27 Nisan 2015 03:00
“1915'te Ermeni ayaklanmaları olduğu iddiası yalan.”
ABD’deki Clark Üniversitesi’nde öğretim üyesi Prof. Dr. Taner Akçam’la mülakatımızda 1915’in “tehcir” olduğunu iddia edenlerin öne sürdüğü “Ermeni ayaklanmaları” iddialarıyla ilgili olarak bunları söylemiş ve eklemişti:
“Sistemli ve düzenli bir Ermeni ayaklanması daha sonra icat edildi. Böyle bir şey var olsaydı, belgeleri olurdu.
Bunların yalan olduğunu kavramak bile insana acı veriyor. Ayaklanma dedikleri olaylara tek tek bakarsanız ne dediğimi anlarsınız.”
Prof. Akçam, Ermenilerin sürülmesinin nedeninin Anadolu’daki Hristiyan nüfusunu azaltmak olduğunu, bu bağlamda Rumların da Ege’den Yunanistan’a gönderildiğini, ülkesi olmayan Ermenilerin imha edilmeye karar verildiğini ifade etmişti.
Akçam, ölümlerle ilgili “Göç yolunda suçu Kürtlere atıyorlar, şehirdeki Ermenileri kim öldürdü?" diye sormuş, katliamların İttihat ve Terakki hükümeti tarafından sistematik bir biçimde yapıldığını söylemişti.
Akçam'la bugün 24 Nisan'a alınan Çanakkale Kara Savaşları anmasını, Türkiye'nin 1915'le ilgili pozisyonunu, katliamların yaşandığı dönemde Mustafa Kemal'in tutumunu ve Hrant Dink cinayetini konuştuk:
“Ermeni Soykırımı”nın yüzüncü yılındayız, bir yandan Çanakkale Zaferi anma törenleri 24 Nisan’a alındı, bir yandan seçimler de yaklaşıyor, bir önceki seçimlerde “Afedersiniz Ermeni” gibi laflar da edildi. Bu sorunun çözümü adına önümüzdeki günlerde siz ne bekliyorsunuz?
Ben bir şey beklemiyorum. Yani seçimlere kadar hiçbir şey olmaz, aksine radikalleşerek devam eder hükümetin tutumu. Daha da sertleşir. Milliyetçi oyları almak için inkârcılığı, nefreti tahrik ve teşvik edeceklerdir. Ama ben bir şey söyleyeyim, bu yaklaşımla ancak kaybedeceklerdir!
Hükümetin bu tutumu bana geçmişte, gazetelerinin arka sayfalarına çıplak kadın resmi basıp, “halkımız bunu istiyor”, diyen iğrenç gazetecilerin tutumunu aklıma getiriyor. İğrençliği yapıp, “bunu halkımız istiyor ve seviyor”, diye satıyorlardı bu seviyesiz gazeteciler ekibi...
Ama Hükümetin bilmesi gereken bir şey var; eğer nefretle, intikam duyguları yaymak ve inkârcılık başarılı olsaydı, daha önceki Türk hükümetleri başarılı olurlardı. Onlar başarılı olamadıkları için AKP iş başına gelmişti. Erdoğan ne çabuk unuttu... İnkarcı Sivil-Askeri bürokratik zihniyet başarılı olamadığı için iş başına gelmişti. Bu nedenle, Ermeni Soykırım’ı konusunda da açılım yapmak istemişti. Onların, inkar siyaseti ile başarılı olamadıklarını, köşeye sıkışmış olduklarını fark etmişti. Açılımlar bundan yapılmıştı.
Ama şimdi bakıyorum, hükümet sadece büyük ölçüde çark etmekle kalmamış, eski inkarcı kafaya taş çıkartıyor. Eski inkarcı ekibin yaptığı bir trajedi idi, bu Hükümetin yaptığı ise bir komedi... Geçenlerde bir Ermeni dostum, “acaba ne yapsak da bunları daha fazla konuştursak”, diyordu, “konuştukça daha çok rezil oluyorlar.”
Yani herhangi bir şey beklemiyorum hükümetten! Ama yalanla gidebilecekleri bir yer yok ki. Kürt meselesini ne kadar yalanla bir yere götürebildilerse, Alevi meselesini ne kadar yalan ve yasaklarla bir yere götürebildilerse, bu soykırım konusunda aynı şey başlarına gelecek. Kürt meselesi daha rahat zeminlere kaydıkça Kürtler, Alevi konusundaki uyanış arttıkça Aleviler, Ermeniler konusunda bildiklerini daha yüksek sesle anlatacaklar.
Artık şöyle bir problemimiz olduğunu görmemiz gerekiyor: Ermeni sorunu, soykırım, Türkiye’nin tarihiyle yüzleşmesi, Kürt sorunu, Alevi sorunu gibi artık bizim önümüzdeki en temel siyasi sorunlardan birisidir. Ve bu soruna eski taktiklerle, kafayı kuma sokarak çare bulmak mümkün değildir. Biraz zaman alacak, biraz uğraşılacak belki, ama her konuda öyle olmuş.
Sonuçta Türkiye, eğer demokrasi istiyorsa, Türkiye eğer insan haklarına saygılı bir toplum istiyorsa, Türkiye eğer huzur içinde bir ülke ve gelecek istiyorsa ve komşularıyla istikrarlı ve güvenli ilişkiler kurmak istiyorsa tarihle yüzleşmek zo-run-da! Başka çaresi yok, kaçacak yeri kalmadı Türkiye’nin. Yani yüzüncü yılın en büyük anlamı o. Bana göre de yüzüncü yıl bir bitiş değil, başlangıç olacaktır.
Cumhuriyetin ilk yıllarında yüzleşme yapıldı mı? Mustafa Kemal’in tutumu nedir?
Cumhuriyetin ilk yıllarında yüzleşme yapıldı. 1919-22 arasında yargılamalar yapıldı. 16 civarında insan idam cezasına çarptırıldı, 3 kişi idam edildi. Bu mahkemelerde çoğunlukla Türk-Müslüman memurlar, askerler ve çeşitli mesleklerden vatandaşlar ifadeler verdiler. Cinayetleri anlattılar. Cezalar, ağırlıkla bu Türk-Müslüman kişilerin ifadelerine dayanılarak verildi. Dönemin gazeteleri özellikle başlangıç aylarında katliamlara ilişkin ayrıntılı yazılar yazdılar. Yani 1918 Ekimi ile 1921 yılına kadar üç yıl boyunca bir yüzleşme sürecinden söz edebiliriz. Herkes katliamların olduğunu, kötü şeylerin yaşatıldığını kabul ediyordu. En fazla itiraz edenin söyleyebildiği cümle, “bütün bir Türk milletini, tüm Müslümanları suçlamayın, bu cinayetleri işleyen İttihat ve Terakki’nin yöneticileri idi”, cümlesiydi.
Birkaç tane örnek vereyim: 1919 yılının ekim ayında Amasya’da Mustafa Kemal önderliğindeki Türk Ulusal Kurtuluş Hareketi ile İstanbul’daki Ali Rıza Paşa Hükümeti, yaklaşan Parlamento seçimleri nedeniyle Amasya’da bir görüşme yaparlar. Beş ayrı protokol imzalarlar ve birinci protokolde, tehcirden dolayı, suçlu olan İttihatçıların yargılanmasının “adlen siyaseten elzem” olduğu yazılır. Yani bırakın sadece katliam yapıldığını kabul etmeyi, gerek Ankara’daki milliyetçi hareket, gerek İstanbul Hükümeti, tehcirden dolayı suçu olan İttihatçıların yargılanması gerektiği kararını alıyorlar.
Fakat bu yüzleşme esas olarak insanî nedenlerle yapılmıyordu. Ana amaç, İttifak güçlerini etkilemek ve Paris Barış Görüşmelerinden Sevr gibi bir sonuç değil de, Lozan gibi bir sonuç elde etmektir. Yani yüzleşme ve yargılamalar esas olarak Misak-ı Millî için ödenmesi gereken fiyat olarak görüldü. Ne zaman ki Sevr Anlaşması koşulları belli ve Osmanlı Hükümeti Sevr Anlaşması’nı imzaladı, yargılamalar da,, yüzleşme de bitti. Türk milliyetçileri, “Mademki Anadolu değişik etnik gruplar arasında paylaştırılıyor, o zaman biz de bu cinayetlerden dolayı İttihatçıların yargılanmalarına son vereceğiz” dediler. Dönüm bu noktada oldu, Sevr ile yüzleşme bitti.
Şöyle bir soru sormak isterim: Eğer İngiltere ve Fransa, Ankara’daki milliyetçilerin ve Osmanlı Hükümetinin teklifini kabul etselerdi, yani Misak-ı Millîyi kabul edip, bu Misak-ı Millîye karşılık olarak da İttihatçıların işledikleri suçlardan dolayı cezalandırılmalarını isteselerdi, bugün nasıl bir tarih anlatıyor olurduk? Muhtemel ki biz de tarihimizle, bugün Almanların konuştuğu gibi konuşuyor olacaktık.
“Bir tehlike sezildiğinden yüzleşilemedi” diyebilir miyiz?
Tehlike sezildiğinden değil, tarihle yüzleşme ve suçluları cezalandırma ile, ulusal egemenlik meselesi birbirine karıştı. Anadolu’nun farklı gruplar arasında paylaştırılması, Türklerin savaş sırasında işledikleri suçlar nedeniyle cezalandırılması olarak sunuldu. Durum şu idi: İngiltere, Fransa ve İtalya, Osmanlı devletinin 1918 Ekimi itibarıyla işgal edilmemiş topraklarını (aşağı yukarı Lozan sınırları diyelim) Yunan, Türk, Kürt ve Ermeniler arasında paylaştırır ve bazı bölgeleri de kendi kontrollerine alırken, bunu “sömürgeci çıkarlarımız için yapıyoruz”, demediler. Sevr antlaşmasını, yani Anadolu’nun farklı gruplar arasında paylaştırılmasını Türklerin savaş sırasında işledikleri suçlar nedeniyle cezalandırılması olarak sundular. Yani, toprak paylaşımı, cinayetler nedeniyle cezalandırılmanın bir tarzı olarak sunuldu ve buna itiraz edenler de idam cezasına çarptırıldı.
Durumu bir örnekle anlatayım: İstanbul’da 1 numaralı sıkıyönetim mahkemesi var. Bu mahkeme, Ermenileri öldürdükleri için İttihatçı katilleri yargılıyordu. Aynı mahkeme Sevr Anlaşması’na itiraz ettiği için, Mustafa Kemal ve arkadaşlarını da idama mahkûm etti. Yani ulusal güvenlik denilen, egemenlik ve toprak bütünlüğü meselesi ile geçmişteki suçlardan dolayı yargılamalar bir ve aynı şey olarak görüldü. Osmanlı topraklarının paylaşılması cezalandırmanın bir biçimi olarak sunuldu. Eğer İngilizler bu iki konuyu birbirinden ayırmayı başarabilselerdi, eğer tarihle yüzleşmenin fiyatı Sevr olmamış olsaydı, Misak-ı Milli olsaydı, tarihle çok daha rahat yüzleşebileceklerdi. Bu nedenle Türkler, “tarihle yüzleşmek bahanesiyle elimizdeki toprakları alıyorlar”, dediler. Eğer Misak-ı Millî sınırlarındaki Türk egemenliği kabul edilmiş olsaydı, o zaman Türkler, belki sınırlı bir sayıda İttihatçı yönetici ile sınırlı olacak biçimde, yargılamaları yapacak, ve suçluları cezalandıracaklardı.
Zannediyorum, bugün de bu sebeple “tarihle yüzleşelim” denildiğinde bazı insanlar, bunu, “vatan bölünmesi” şeklinde anlıyor. Bunun nedeni de tarihin bu döneminde yaşananlardır. Bence büyük devletler, o yıllarda çok yanlış bir politika izleyerek Türkiye’nin kendi yüzleşmesine engel oldular.
Bir örnek vereyim: 1945 sonrasında benzeri sorun Almanya ile yaşandı. Naziler yenildikten sonra kalan Alman toprakları ne olacaktı? Amerikan başkanı Roosevelt’in istediği ile dönemin maliye bakanı Morgenthau (Amerikan’ın İstanbul Büyükelçisi Morgenthau’nun oğludur) bir plan hazırlar. Bu plana göre, Almanya’nın mevcut sınırları küçültülecek ve kalan sınırlar içinde de 6 küçük devlet kurulacaktır. Tıpkı Osmanlı topraklarının Türkler, Kürtler, Rumlar, Yunanlar arasında bölündüğü gibi, küçük devletler kurulacak ve nasıl İstanbul Uluslararası bölge ilan edildi ise, Ruhr havzası da böyle olacaktı. Morgenthau’nun gerekçesi şu idi: Nazileri ve Almanları işledikleri suçtan dolayı, ellerindeki devleti parçalayarak cezalandırmak gerek. Zayıf küçük devletlerle bir daha insanlığın başına sorun çıkartamazlar. Yani tarihte işlenmiş suçların kolektif cezalandırılması, bu ülkeyi parçalamak olmalıdır.
Morgenthau planına, savaş bakanı Stimson itiraz ediyor ve mealen diyor ki, “eğer, bu planı hayata geçirirseniz, Nazileri Almanya’nın ulusal kahramanları olarak selamlamak zorunda kalırsınız! Almanya’nın sınırlarına dokunmayın ve sadece suçluların, katillerin yargılanmasına yoğunlaşalım ve dünyaya bir örnek gösterelim.” Sonuçta plan uygulamaya konmaz. Bugün hiç kimse, Holokost denince Almanya’daki 6 devlet, Almanya’nın ulusal güvenliği gibi şeyleri konuşmuyor. Herkes “Nazi kıyımı” deyince, Nurnberg’i konuşuyor. Ama bizde Ermeni sorununu ağzınıza aldığında karşınıza Sevr’i çıkartıyorlar. Dediğim gibi, eğer büyük devletler 1918’de Osmanlının kendi kontrolündeki bölgeleri paylaştırmak gibi bir siyasi çizgi izlemeseydi, biz de bugün esas olarak 1919-21 yıllarındaki yargılamaları konuşuyor olurduk.
Bu sorunu çözmek için neler yapılmalı?
Özür dilenmeli. Türkiye devleti adına, Osmanlı dönemlinde işlenmiş bu cinayetler nedeniyle Ermenilerden resmen özür dilemelidir. Özür diledikten sonra da Almanya’nın yaptığını yapmak gerekir. Almanya 1952 yılında İsrail ve Yahudi Diasporası ile görüşerek, Luxemburg antlaşmasını imzalamıştır. Türkiye de, Ermenistan ve Ermeni Diasporası ile oturarak bir anlaşma yapılmalı, bu anlaşmayla tazminat vb. sorunları çözmelidir. Almanya sadece İsrail’le değil, Yahudi diasporasıyla da görüşmüş ve ayrı bir antlaşma imzalamıştı. Aynı şeyi biz de yapmalıyız. Türkiye hem Ermenistan’la hem diasporayla görüşerek bu işi sonuca bağlamalıdır.
Devletin veya hükümetin bu sorunu anlatmak gibi bir derdi var mı? Bunu anlatmak Türkiye’deki aydınlara ve gazetecilere düşüyor. Entelektüel kesimin, aydın kesimin dili nasıl olmalı, nasıl bir dil geliştirilmeli?
Çok basit. Bizim tarihimiz bir tek katillerin tarihi değildir. Önce tüm Türk gençlerine, beni dinleyecek, okuyacak olan Türk gençlerine söyleyeceğim bir şey var. Bir başkası nasıl Kürt olduğunu, Ermeni olduğunu, Alman, Amerikan olduğunu rahatlıkla ve güvenle söylüyorsa, bizler de Türk olduğumuzu aynı güven ve aynı rahatlıkla söylemeliyiz elbette. Hiç kimse, bugünkü Türkleri, bu kuşağı katiller olarak suçlayamaz, suçlamıyor. Biz Türklerin asıl problemi, bazı Türklerin geçmişteki katillere sahip çıkmaya çalışmasıdır. Asıl meselemiz geçmişteki katillerle aramıza mesafe koymayı başaramamızdır. Yani bugün bir Türk genci Ogün Samast konusunda ne tavır alıyorsa, geçmiş konusunda da aynı tavrı almalıdır. Arada bir fark yoktur. “Aferin Ogün Samast’a; iyi ki Hrant’ı öldürdü” diyen bir Türk-Kürt, Müslüman, 1915’te de Ermenileri öldüren Türk-Kürt Müslümandır. Ama Hrant’ın öldürülmesini lanetliyorsa ve diyorsa, “Ogün Samast benim alnıma bir leke sürmek istemiştir! Ben bir Türk olarak buna müsaade etmem!” O zaman, 1915’e ilişkin de aynı şeyi söylemeliyiz. Ve 1915’te de bizim gibi düşünen Türklerin, Kürtlerin Müslümanların olduğunu bilmeliyiz.
Tekrar ediyorum, bu tarih, bir tek Ermenileri öldüren katillerin tarihi değildir. Bu tarih evinin çatısında 8 kişilik Ermeni aileyi saklayan Urfalı Hacı Halil’in tarihidir. Bu tarih, Ermenileri evlerinde saklayan Müslümanların tarihidir. Bu tarih üçüncü ordu komutanı Vehip Paşa’nın, Trabzon’da görev yapan Avni Paşa’nın, Ankara valisi Mazhar’ın, Konya valisi Celal Bey’in veya Diyarbakır’da öldürülen kaymakamların tarihidir.
Biz kendi tarihimizde insanlığı gösteren, doğru ve dürüst davranan, vicdanlı davranan insanların da var olduğunu anlatmamız gerekiyor. Onların üzerine tarihimizi yükseltmemiz gerekiyor. Bizim katil Talat’a, katil Bahaddin Şakir’e, katil Enver’e ihtiyacımız yok. Bizim kendi tarihimizde insanlık onurunu, Türklük-Kürtlük onurunu, Müslümanlık onurunu koruyan atalarımız var, dolayısıyla biz, bu atalarımızı anlatarak, onlara sahip çıkarak bu konuyu anlatabiliriz. Geçmişte bunların sayısı o kadar çok değildi, onun için çok fazla Ermeni öldürüldü. Ama bugün bizim sayımız çok olduğu için artık ikinci bir Hrant Dink cinayetine kolayca müsaade etmeyeceğiz. Yani anlatmak istediğim, hiç kimse bu süreci kendisinin bireysel olarak suçlandığı bir süreç olarak algılamasın ve öyle kavramasın. Gereksiz yere savunmaya geçip, katilleri savunmaya kalkmasın!
Hrant Dink’in öldürülmesi, devlet politikası mıydı?
Evet! Cumhuriyet tarihinin en organize cinayetidir.
En organize…
En organize. Ve çözülmemesinin nedeni de, karışmayan yok! Bu cinayete bulaşmamış bir kurum yok! Ve Hrant Dink cinayetini gerçek anlamda çözebilseler, zaten 1915 sorunu esas olarak çözülecek; Türkiye’nin demokratikleşmesinin önü açılacak! Maalesef Türkiye, bu yöne hizmet edebilecek olan Ergenekon yargılanmaları konusunda attığı büyük adımların hepsini geri aldı. Ve çok kötü bir sınav verdi. Bizler bugün, Polisin, Genelkurmayın, MİT’in ve hükümetin cinayetin tek tek hangi adımlardan geçerek örgütlendiğini bildiklerini biliyoruz. Hepsi biliyor ve bildikleri için de açığa çıkartmıyorlar. Bu yüzden de Hrant Dink cinayetini çözebilmek, Türkiye’nin yarınını çözebilmek demektir! Hrant’ın gerçek katillerini cezalandırabilmek, Türkiye’nin demokratik yarınını kurabilmektir!
© Tüm hakları saklıdır.