Kültür-Sanat

Dil ustası bir 'seks yazarı'nı baştacı etmek

Yasemin Çongar'ın Ex Libris / Dünya Bunları Okuyor adlı köşesinde "Dil ustası bir 'seks ustası'nı baş tacı etmek" başlığıyla yayımlanan yazıs&#

05 Kasım 2011 02:00

T24 - Taraf Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Yardımcısı Yasemin Çongar'ın Ex Libris / Dünya Bunları Okuyor adlı köşesinde "Dil ustası bir 'seks ustası'nı baştacı etmek" başlığıyla yayımlanan (5 Kasım 2011) yazısı şöyle:



İstikbalinde kuvvetli romanlar olduğuna inandığım bir yazar arkadaşımla konuşuyorduk. Yayınevinden ziyadesiyle memnundu. Çok iyi bakıyormuşlar ona. Kitap eklerine tanıtım yazıları, gazetelere ilan, televizyon söyleşileri, imza günleri vesaire. Bir dediğini iki etmiyorlarmış. Müthiş bir yayın yönetmeni varmış; edebiyatı çok seven, çok bilen, dile ve yazıya hâkim... “Ama” dedi arkadaşım, afacan bir çocuk gibi gözleriyle çember çevirerek, “burada kalamam elbet. Yeni bir yayınevi bulmak zorundayım.” Merakla sustum; çoktan yola çıktığını sezdiğim cevabını bekledim. “Ne de olsa” dedi, “bu son romandan daha açık, daha sert kitaplar da yazacağım ben.” Sustum.“Haliyle seks de olacak romanlarımda.”


Bak sen! Karakterlerini alenen seviştirecekti demek arkadaşım. Onlar sevişirken gözlerini kapamayacak, uzaklara bakmayacak, işi muzipliğe vurup çember çevirmeyecekti; karakterlerinin bedenlerine öyle dimdik dikecekti bakışlarını; çıplaklıkları varsın çizsin retinasını her şeye bakacak, her şeyi görecekti; hem belki görmek de yetmeyecekti ona, büsbütün hizadan çıkıp yorganın altına girecek, cüretkârca dokunacaktı karakterlerine, cesaretle sevecekti onları, onlarla basbayağı sevişecekti. Belki de bir romanda eşcinselleri anlatacaktı kim bilir. Bakarsın, kafasındaki hiçbir tarife sığmayan ilişkiler için yepyeni tarifler üretecekti; sapkın sevdaları ya da belki cinsel suçları yazacaktı… Tarihî, siyasî, ruhanî vesaire bütün mühim meselelerini bir yana bırakıp, toplumsal hayatı minicik puntolu bir dipnota dönüştürmek pahasına, bedensel hazza vakfedilmiş bir romana girişecekti belki.Fantezilerinin denizinde yüzmeyi teklif edecekti okura. Herkes, kitaba kendi cansimidiyle girsin isteyecekti.


Yapar mı yapar. O fırıldak gözlerden her şey beklenir.


Lâkin gayet mütedeyyinmiş kitaplarını basan mükemmel yayınevi; roman kahramanlarının “o kadar da” mahremine girmeyi, okurları göz göre göre günaha çağırmayı istemezmiş editörler; onların etiketini taşıyan bir kitapta öyle “seks sahnesi” filan göremezmişiz. Nokta!


Susuyordum. Arkadaşım anlattıkça, neler neler yazabileceğine ilişkin muzır hayallerimin yerini, sevdiği yayınevinde neleri bastıramayacağına ilişkin buruk bir kavrayış alıyordu. Cevabını aramayan her sessiz sorumda, biraz daha keskinleşen tuhaf bir hisle ekşidi içim: Kahramanlarını çırılçıplak göremeyen, gördüğünü gösteremeyen romancı olur mu sizce? Kendi karakterlerini “namahrem” bellemiş bir kurmaca olur mu? Harama dokunmayan, günaha girmeyen edebiyat olur mu? “Seks sahnesi” okumaya tövbeli “edebiyat editörü” olur mu?

Her yayınevi kendi yazar listesini sınırlandırabilir, hatta dilerse belli bir okur kitlesi hedefleyerek yapay hudutlara da hapsedebilir kendini, kim ne diyebilir ki buna. Ama hayata koyamadıkları ipoteği yazıya reva görenler edebiyatı sevebilir mi gerçekten? Hâlihazırda şefkatle kolkanat gerdiği bir genç yazarın hayalindeki romanlara kapısını peşinen kapatmış bir yayınevi huzurlu bir yer olabilir mi?


Sadece “helal et” satan kasapları anlayabilirim elbet; kızımın favori köftesinin harcını sadece onlardan alabilirim memnuniyetle. Ama sadece “helal edebiyat” basan yayınevlerinden çıkan romanları okumak zorunda kalmak ne korkunç bir esaret olurdu kim bilir? Edebiyat günahkârdır zira. Roman dediğin illâ ki haramdır. Hem ne hikmetse mütedeyyin yayınevlerinin “helal” kitaplarında bile kolayca kendine yer bulan fitne fesatla, hırsızlıkla, cinayetle, katliamla da sınırlı değildir bu zenaatin günahları; edebiyatta etin her hali vardır.


İnterplazmik apışarası nakil âleminde


1957 New York doğumlu romancı Nicholson Baker’ın yazsonunda ABD ve Britanya’da çıkan kitabının hiç gizlisi saklısı yok, adıyla açık ediyor kendini: House of Holes: A Book of Raunch (Delikler Evi: Bir Azgınlık Kitabı). Çağdaş Amerikan edebiyatının en mahir üslupçularından sayılan Baker, daha önceVox (Ses) ve Fermata (Durak) romanlarında yaptığını yine yapmış, içinden “seks” geçen bir kitapla yetinmeyip, bir kez daha ve bu sefer çok daha üst perdeden bir “seks romanı” yazmış. House of Holes, aralarında bir devamlılık olmasa da cinselliği esas mevzu yapmaları itibariyle, Baker’ın diğer romanlarından ayrılan bu “üçlemenin” en iddialı, en eğlenceli ve bütün “yüzeyselliği” içinde en sarsıcı kitabı bence. İlk iki kitaptan farklı olarak, sanal seksin ve seksapeli arttırmaya azmeden kozmetik cerrahinin artık büsbütün gündelikleşmeye başladığı bir dünyaya hitaben yazıyor Baker ve pornografinin, üzerinde yıllar yılı horon tepilmiş tanıdık arazisinden geçerek, yer yer erotizmin sınırlarına dayansa da, katiyen o çizgiyi aşmayan, hislerini, hayallerini, hicvini sadece seksle paketleyen, asla romantikleşmeyen, lirikleşmeyen anlatımıyla, çok orgazmlı doyumsuzluğun gayet güncel ve dolaysız bir tasvirini yapıyor.


Kitaba adını veren “ev” bir tür “seks oteli” aslında. Farklı tatminsizlikleri olan insanlar “Alternatif bir evrene girmeye hazır mısınız? Çıplak insanları sevmeniz ve evinizden ayrılmayı kabul etmeniz gerekiyor” yazan bir gazete ilanının altındaki siyah noktanın, bir barda içinden içki yudumladıkları kamışın, bir golf deliğinin, bir kurutma makinesinin ya da bir tünelin karanlık ağzından geçerek varıyorlar otele. Burası, akla gelebilecek her türlü fantezinin gerçekleştiği yer; bedensel birleşmelerin olduğu kadar, bedensel parçalanmanın ve dönüşümün de mâbedi.


Müşterilerden biri, Reese adlı lepiska saçlı bir kadın, müdüriyetteki ilk arzıhâlinde fazla düşünmeyen, fazla konuşmayan, sürekli kendi kusurlarını görüp eleştirmeyen yakışıklı bir adamla eğlenmek istediğini söylüyor mesela. Dermanı hazır: “Kafasız yatakodaları.” Beğendiğin bir erkeği/kadını seçiyorsun, sonra geçici olarak kafasını ayırıyorlar bedeninden ve görmemesi, işitmemesi, konuşmaması sayesinde ve, evet, şaşırtıcı biçimde “dilsizliğine” rağmen, bütün fiziksel beklentilerine karşılık verebilen bir yatak arkadaşın oluveriyor.


House of Holes’da
, otel odasındaki uzaktan kumanda cihazının “Seks Şimdi” düğmesine bastığınız an, hemen her şeye hazır ve pekçok şeye muktedir, üstelik dilerseniz kafası da yerli yerinde duran bir partner beliriyor kapınızda. Tabii, iki kişilik maceralarla sınırlı değilsiniz. Kendi porno projelerinizden, türlü teşhir ve dikizleme ihtiyaçlarınıza, dünyanın dört yanından kadınların dizlerinin üzerinde sizi beklediği “Uluslararası Divan”a yapacağınız ziyaretlere kadar seçenekleriniz muhtelif. Bu arada, kopmuş bir kolla sevişen ya da sihirli bir iksirle küçülüp, bir peniste mahsur kalmış, spermlerin arasına karışıp kurtulmak için erkeğin boşalmasını bekleyen bir kadın çıkabiliyor karşınıza. Dahası ve aslında en ilginci, House of Holes’daki erkeklerle kadınlar, cinsel organlarını dolayısıyla fiziksel rollerini birbirleriyle değişebiliyorlar; Baker, “interplazmik apışarısı nakil” adını veriyor bu işleme.


Cümlemizi muzır neşriyattan koruyan malum kurul hiç telaşlanmasın, daha fazla uzatmayacağım ama manzara budur. Baker’ın, bu fantazmagorik âlemi her biri kendi kreşendosunu, kadans ve dekadansını içeren bir vinyetler serisi halinde anlattığını, bunu yaparken, yepyeni bir seks argosu yarattığını, zekice tariflerle yeni bir “beldenaşağı” estetik kurarak “pis” bir kitabı “kirlenmemiş” bir dille yazdığını not düşüp, bu bölümü noktalıyorum.


Meleklerin gizlendiği bütün ayrıntılar


Şimdi itiraf vakti. Bu yazıyı,House of Holes’u okuduğum için yazmıyorum ben; Baker’la ilgili yazmaya karar verdiğim için House ofHoles’u okudum. Baker’a olan merakımın, onun “seks yazarı” haliyle bir ilgisi de yoktu bugüne kadar. Baştan sona “telefon seksinden” ibaret olan Vox’u, vaktiyle,“Monica Lewinsky’nin Bill Clinton’a hediye ettiği kitap” bahsinden haberini yapmak üzere okumuştum. Sihirli bir güce kavuşarak zamanı durdurabilen bir adamın, her şeyin donduğu o anları, önüne gelen her kadını soyarak değerlendirdiği Fermata’yı ise kitapçılarda karıştırdığım kadarıyla biliyordum sadece. Ama Baker hep çok önemli bir yazardı benim için. Türkçede sadece U and I(Updike ve Ben) adlı kitabını (Sema Bulutsuz’un tercümesi, YKY) okuyabildik… Bense onun birer seks anlatısından başka her şey olan kitapları, Mezzanine (Asma Kat), Room Temperature (Oda Sıcaklığı), A Box of Matches (Kibrit Kutusu) ve The Anthologist’ i (Antolojist) çok severim. Okuru, anlatıcının bilincine karıştırarak tek bir ânın içinden akıtır; kaderin her “an” yeniden şekillendiğini hissettirerek, o ânı büyüten ayrıntılara bütün bir hayatı sığdırarak, Şeytan gibi bütün diğer meleklerin de ayrıntıda gizlendiğini hatırlatarak yazar Baker. Mezzanine, bir asansör yolculuğu esnasında geçer mesela; Room Temperature, bir babanın küçük kızına verdiği bir biberonun içinde anlatır meramını. Bu kitaplarda kâh olağanüstü kavisli, sık sık mendereslenen cümleler, kâh daha kısa ve ustura ağzı misali keskin ifadeler kullanır Baker; anlattığı şeyi görürsünüz okurken, işitirsiniz, koklarsınız ve bazen öyle bir dokunursunuz ki teniniz yanar.


Geçen zamana en çok düşünceyi sığdırmak


Bunca meziyeti varken, bana hep kadri az bilinmiş bir romancı gibi geliyor Baker; ondan, okura“mastürbasyon malzemesi” sunan, ucuz ve kolaycı bir “seks yazarı” diye söz edenler de çoktur zira. Ya da öyleydi… Baker’ı yazmak istememe de, bu ucuz ve kolaycı algının nihayet değiştiğini görmem sebep oldu aslında. House of Holes’u daha elime almamışken, kapsamlı bir röportaja rastladım Baker hakkında; ardından, onunla yapılmış soluklu bir söyleşi okudum. İlki, iki ay önce, pazarları gazeteyle birlikte yayınlanan New York Times Magazine’de yer aldı; ikincisi, The Paris Review’un yeni sayısında. Her iki derginin mesajı aynıydı: Amerika, dil ustası “seks yazarı”nı baştacı ediyordu artık ve bunu, okuma-yazması kıt bir güruhun Baker’la ilgili peşin hükümlerini delik deşik ederek yapıyordu.


New York Times
’ın edebiyat eleştirmeni ve usta portre yazarı Charles McGrath röportajına şu cümleyle girmiş: “Nicholson Baker pis kitaplar yazan bir adama benzemiyor. Rengi yerinde, bakışları kaçamak değil, kompülsif bir mastürbasyoncunun o sinsi yanbakışlarından eser yok onda.”


McGrath orada durmuyor tabii, Baker’la Amerika’nın kuzeybatısındaki evinde, ailesini, günlük hayatını, çalışmasını izleyerek geçirdiği birkaç günden izlenimler aktardığı metinde şöyle diyor romancı için:


“Baker, seksle ilgili yazmadığı zamanlarda (ve de seksle ilgili yazarken), nesrin on yıllardır ortaya çıkmış olan en güzel, en özgün ve en sahici üslupçularından biridir. İdolü Updike’ın keskin görsel zekâsından ve Nabokov’un metafor yeteneğinden bir parça vardır onda. Ama her ikisinden de daha komiktir ve şeylerin nasıl işlediğini, dünyanın nasıl birarada durduğunu izlemekten çılgın bilimadamlarınınkine benzer bir zevk alır.”


Bu “zevk” duygusu belki de en iyi anlatımını, Baker’ın kimi zaman metnin ortasına bir “tıkaç” gibi yerleştirmekten çekinmediği o uzun ve lezzetli tasvirlere bir okur gözüyle sahip çıkmasında buluyor:


“Benim tek sevdiğim şey bu tıkaçlardır. Çoğu romanda, sona yaklaştığınızda, artık akışı yavaşlatacak bir şey kalmayınca, huzursuz bir hisse kapılır, okuduğum kitabı, cildinden o kırılma sesi gelecek şekilde eğip bükmeye başlarım. Arkadaki fiyat etiketini çıkarırım, sonra pişman olup, yeniden yerine yapıştırırım.”


Peki, sıradan insanların sıradan anlarında olağanüstü serüvenler yakalayan; penceredeki yağmur damlalarının usulca süzülmesinden, mutfak tezgâhındaki bir böceğin ayaklarıyla başını sıvazlamasına kadar her ayrıntıda insanlık hikâyemizin kaydını tutmaya değer bir parçasını bulabilen Baker, nasıl oluyor da, bir sevişmenin tek bir ânını çoğaltarak yazıp, bir romanda bir iki “seks sahnesi” ile yetinmek yerine, “azgınlığın kitabını” yazmaya girişiyor dersiniz?


Vox
’u anlatırken “‘Üzerinde ne var?’ sorusuyla başladım ve her şey oradan ilerledi. O zamanlar edebî romanların gayet sabit bir cinsel yapısı var gibiydi: Kulağa edebî gelen bölümlerin arasına serpiştirilmiş dört ya da beş seks sahnesi. Kendime dedim ki sen yap bu işi. Sekse yapış…” diyen Baker, edebiyat âleminin kodlarında başlı başına bir kabul ve onurlandırma anlamına gelen The Paris Review söyleşisinde ise “Seks yazarlığı eğlenceli mi” sorusunu şöyle cevaplamış:


“Tabii ki öyle. Bir kere bu bir sınav. İnsanlar bunu asırlardır çok çeşitli biçimde yaptılar zira. Binbir Gece Masalları’ndan Fanny Hill’e kadar. Muhteşem bir konu seks. Bu konuda yapmak istediğim her şeyi Vox ve Fermata’da yaptığımı sanıyordum ama o kitapların üzerinden epey yıl geçti ve eğer interplazmik apış arası nakli gibi şeylerin mümkün olduğunu farzediyorsanız, daha söylenecek çok şey vardır.”


Ama Baker, bir yazar olarak sekse ilgisinin, bilimin fanteziye yeni alanlar açmasından daha basit, daha temel bir nedeni olduğunu da gizlemiyor: “Bir erkekle bir kadın konuşurken, bir süre sonra onların soyunmaya başlayacaklarını bilmek, neşeyle yazmamı sağlıyor benim... Seks sahnesi yazmak gibisi yoktur. Biraz daha yavaş yazarsınız. Kendi icat ettiğiniz bir dünyadasınızdır, onu yavaşça tarif edersiniz. Bu sahne sizi de uyaracaktır elbet. Kendi kendinizi baştan çıkarırsınız.”


Bu yavaşça kendi kendini baştan çıkarma duygusu, ister bir “seks sahnesini,” ister bir asansörün daracık mekânını anlatsın Baker’ın yazısına her zaman hâkim aslında. O bunu, “geçen zamana en çok düşünceyi sığdırarak yazmak” diye de tarif ediyor; bense onu okurken ihtimallerin sonsuzluğunu hissediyorum. Bundan daha “seksî” ne olabilir? Bundan daha “edebî” ne olabilir?