Dersim Katliamı'ndan sonra asker ailelerine evlatlık verilen kız çocuklarının hikâyesini anlatan "Hay Way Zaman" filminin galası dün akşam (6 Aralık 2013) İstanbul Cemal Reşit Rey Konser Salonu'nda yapıldı. Altın Portakal Film Festivali'nde Jüri Özel Ödülü alan Nezahat Gündoğan'ın yönettiği filmin galasında açılış konuşmasını yapan yazar Sema Kaygusuz, "Tekçi bir zihniyet üzerinden kendini inşaa eden devletler için kadın, sadece bir bedendir. Kadını itaatkâr ve dönüştürülebilir bir aygıt olarak gören zihniyet, kendini de bu özüne müdahale edilmiş beden üzerinden ifşa eder. Dersim’im evlatlık kızları, işte bu zihniyetle damgalanmış olarak usul usul yaşlandılar" dedi. "Neyse ki suskunluğun da bir ömrü vardır... Sonunda hikâyeler anlatılmak ister" diyen Kaygusuz, izleyicinin, filmin kahramanı Emoş Gülver'in hikâyesine tanıklık ederken devletin onun bedeni üzerine yazılmış otobiyografisini de okuyacağını vurguladı.
"Burada sizin karşınızda bir yazar olarak değil, Dersim sürgünü bir kız çocuğunun torunu olarak konuşuyorum" diyen Sema Kaygusuz'un "Hay Way Zaman"ın galasında yaptığı açış konuşmasının tam metni şöyle:
Sevgili dostlar galamıza hoş geldiniz.
Nezahat, Kazım Gündoğan çifti bu galayı bana emanet ettiler. Umarım gecenin sonunda bu emaneti hak etmiş olurum.
1937-38 Dersim katliamı, kuşaklar boyu Türkiye toplumunun sustuğu bir trajedidir. Toplumdan saklanan, birçok yönüyle saptırılan Dersim Harekâtı, gerçekte adlı adınca bir kırımdı. Binlerce sivil katledildi, sürgün edildi. Yüzlerce kız çocuğu ise Türk ve Türkçü yaşam kültürüne kazandırılmak üzere ailelerinden kopartılarak evlatlık verildi.
Bu kızlar hiç bilmedikleri bir dilin içinde yaşadılar, bilmedikleri bir dine mensup oldular, tanımadıkları insanların arasında kendilerine ait olmayan hayatlar yaşadılar. Söylenmemiş bir tarihin eksik birer parçası olarak yaşlandılar.
Tekçi bir zihniyet üzerinden kendini inşaa eden devletler için kadın, sadece bir bedendir. Kadını itaatkâr ve dönüştürülebilir bir aygıt olarak gören zihniyet, kendini de bu özüne müdahale edilmiş beden üzerinden ifşa eder. Dersim’im evlatlık kızları, işte bu zihniyetle damgalanmış olarak usul usul yaşlandılar.
Neyse ki suskunluğun da bir ömrü vardır. O suskunluk, o tek başınalık, o sebebi bilinmeyen keder gün gelir göze batar. Yıllar sonra yetişen yepyeni bir kuşağın hatırlama hamlesiyle dillenmeye başlar. Çünkü hafıza sadece bireylere ait değildir. Biz farkında olmadan kuşaktan kuşağa aktarılır. Sonunda hikâyeler anlatılmak ister.
Türkiye toplumu çoktandır hafıza çağına girdi. Son beş yıldır Dersim Katliamı’yla ilgili edebi eserler yayımlandı, filmler çekildi, sözlü tarih çalışmaları yapıldı, medyada uzun uzadıya tartışıldı. Tarihsel bir yüzleşme başladı.
Daha önce Dersim’in Kayıp Kızları belgeselini izleyenler çok iyi hatırlayacaktır ki, Yönetmen Nezahat Gündoğan, Dersim Katliamı’nı, evlatlık verilen kayıp kızlar açısından anlatmış, izleyenleri çok sarsmıştı. Bu gece ise Hay Way Zaman filminin kahramanı, annesinin koyduğu adıyla Elif, başkalarının koyduğu adıyla Emoş Gülver’in hikâyesine tanıklık edeceğiz. Emoş Gülver bu kez bir nesne olarak değil, gerçek bir kişi, bir özne olarak aramıza karışacak. Ve onun hikâyesine tanıklık ederken, onun bedenine yazılmış olan devletin otobiyografisini de okuyacağız. Bu arada, geçtiğimiz Altın Portakal Festivali’nde, bu filmi jüri özel ödülüne layık gören bütün jüri üyelerini huzurunuzda kutlamak isterim. Çünkü onlar bu filme kıymet vermekle kalmayıp hafızamıza imza attılar.
Bu gala herhangi bir kültürel aktivite değil. Biz buraya hep beraber tanıklık etmek için de geldik. Ama hiç kuşkusuz, ne kadar kitap yazarsak yazalım, filmler, belgeseller çekelim, sözlü tarih çalışmaları yapalım, asla ölülerin yerine tanıklık edemeyiz. Ölülerin yerine konuşamayız. Çünkü onların tanık olduğu dehşet sadece ölüme aittir. Dolayısıyla tanıklık ettiğimiz tarih, aslında sağ kalanların tarihidir. Burada sizin karşınızda bir yazar olarak değil, Dersim sürgünü bir kız çocuğunun torunu olarak konuşuyorum. Hayatta kalmakla yaşamak aynı şey değildir. Bunu gözlerimle gördüm. Sağ kalan insanların bilincindeki insan olma utancı alabildiğine dilsiz bir kederdir. Üstelik onlar bu suskunluklarıyla bize ne hınç bıraktılar ne de öfke. Sadece bir başkasının acısı karşısında saygıyla eğilme terbiyesi bıraktılar. Canlı olan küçücük bir zerreye kıymet vermeyi öğrettiler. Kendileri hayata tutunarak, çocuklarını ve torunlarını bir yaşam erbabı olarak elleriyle yonttular. Biz onların kasığından dünyayı sevmek üzere düştük.
Şimdi yüzleşme çağımızın tam eşiğindeyiz. Az önce sözünü ettiğim bütün bu anlatılar, özür dilemek için büyük bir fırsat. Ne var ki özür dilemenin bir törenselliği olmalıdır. Çünkü özür dilemek, böyle yıkımların bir daha olmaması için geleceğe söz vermektir. Toplumu cellatlar ve kurbanlar diye yarmadan, herkesin bu şiddetten aşamalı olarak payını aldığını bilerek başlayalım. Toplumun bütün kesimlerinde köklenen yüzleşme, her bireyi iyileştirmekle kalmayıp ortak bir erdem inşaa eder. Hepimiz bu erdemi hak ediyoruz. Yüzleşmek hepimizi daha fazla insan yapacak. Ve kefensiz ölülerin başına taş koyduğumuzda yaşama kaldığımız yerden değil, yeniden başlayacağız.