“İzlenme rekorları kırarak popülerleşen dizilerin büyük bölümünde boşanma, yalnız yaşama ve ‘sivil evlilik’ diye tanıtılan nikahsız birliktelikler olağanmış gibi gösterilmekte ve bu durumların diğer yönleri dikkate alınmamaktadır. Bu aile kurumuna yönelik olumsuz sonuçlarıyla beliren riskli oluşumları ‘normalleştirmektedir’. Kahramanların boşanmış, eşinden ayrı yaşayan, bekar kalan, çocuklarıyla yaşamını sürdüren ve nikahsız yaşayan sözümona kendi başına yeten kişilerden oluşması, arzu edilmeyen davranış modelleri yaratarak toplumsal yaşamı riske sokmaktadır.”
Yukarıdaki satırlar, Başbakanlık Aile ve Sosyal Araştırmalar Genel Müdürlüğü bünyesinde yayımlanan Aile ve Toplum dergisinin Nisan-Mayıs-Haziran sayısında yer alan ‘Aile Kurumuna Yönelik Güncel Riskler’ başlıklı makaleden... İnönü Üniversitesi, Sosyoloji Bölümü’nden Dr. Ünal Şentürk’ün makalesinde bir yandan boşanma oranlarının artmasından, eşcinsel evliliklerden, nikahsız birlikteliklerden, evlenme yaşının yükselmesinden yakınırken, sonuç bölümünde de dizilere bir çekidüzen verilmesi önerisi yapıyordu. Akademisyen yazara göre, dizilerdeki kadınların yalnız yaşaması, evlilik dışı ilişki kurması ‘kötü örnek’ oluyordu... Peki başbakanlığa bağlı bir kurumun dergisinde yer alan ve ataerkil yapıya övgüler düzen, dizilerden de bunu bekleyen yazı, dizileri kaleme alan senaristlere ne düşündürüyor?
Senarist Eylem Canpolat ve Sema Ergenekon: Dizi öyküsü kurarken, dayatılan ahlaki değerleri değil, var olanları anlatırız. Yazdığımız hiçbir karakter ya da olay ülkemizde yaşanmamış değildir. Anladığımız kadarıyla bu yazıda altı çizilen, kadın karakterlerin dilediği gibi yaşamasına duyulan öfke... Toplum baba kadınlara işaret parmağını uzatır. Sakın evlenmeden sevişme, aynı evde bir hayat kurma... (Zaten yazıda sadece kadın karakterlerin özne olarak alınması çok ironiktir. Kadınlar bu ‘ahlaksızlıkları(!)’ tek başlarına mı yapmışlardır?) İçeriği güçlü, bir derdi olan her hikâye anlatılmaya değerdir. Şunu da sorgulamalıyız. Artık sadece ‘umutsuz ev kadınları’nın decoderlerine göre karar verilen reyting ölçümlerinde, diğer hikâyelere ne kadar yer kalmıştır? Aşkın değil adaletin anlatıldığı bir dizinin yazarları olarak bu konuda dertliyiz. İzlenme oranlarının tespit edildiği evlerde sadece beyaz atlı prens beklenmektedir. Kanal yöneticileri de hikâyelere o prenslerin gözünden bakmaya başlamıştır. Aileyi koruyan bakanımızın ve çalışma arkadaşlarının bu konuya eğilmeleri gerekmekte değil midir? Neden insanımız 90 dakikalık bir masalı hayatının düsturu yapmaktadır. Demek ki eğitim seviyemizde bir çöküş yaşanmaktadır. Bunun değişimi kadın karakterlerin kulağını çekmekle değil, yeni eğitim düzeni kurmakla olur. Tabii arzulanan buysa...
Senarist, yazar Gaye Boralıoğlu: Tersinden bakalım. Bütün dizilerde aileler mutlu, kadınlar baskılara rağmen aileyi korumak için susup oturuyor, herşey yerli yerinde! Dr. Şentürk’ün bakışıyla yazılacak dizilerin ne kadar gerçek dışı olabileceğini düşünebiliyor musunuz? Dramalarda belli etik kurallarla hareket edilmesi gerektiğini düşünenlerdenim. Ama ‘toplumsal değerleri korumak’ adına işin, muhafazakârlığa, sorunları örtmeye, kadını çözümsüzlüğe itmeye, erkek egemen düzeni yeniden üretmeye vardırılmasına kesinlikle karşıyım.
Senaryo Yazarları Derneği Genel Sekreteri A. Haluk Ünal: Hepimiz aile içinde büyüdük, yüzlerce ailenin yaşamına tanıklık ettik. ‘Aile’ denilen sosyo kültürel formun kutsal olamayacağını iyi biliyorum. Tersini iddia eden yazarımız ise gerçekçi değil, ideolojik bir tutum içinde. Takıldığı nokta ise zurnanın zırt dediği yer: Kadının nasıl olması gerektiği... ‘Erkeğin ne olması gerektiği’ çokça anlatılmaz.
Yazar, ‘Kahramanların boşanmış, sözümona kendi başına yeten kişilerden oluşmasıyla, arzu edilmeyen davranış modelleri’ yarattığımızı iddia ediyor. Tek kelimesi hariç katılıyorum: ‘Sözümona’... Böyle çok kadın tanıyorum, sözümona görünmüyorlar. Diziler farklı bir kadın profilinin yükselişine neden oldu. Bu muhafazakâr modernizmin tipolojisi olan bir kadın. Gerçek anlamda özgürlükçü bir tipleme değil. Eşinden ayrılabilen, aşık olabilen ama biçilen rolden büyük sapmalar göstermeyen, cinselliğini yaşamayan bir kadın. Yazarımızın ‘ahlak yaklaşımı’ açısından ‘namuslu’ olduğunu teslim etmesi gereken bir prototip. Kadının muhafazakâr bir çizgide özerkleşmesine bile tahammülü olmayan bir bakış açısına sahip.
Medya İzleme Grubu’ndan Melek Özman: Maalesef başbakanlığa bağlı Aile ve Sosyal Araştırmalar Kurumu, kadınların yaşadığı sıkıntı ve verdiği mücadeleye, tamamıyla karşıymış gibi gözüküyor. Yazının tümü de ‘kadınların çalışma yaşamına katılması’ ve ‘kadın hareketleri’ni ataerkil aileyi krize sokan gelişmeler olduğunu ve ataerkil aileyi tehdit edenin kadınlar ve kadınların kendi benliğine tutkun, cinsel arzularını dizginlemeyen tavırları olduğunu ima ediyor. Yazı, tehdidi bertaraf etmekte medyanın sorumluluklarını hatırlatarak bitiyor. Oysa medyanın ve dizilerin ataerkilliğin sağlam kaleleri olduğu aşikârken, bu sağlam duruş yazara, dolaylı olarak da kuruma - yazık ki - az geliyor...
Televizyonlarda ataerkil baba/koca figürü olmayan, bu karakterlerin kadınlara şiddet, tecavüz gibi yollarla zulmetmediği, kutsal aile mitini sürdürmeyen bir dizi neredeyse yok. ‘Kendi ayakları üzerinde durabilen’ kadın karakterlere rastlanmıyor. Ahlak bekçiliğine soyunanların erkeklerin ‘kutsal/ataerkil ailesindeki’ kadınlara yaptıklarıyla sorunu yok mu?
Senarist Nilgün Öneş: Kitle iletişim araçlarının insanlar üzerindeki etkisi tartışılamaz. Ama Dr. Şentürk’le aynı görüşleri paylaşmadığımız kesin. ‘Kendi başına yetmeye uğraşan, nikahsız yaşayan kişiler’ derken kadınlardan söz ettiğini anlamak zor değil. Nikahsız yaşadığı için aşağılanan erkekler değil, kadınlar oluyor. Yeni yaşam biçimlerini yok saymak devekuşu gibi başını kuma gömmektir. Ahlak ve namusu sorgulamamız gerekiyorsa erkeklere de bakmanın zamanıdır. Bu yaşam biçimleri dizilere konu edilecek hale geldiyse, belki bunu ‘yeni biçimler’ olarak kabul etmekten başka şansımız yoktur.