Ekonomi

'Devlet eliyle batırılmaya çalışılan Bank Asya, hükümet-cemaat kavgasının dışında tutulmalı'

Eski SPK Başkanı: Kamu yönetiminin, denetim standartları açısından mali yapı sorunu olmayan bir bankayı batırmaya çalıştığına ilk kez şahit oluyorum'

27 Ağustos 2014 14:14

Eski SPK Başkanı ve Başbakan Tayyip Erdoğan’ın eski Ekonomi Başdanışmanı olan Ali İhsan Karacan, hükümet ile cemaat arasında gerilime yol açan Bank Asya krizine ilişkin, "Bank Asya bir mali kurum olarak karşılıklı bu mücadelenin dışında tutulması gereken bir örgüttür" dedi. "Kamu yönetiminin denetim standartları açısından mali yapı sorunu olmayan bir bankayı batırmaya çalıştığına ilk kez şahit oluyorum" diyen Karacan, "Kamu yönetiminin, bir an önce ve sorunsuz olarak Bank Asya’nın sahiplik konusunun çözülmesini sağlamasının en doğru ve akılcı çözüm olacağı kanısındayım" ifadesini kullandı.

Karacan'ın thelira.com için kaleme aldığı "Bank Asya meselesi" başlığıyla yayımlanan (27 Ağustos 2014) yazı şöyle:

Günlük politik kavga konusu haline dönüşmüş işlerden olabildiğince uzak durmak isterim.

Bu tür bir kavganın ortasında kalan bir konuya taraflar önyargı ve taassub içinde yaklaştıklarından bir şeyler söylemek çoğunlukla anlamsız oluyor. Bank Asya konusu da günlük politik tartışma ve mücadelenin ortasında kaldığı için pek ele almak istemediğim bir sorun idi.

Ancak Ziraat Bankası ile sonlandırıldığı açıklanan görüşmeler nedeniyle konuyu ele alabileceğimi düşündüm.

Ziraat Bankası’nın Banka Asya ile olan ve hükümet yakını bir kesim tarafından yalanlanan ancak varlığı ve doğruluğu KAP’a yapılan açıklama ile anlaşılan (SPK tarafından bilgi suistimali ve/veya piyasa dolandırıcılığı açısından özellikle bazı kamu görevlileri hakkında inceleme yapılması gereken) satınalma görüşmeleri ve ilişkisi kanımca aslında ciddi bir satın alma girişimi ya da ilişkisi değildi. Sanırım amacı sadece konuyu Cumhurbaşkanlığı seçimlerinin sonrasına taşıyabilmekti. Diğer yandan ben Sayın Babacan’ın her kamu bankasının bir katılım bankası sahibi olması konusundaki düşüncesini de çok anlamlı bulmuyorum. İçine faiz karışmış bir parayı katılım bankasına nasıl sermaye olarak koyacaklarının fetvasını acaba aldılar mı? Katılım bankacılığının özel bir iş olarak kalmasında  kamusal yarar var.

Gelelim konumuza. Önce 1970’li yılların ortasındaki bir olayı hatırlatmalıyım.

Petrol şoklarının derinden etkilediği bir dünya ekonomisi. Batı’da birçok ülkede bile faiz oranları ve enflasyonun yüksek değerli çift haneli rakamlarda ilerlediği yıllar. Dünya ekonomileri kriz içindeler. Soğuk savaş olanca hızı ile sürüyor. Sıcak paracılar ve likidite bolluğu bugünlerde olduğu gibi dünyayı sarmamış. Kambiyo kontrol sistemlerinin egemen olduğu ve buna bağlı kurumsal yapı var. Böyle bir ortamda bir de Kıbrıs nedeniyle cezalandırılmış ve 70 sente muhtaç olmuş bir Türkiye. Petrol ithalatını büyük zorluklarla yapabiliyor. Petrol akreditifleri peşin yatmadan açılamıyor. Bu dönemde  sıkıntının tepe yaptığı günlerde petrol ithalatı akreditifleri açılması Hazine tarafından gayriresmi olarak sıraya konulmuş ve sırasıyla her banka kendi kaynaklarını kullanarak bu akreditifleri açıyor. Sıra o günkü (bugün de öyle) özel bankaların en büyüklerinden birisi olan bir aile bankasına geliyor. Banka, akreditifi açmak istemiyor. Gemiler açıkta bekliyor ama banka biraz da malî açgözlülükle direniyor. O zamanki Maliye Bakanı rahmetli Yılmaz Ergenekon. Hazine ve banka denetimi Maliye Bakanlığı’nın bünyesinde ve Türk Parasının Kıymetini Koruma Kanunu gibi bir düzenleme de var. O zaman bakanlık bir  karar alıyor ve bankanın kambiyo yetkisini kaldırıyor. Kambiyo yetkisi o günlerde bir banka için önemli ancak bugün daha da önemli ve yaşamsal. O günlerde kambiyo yetkisi ile ağırlıklı olarak ithalat ve ihracat işlerine aracılık edip akreditif açıyorsunuz. Bugün ise bu yetki ile yapılan işler saymakla bitmez. Bu yetki kalkınca hem bankanın hem de grubun repütasyonu önemli ölçüde etkileniyor. Banka tamam artık kurallara uyacağım diyor ve yetkisi bir hafta sonra geri veriliyor. Banka ve aile artık o günden bu yana devletle hiç didişmemek, zıtlaşmamak gerektiği ilkesinin sadık bir takipçisi.

Bu sütunlarda daha önce “Bankacılar politikacıdan ne beklerler?” başlığı taşıyan bir yazı ile bankacıların ekonomi politikaları açısından bekleyişlerini hem eski bir özel banka yöneticisi hem de eski bir banka denetleyicisi ve  kamu görevlisi deneyimi ile aktarmaya çalıştım.

Bu yazıda Bank Asya ile ilgili olarak yaşanan süreçle ilgili bazı düşüncelerimi aktarmak istiyorum. Ancak, en sonda söylemem gereken dört düşüncemi ya da değerlendirmemi daha baştan söylemek istiyorum.

Birincisi, çağdaş demokratik bir sistemde iş başında olan politikacılar ne kendileri intikam ve kin ile hareket ederler ne de devletin kurumlarını ve gücünü bu duygularla kullanırlar. Bu ancak devrimle iş başına gelinmiş ülkelerde ve devlet diyemeyeceğimiz grupların iktidarı ele geçirdiği yerlerde ve otoriter/totaliter rejimlerde olan bir şeydir.

İkincisi ise, gelişmiş demokratik bir ülkede bile mali sektörde özellikle de bir bankada kamu yönetiminin istemediği ya da uygun görmediği kişiler kontrol eden pay sahibi olamazlar ve/veya pay sahibi iseler de kamu yönetimi uygun görmedikçe de bu sahipliği sürdüremezler. Ancak bu uygun görmeme ya da istememe nedenleri ile bu iradenin kime ait olduğu ve bunun ifade biçimi ülkeden ülkeye kurumsal farklılıklar gösterir.

Üçüncüsü, politik niteliği ve hedefi olan kişiler ya da grupların mali kurum kurmalarının ya da mali kurumda kontrol eden hissedar konumunda olmalarının hem kendi kurumları hem de sektör için sorun yaratabileceği ve risk oluşturabileceği gerçeğidir. Bu nedenle politik niteliği olan ve günlük politika ile aktif bağı olan kişi, grup ya da topluluklar mali sektörde kontrol eden hissedar konumunda olmamalı ve olamamalıdırlar. Bu tür sahipliği olan kurumlar politik ortamdaki gelişimlerden kaçınılmaz biçimde olumsuz etkilenirler. Bunun için işbaşında olan politik gücün ve yetkili otoritelerin herhangi bir tavır ya da davranışta bulunmalarına çoğu kez gerek bile yoktur. Mali kurumun sahipliği ile politikacı arasındaki uyuşmazlığı bilen kamuoyunun beklentilerinin değişmesi ve bunun davranışlara yansıması bile kötü duruma düşmek için yeterli olur. Mali kurumların “uyumsuzluklara” (mismatch) dayanan iş modelleri ve bilançoları  onları kırılgan ve duyarlı kurumlar haline getirmektedir. Sahiplerin politik niteliği bizim gibi Ortadoğu toplumlarında bazı ortamlarda ve dönemlerde yarar sağlar gibi görünse de bu avantaj süratle hayatta kalmayı tehdit eden bir riske dönüşebilir.

Dördüncüsü, iktidar ile Bank Asya’yla ilgili görüldüğü iddia edilen cemaat birbirleriyle mücadele içinde olabilirler ve her iki taraf da birbirine karşı ellerindeki tüm olanakları ve araçları kullanmak istiyor da olabilirler. Ancak Bank Asya bir mali kurum olarak karşılıklı bu mücadelenin dışında tutulması gereken bir örgüttür. Kamu yönetiminin, bir an önce ve sorunsuz olarak Bank Asya’nın sahiplik konusunun çözülmesini sağlamasının en doğru ve akılcı çözüm olacağı kanısındayım.

Bank Asya konusunda bir süredir yaşananları, politikacıların söylem ve eylemlerini eski meslek deneyimlerim ışığında baktığımda kaygı ile hatta deyim yerinde ise endişe ile izliyorum.

Birincisi, böyle bir yaklaşımın kamu yönetimince ülkemizde ilk kez sergileniyor olmasıdır.

Ülkemizde bankacılığın 1933’te ilk kez özel olarak düzenlendiğinden bu yana “bankacılık sisteminin istikrarını ve sağlamlığını koruma misyonu ve görevini” yüklenmiş olan kamu yönetiminin denetim standartları açısından mali yapı sorunu olmayan bir bankayı açıkça politik olarak hedef tahtasına oturttuğuna, onu sorunlu hale getirmeye hatta batırmaya çalıştığına ilk kez şahit oluyorum.

Batması gerektiği halde korunup kollanıp batırılmamış olan bankalar biliyorum. Ama iyi durumdayken özellikle kamu yönetimince zayıflatılıp batırılmış bir banka bilmiyorum. Sadece ülkemizde değil demokratik gelişmiş bir ülkede böylesi bir davranış örneğini açıkçası bilmiyorum. Bilen var ise ve hatırlatır ise ben de öğrenmiş olurum.

Tersi davranışlar olmuştur. Hem de çok yaygın ve çeşitli bir biçimde.

Bazı dönemlerde bazı  özel bankalar çeşitli nedenlerle ve etkenlerle politikacılar tarafından korunup kollanmışlar, bürokratik kurumlardan müsamaha (finans yazını bunu “regulatory forbearance” olarak niteliyor) görmüşlerdir. Bu gelişmiş ülkelerde de olmuş, yükselen ekonomilerde de. Demokrasilerde de olmuş otoriter rejimlerde de. Bu koruma ve kollama bazan normal dönemlerde olmuş bazan da kriz dönemlerinde. Bakın son krizde ABD haklı olarak Lehman’ın iflasının yolunu açarken tersine bir davranışla ve koruyucu/kollayıcı yaklaşımla AIG ile güçlü politik bağları olan Goldman’ı krizden çekip çıkarmıştır. (Bu satırların yazarı ABD’de krizin hâlâ sonlandırılmasının önemli nedenlerinden birisi ve gelecekteki kriz için ekilen tohum olarak AIG’in kurtarılması  ya da batmasına izin verilmemesi olduğu kanısındadır.)

Bazan bu koruma kollama devlet bankaları ile özel bankalar arasında farklılaştırma yaparak da uygulanmıştır. Bir başka deyişle devlet kendisine ait bankalara koruyucu kollayıcı bir anlayışla yaklaşmıştır. Kuralları özel bankalara ayrı bu bankalara ayrı uygulamıştır.

Ülkemizde bankacılık tarihinde korunup kollama uygulamasının çok sayıda örneği var. Kamu ve özel bankalar arasındaki ayırım hep ola gelmiştir. Bu ayırım hem mevzuatta hem de pratikte yaygın biçimde kullanılmıştır. Ancak bu koruma kollama uygulaması bazı özel kesim bankalar için de söz konusu olmuştur. 2000 krizi bunun yakın canlı örneklerini taşımaktadır. Burada bankacılıkta koruma ve kollama tarihinin anlatacak bir kitap yazılmasını sağlayacak kadar çok malzeme var.

*Eski SPK Başkanı ve Başbakan Erdoğan’ın eski Ekonomi Başdanışmanı olan Ali İhsan Karacan’ın bu yazısı thelira.com sitesinde yayımlanmıştır.