fark yok. Yani siyasetin dili tek. Büyük ihtimalle aile içinde çok farklı tartışıyorlar, ama meclis ortamında siyasal söylem üzerinde kültürel fark neredeyse yok.
* Bu tespit, bize çatışma çözümüne dair ipucu veriyor mu?
- Bir çatışmayı çözeceğimiz zaman insan hakları, eğitim ya da yatırım ya da güvenlik boyutları aynı anda olmalı. Her tarafta farklı çıkar ve perspektif gruplarının olduğu muhakkak. PKK bir PKK değil, içinde en azından üç farklı ideoloji var. Onun için Karayılan silah bırakmak istemeyen komutanlara işaret ediyor. PKK’nın içerisinde emir komuta problemleri sıklıkla oldu. Türk ordusu içerisinde de böyle meseleler oldu. Farklı paralel asimetrik gruplar kuruldu. Bunlar bağımsız hareket ettiler, kendi ajandaları oldu.
* Bu gruplaşmalar, iki taraf için de güven boşluğunun kaynağı. Çatışma kültürüne göre böyle koşullarda güven nasıl tesis edilir?
- Belli sembolik kişiler arasında oluşturulan güvenle başlar. Akil adamlar değil, siyasi sembollerden söz ediyorum. Karar vericilerden. Bu kişiler arasında oluşturulan güven daha sonra sürece yansıyor. Sokaktan standart bir Türk ve Kürt vatandaş arasında güven sorunu olduğunu zaten düşünmüyorum. Bir siyasi barış sürecinden bahsederken, önemli olan süreci yürütenler arasındaki güvendir. Şimdi Başbakan’ın başkanlık hayalleri içerisinde barış gerçekleşiyor diyorlar. Gerçekleşsin, dert o değil. Başkan seçilirse de belli bir süre başkan seçilecek. Ama bu süreç çözülürse, Türkiye’yi Recep Tayyip Erdoğan’ın başkanlığından çok daha uzun sürecek bir şekilde rahatlatacak. Hem liderlerin çok büyük siyasi çıkar karşılığında böyle girişimlere başlaması çok normal. Bu Bask örneğinde de var, İrlanda’da da, Kolombiya’da da. Siyasi lider, işin içinde çok büyük bir getiri yoksa zaten böyle bir riskin içine girmez. Bunlar dert değil. Her iki tarafta da en büyük engel kibirdir. Güvenin önündeki en büyük engel odur.
“Tehdit algısı konusundaki çalışmaları takip ediyorum. Stanford Üniversitesi’nde çok ses getiren bir araştırma yapıldı. Çok geniş bir kitle üzerinde beyin dalgaları ölçüldü. O insan neden korkuyorsa -örümcek, yılan ya da başka bir şey- mesafe olarak ne kadar uzaktan yakına geldiğinde beyin dalgalarının korku belirtileri gösterdiğine baktılar. Ve bu insanların kendilerini siyasi olarak nerede tanımladıklarını sordular. Şöyle bir sonuç çıktı: Bir şeyden daha uzaktayken korkmaya başlayanlar, kendilerini daha milliyetçi ve muhafazakâr tanımlayanlar. Ancak önlerine geldiğinde korkanlar ise liberal ve demokrat tanımlayanlar... Buradan milliyetçiler daha erken korkar gibi bir sonuç çıkıyor. Ama tabii araştırmayı devam ettirmek lazım. Burada bir şeyi tehdit olarak görmekle siyasal tercih arasında bir bağlantı olduğu ortada.”
© Tüm hakları saklıdır.