Yargıtay Başkanı Hasan Gerçeker, “Laik bir devlette dini inançlar özel yaşama dair bir vicdan konusudur. Dini inançlar devlet ve kamusal kurumların çalışmalarına dayanak oluşturmaz. Laik devletin koyduğu kurallar dini inançlarla bağdaşmıyorsa, dini kurallar insan eşitliğine yönelik evrimin amaçlarına uygun olarak yeniden yorumlanmalıdır” dedi.
Yeni yargı yılının açılışında konuşma yapan Yargıtay Başbakanı Hasan Gerçeker, yargı bağımsızlığından laikliğe, yeni anayasa çalışmalarından protokol sorununa bir çok konuya değindi. Ancak konuşmasının en ilginç noktası, yargının, yasama yetkisini parlamento ile paylaşma yetkisi olduğunu vurguladığı bölümdü. Güçler ayrılığı bağlamında yargının böyle bir yetkisinin olduğu vurgulayan Gerçeker, böylece Cumhurbaşkanlığı seçim sürecinde yaşanan 367 krizinin ve türban düzenlemesinin ardından yaşanan tartışmaları hatırlattı. Gerçeker böylece hükümet kanadından gelen “Yargı parlamentonun yetki alanına giriyor” eleştirilerine yanıt verdi ve Anayasa Mahkemesi kararlarına sahip çıktı.
Zoraki tokalaşma
İşte Gerçeker’in konuşmasından satırbaşları:
KUVVETLER AYRILIĞI Kuvvetler ayrılığı ilkesine değinmek istiyorum. Dünyanın ilk yazılı anayasası sayılan Amerikan Anayasa’sının kurucuları, özellikle İngiltere’de John Locke ile gelişmeye başlamış olan sınırlı devlet kavramına bağlı olarak anayasal devlet kavramını dile getirerek, Montesquieu ve Locke’un temel hedefi olan bireysel özgürlüklere anayasal güvenceler sağlamak ilkesinden hareketle, özgür olmayan toplumları özgür toplumlardan ayırt edebilmenin ölçüsü kabul edilen anayasal devleti kurumlaştırma yolundaki arayışları sonucu gelişmiş bir teori olan ve modern anayasacılığın da temelini oluşturan kuvvetler ayrılığı ilkesini ortaya koymuşlardır.
YETKİ PAYLAŞIMI
Klasik demokrasinin, parlamenter sistemde çoğunluğun temsili ve çoğunluk tarafından seçilmiş bir hükümetin idaresi olarak tanımlandığı gözetildiğinde, ortaya çoğulcu demokrasi ile anayasal demokrasi kavramları arasındaki çatışma çıkmaktadır. Anayasal demokrasi, çoğunluk (çoğunluğun temsilcileri) tarafından seçilmiş iktidarların karsısında azınlıkta kalanların haklarını anayasal güvence ile koruyan bir demokrasi sistemidir. Anayasal demokrasilerde yasama gücü tarafından çıkarılmış olan yasaların yargısal kararlarla iptal edilmesi ya da yeniden yorumlanması yasama gücünün kısmen de olsa seçilmişlerden alınıp atanmışlara verilmesi demektir ki bu da yoğun tartışmalara neden olan konuların başında gelmektedir.
YASAMA, YARGI VE YÜRÜTME BİRBİRİNDEN ÜSTÜN DEĞİL Anayasal demokrasi demek sınırlı devlet, yani siyasal iktidarın birey hak ve özgürlükleri lehine sınırlandırılması demektir.
Yasama, yürütme ve yargı erkinin birbirinden bağımsız olması, iktidarın anayasal çerçeve içinde kullanılması ve paylaşılması amacıyla olup, bu organların birbirlerine üstünlüğü anlamında değildir. Her organ kendisine verilmiş olan yetki ve görevleri Anayasa, yasa ve hukukun üstünlüğü kurallarına uygun olarak kullanmak zorundadır. Aksi yaklaşımlar, yasama organında çoğunluğa sahip bulunan ve aynı zamanda yürütme erkini de elinde bulunduran siyasal gücün, bir yandan yasaları yürürlüğe koyarak, diğer yandan ise devleti yöneterek toplum düzenini, örgütlü çıkar çevrelerinin hizmetinde bir totaliter sisteme, demokrasinin kendisiyle özdeşleştirilme noktasına kadar varan sınırsız bir iktidar anlayışına götürme tehlikesini oluşturmaktadır.
ÇOĞUNLUK AZINLIĞA ÜSTÜNLÜK KURAMAZ Bunun sonucu olarak da bireysel özgürlük ilkesinden uzaklaşılarak, yargı bağımsızlığı, hukukun üstünlüğü ideallerinden de vazgeçmemiz gerekecektir. Demokrasiyi, çoğunluğun herhangi bir konu üzerindeki iradesinin sınırsız olduğu bir yönetim biçimi olarak gören bir düşünceyi kabul etmek mümkün değildir. Sivil toplum kuruluşları, otoriter ve totaliter rejimlerden farklı olarak siyasal demokrasinin gelişmesine ve yerleşmesine olanak sağlayan toplumsal zeminlerdir.
DEVAM EDEN DAVA UYARISI
138. maddede hakimlerin görevlerinde bağımsız olduğu, Anayasaya, kanuna ve hukuka uygun olarak vicdani kanaatlerine göre hüküm verecekleri; Hiçbir organ, makam, mevki ve kişinin yargı yetkisinin kullanılmasında mahkemelere ve hakimlere emir ve talimat veremeyeceği, genelge gönderemeyeceği, tavsiye ve telkinde bulunamayacağı; Görülmekte olan bir dava hakkında yasama meclisinde yargı yetkisinin kullanılması ile ilgili olarak soru sorulamayacağı, görüşme yapılamayacağı veya herhangi bir beyanda bulunulamayacağı; Yasama ve yürütme organları ile idarenin mahkeme kararlarına uymak zorunda olduğu, mahkeme kararlarının hiçbir surette değiştirilemeyeceği ve yerine getirilmesinin geciktirilemeyeceği hükme bağlanmış.
LAİKLİK Laik bir devlette din, kişilerin özel yasamı kapsamında vicdani bir inanç konusudur. Dinsel kurallar devlet ve kamusal kurumların çalışmalarına dayanak oluşturamaz. Devlet tüm dini inançlar karsısında tarafsızdır. Laiklik ile din ve vicdan hürriyeti kavramları bu noktada kesişirler.
“Seküler” bir toplumda, tanrıdan nakledildiği öne sürülen ve bu nedenle mutlak gerçek olarak kabul edilen kurallar yerine, akla dayalı ilkeler geçerlidir. Bu bakımdan “laik” ve “seküler” kavramları arasında yakın ilişki vardır.
Gerek laik, gerekse seküler toplumda, devlet dinler ve dini inançlar arasında bir tercih yapmadığından kişilerin din ve vicdan özgürlüğüne tam bir saygı gösterilmesi söz konusudur.
LAİKLİK İLE DİN ÇELİŞİRSE NE OLACAK Çeşitli din ve mezhep inanışlarının bulunduğu ülkelerde, milli birliği, üniter devlet yapısını koruma konusunda laiklik çok önem taşımaktadır. Ülkemizde de milli birliğin, tek millet, üniter devlet ilkesinin en önemli güvencesi Laik Cumhuriyet olmuştur. Devletin bir dini inanca dayalı olmasının gerekli olduğu, din olmadan toplumun birliğini sağlayacak zorunlu ahlak kurallarının dolayısıyla da ahlaka dayanan hukukun da olamayacağı görüsüne karsı, bir toplumun bir arada yaşayabilmesini sağlayacak ahlak kuralları ile o kurallara dayanan hukuk kurallarının insanoğlu tarafından akıl yolu ile bulunabileceği öne sürülmüştür. Laik devlet, kişilerin belirli ahlak kurallarına uymalarını isterken ve buna dayalı hukuku yaratırken bunların akıl yolu ile bulunabileceği esasından yola çıkar. Hukuk düzenini dini kurallara değil aklın gereklerine dayandırır. Laik devletin koyduğu kurallar dini inançlar ile bağdaşmıyor ise ne olacaktır.
Hıristiyanlıkta böyle bir sorun yoktur. Musevilik ve İslamiyet’te ise böyle bir ikilem olduğu, akıl ile iman arasındaki bu ikilemin, İslami inancın yaygın olduğu toplumlarda ciddi sorunlar yarattığı söylenebilir. Bu sorunları çözmek teoloji bilimine ilişkin bir is olup, bu konuda söyle bir değerlendirme öne sürülmektedir.
“Ayet ve hadisler, insan eşitliğini sağlamaya yönelik bir evrimin başlangıcı, ilk aşaması sayılırsa, zamanın şartlarına da uyulmasına cevaz bulunduğuna göre, kurallar bu evrimin amacına uygun biçimde yorumlanabilir ve o zaman laikliğin İslam inancı ile çelişmesi zaten söz konusu olamaz.