Kültür-Sanat

'Denizle de sorunlarla da doğru ilişki kuramıyoruz'

Ayfer Tunç yeni romanı “Bir Deliler Evinin Yalan Yanlış Anlatılan Kısa Tarihi”nde, hiç penceresi olmayan bir akıl hastanesini anlatıyor.

15 Şubat 2009 02:00

Ayfer Tunç yeni romanı “Bir Deliler Evinin Yalan Yanlış Anlatılan Kısa Tarihi”nde, denize bakan cephesinde hiç penceresi olmayan bir akıl hastanesini anlatıyor. Yazara göre Türkiye’de de insanlar bakmaları gereken yerlere bakmıyor: “Türklerin denizle kurduğu ilişkiyle, sorunlarıyla kurduğu ilişki arasında bir paralellik var”. Milliyet gazetesinden Filiz Aygündüz, Ayfer Tunç’la son kitabını konuşuyor:

“Bir akıl tutulması yaşamıyor muyuz bir süredir? Memlekette olan biten bir sürü şey, fena halde absürd değil mi? Gülsek mi ağlasak mı bilemediğiniz olmuyor mu, kim deli kim akıllı bir türlü karar veremediğiniz? Size de “sırtımızı denize dönmüş” oturuyoruz gibi gelmiyor mu bazen? Her gün duyduğunuz trajikomik küçük hikâyelerin toplumsal bilinçaltımızda nasıl izler bıraktığını düşünüyor musunuz?

“Evet”leriniz arka arkaya sıralanıyorsa, fena halde daralmış olmalısınız. Bu durumda adres belli; Ayfer Tunç’un yeni romanı “Bir Deliler Evinin Yalan Yanlış Anlatılan Kısa Tarihi”... (Can Yayınları)

Okursanız iyi gelecek.

Okuma öncesi rehberlik edecek söyleşi de bizden...

Kitaptaki gibi bir akıl hastanesi var mı?

Karadeniz’de böyle bir hastane var. Azınlıkların Türklerle birlikte kurduğu bir hastane. Samsun’da. Şu an faaliyette hâlâ.

Niye özellikle o hastane?

Bir akıl hastanesi kurgulamak istediğimde Türkiye’nin nerelerinde akıl hastaneleri var diye baktım. Adana, Elazığ, İstanbul, Manisa... En büyüğü Bakırköy. Samsun’dakine karar verdim. Çünkü benim de Karadeniz köklerim var. Bir de tabii Karadeniz insanının şaşırtıcı zekâsı; ters köşe.

Hastanenin sırtı denize dönük...

Kurgunun başlangıcı için hastanenin önemli bir özelliğinin olması gerekiyor. Peki bu nasıl olabilir? Şimdi deniz bize sonsuzluk fikrini verir. Ve de huzurdur aynı zamanda. Hastane de Karadeniz kıyısında olunca, ipler hemen birbirine düğümlenmeye başlıyor. Bu hastanenin denize bakan cephesinde penceresi olmasa nasıl olur diye başladım.

Yüzümüz denize dönük olmak zorunda mı?

Hayır, değil tabii. Ama akıl bize yüzümüzün denize bakmasını söyler. Çünkü deniz güzel, ufuklu bir manzaradır. Çöplüğe bakan bir ev mi istersiniz, denize bakan bir ev mi? Bu aslında insanın yapması gereken doğal bir davranış. Kaldı ki akıl hastanesi açısından bakarsak, faydacı anlamda, daha fazla pencere daha fazla ufuk demek, dış dünyayla bağlarımızı artırmak... Ama tabii biz bunu bir metafor olarak kullanıyoruz her zaman. Çok sık söyleriz; “Ya deniz burada, arkanı dönüp oturuyorsun” sözünü.

Ama romanda insanların çok da umurunda değil hastanenin sırtını denize dönmüş olması.
Bu kitapta hiçbir konu, olay diğerinden daha üstün ya da önemli değil. Bu bir sergileme. Dolayısıyla hastanenin sırtını dönmesi de romanda hak ettiği kadar mesele oluyor. Bir kere bina yapılıp bitmiş. İyi niyetle başlanmış ama zaman içinde tam bir mimari faciasına dönüşmüş; dolayısıyla pencere açmak çözüm değil. Çünkü gene denizi görmeyeceksin. Geç kalınmış bir eylem bu. Bir tek konferans salonunu denize baktırabilirler. Orada da bir tartışma var; “Ne konuşacağız burada, yıkalım şurayı kafeterya yapalım.” Neden? Çünkü biz oturup muhabbet etmek istiyoruz. Kafeterya olsa, çok memnun olacak hastanenin çalışanları. Ama konferans salonu orada aslında bilimi temsil ediyor. Bilimle ilişkimiz de o düzeyde zaten. 

Türkiye’deki insanlar ne kadar farkında “sırtlarını denize döndüklerinin”?

İhtiyaçlar ya da sorunlar söz konusu olduğunda akılcıl sıralama yapamıyoruz biz. Her zaman kısa vadeli sorunlar ve çözümlerle uğraşıyoruz. Aslında akıl uzun vadeli bir organizasyon kabiliyetidir. Ama biz sorunları ertelemeyi çözmeye tercih ediyoruz. Kısa vadeli çözümler bizi aslında gelecekte daha büyük sorunlara götürebilir. Türkiye’nin tarihine baktığımızda bütün sorunlarımızın da böyle olduğunu görürüz.

Denize kıyısı olan şehirlerde yaşayıp denizi görmeyenler var bir de...

Cemal Süreya’nın bir şiiri var. Bizi bu kadar iyi anlatan nadir şiirlerden biri: “Fatih Sultan Mehmed gemilerini karadan yürüttü ya / deniz kaçkını bir ulusun çocuklarıyız biz o gün bugün / toprakçıl bir çapadır denizyollarının arması bile / ama dilimizde yine de en ürpertili kelime deniz / yine de sokaklarda bir kanal eğilimi / dondurmacılarda bir ikinci kaptan tavrı / teneşirlerde bir tekne beğenisi / bir kazazede takısı bulunur sarhoşların yüzlerinde”...

‘Bu ülkede yaşananlara hayret etmekten yorgun düştüm’


Sırtını dönmek şöyle dursun, denizin varlığıyla ilişki kurmayan bu kadar çok insanın olması neyi gösteriyor?

Bakmamız gereken yere ya da bakmamızın doğru olacağı yere bakmıyoruz. Bunu sorunlarımız, hayatımız, başarılarımız için söyleyebiliriz. Özetle Türklerin denizle kurduğu ilişkiyle, sorunlarıyla kurduğu ilişki arasında bir paralellik var.

Roman, yazarın akıl tutulması üzerine 450 sayfalık toplumsal bir iç döküşü gibi. Ne taşırdı bardağı?

Bardağın taşma anını hatırlamıyorum. Ama son beş senede bu ülkede yaşananlara hayret etmekten yorgun düştüm. Öyle absürd, öyle akıl dışı olaylar oluyor ki... Dolayısıyla bunların sayısal olarak artmasının beni böyle bir kitap yazmaya ittiğini söyleyebilirim.

Ne oldu da biz bu kadar aklın uzağına düştük?

Ben bunda iletişim imkânlarının artmasının etkili olduğunu düşünüyorum. Akıl tutulmasının çeşitlemesi sınırsız. Biz kendi küçük dünyamızda gazetelerin bize verdiği, devlet televizyonunun gösterdiği ile sınırlı bir hayat yaşıyorduk... Her şeyin bu kadar görünür olması, bizim aklın egemenliğinden çıkmış, neredeyse çıldırmış olduğumuz duygusuna sevk ediyor bizi. Benim oturduğum mahallede bir emlak bürosu var. Adamın vitrinini her gün okuyorum; o kadar komik ki... Bir keresinde “Yerden ısırtmalı daire” yazmış. Ya da “ebebeyin banyolu...” İnsanlar bunları çekip koyuyorlar internete. Aslında eskiden de buna benzer binlerce şey oluyordu. Ama bundan 20 yıl önce Türkiye’de fotoğraf makinesi sayısı bile sınırlıydı. Bugün ise cep telefonunuzla fotoğraf da video da çekebiliyorsunuz.

‘Ben deliremiyorum, böyle yazıyorum ancak...’

Siz ne kadar delirebilirsiniz hayatta?

Hiç delirmem. Öfkelenen, fevri bir insanım. Karadenizlilerin bütün özelliklerini taşıyorum, hırçınım da... Ama Batı Karadeniz’in de özelliklerini taşıyorum; çok çalışkanım mesela. Babam Bulgaristan göçmeni. Balkan kökenliler çok çalışkan olur; hakikaten çalışmayı çok da severim. Üstbeni kuvvetli bir insanım aynı zamanda. Üstben, beni çok ciddi şekilde kontrol altında tutar.

Sarhoş olabilir misiniz peki?


Oluyorum ama nadiren. Ama mesela, aman Allah’ım, sarhoş olacağım, içmeyeyim dediğim olmaz. Canım içmek istiyorsa içerim. Ama o içimdeki, belki de bilinçdışı, kontrol beni belli bir noktada tutar.

Bir kontrollülük hali var yani...

Ağır kontrollülük halim var, öyle hafif değil. Otokontrolüm çok kuvvetli; hatta istemiyorum bile bu kadar kontrollü olmayı. Onun için deliremiyorum böyle yazıyorum ancak.

Kitap bittikten sonra onunla kurduğunuz ilişki, bizim anlayabileceğimiz ilişkilerden hangisine benziyor?

Sevdiğim arkadaşlarım gibi. Ama çok sık görüşmediğim sevdiğim arkadaşlarım gibi... Hani var olduğunu bilirsin, sonsuza kadar güvenirsin o arkadaşlarına ama her an da görüşmezsin.”