29 Haziran 2020 16:28
*Hatem Ete
AK Parti uzunca bir süredir derin ve yapısal bir kriz yaşıyor. Başlarda, iç ve dış gelişmelerin mecbur bıraktığı geçici sapmalar olması temenni edilen kriz, yapılan tercihler neticesinde kalıcılaşarak mahkumiyete dönüştü. Siyasi performansıyla bugüne kadar pek çok zor sorunun aşılmasını sağlayan Erdoğan, zaman kazanmayı başarsa da iktidarın geleceğini güvenceye alamıyor.
Bu süre boyunca, Türkiye öyle radikal ve köklü bir değişim-dönüşüm sürecinden geçti ki, 20 yıl önceki analizlerle bugünü, bugünkü perspektifle de 20 yıl önceki gelişmeleri açıklamaya çalışmak anlamsızlaştı.
Cumhurbaşkanı Erdoğan ve AK Parti’nin siyaset ve iktidar serüveni tekdüze veya sabit bir hat üzerinden yol almadı. Gündem ve önceliklerdeki değişime paralel olarak söylem ve politikalar da, müttefik ve muarızlar da, eleştirenler ve alkışlayanlar da değişti. Erdoğan ve AK Parti dün savunduğu bazı düşünceleri bugün hatırlamak istemediği gibi dün karşı çıktığı bazı düşüncelerin de sözcülüğünü üstlenmiş durumda. Aynı şekilde, dün mesailerini Erdoğan’ı devirmeye hasreden birçok kesim bugün Erdoğan’ın en yılmaz savunucusu konumundayken, dün savunan pek çok kesim de bugün en sert muhalefeti yürütüyor.
Bu dinamik, değişken hatta çelişik konumlanmalara rağmen akademide, medyada ve/ya düşünce dünyasında bugünkü fotoğrafı merkeze alan statik bir okuma daha çok rağbet görüyor. 15 Temmuz sonrasındaki gelişmelerin ortaya çıkardığı bilançonun vahameti, çoğu kişi ve çevre için Erdoğan ve AK Parti’nin önceki dönemlerini hatırlamayı gereksiz kılıyor.
Oysa, çoğu zaman, süreci hesaba katmadan sonuca odaklanmak, “nasıl olduğu”nu göz ardı ederek “ne olduğu”na yoğunlaşmak rahatlatıcı olsa da eksik ve/ya yanlış bir fotoğraf verir. Öte yandan sadece sürece odaklanan, süreçle sonuç arasında zorunlu nedensellik ilişkisi kuran okumalar da sonucun aklanmasına yol açabilir. Bu iki eksik okumanın mahzurlarını gidermek için, süreci hesaba katan, süreçle sonuç arasındaki etkileşimi ve aktörlerin süreçlerle yüzleşme stratejilerini ihmal etmeyen, genellemeler yerine dönemselleştirmelere yaslanan okumalara ihtiyaç var.
AK Parti, siyasetin ve devletin Soğuk Savaş sonrası dinamikleri doğru okumaması dolayısıyla Türkiye’nin siyasi ve ekonomik olarak istikrarsızlaştığı bir dönemde, münhasıran dışlanan bir siyasi hareketin ‘çıkış bulma’ arayışının sonucu olarak kuruldu. Kentli, eğitimli, muhafazakâr orta sınıfların taleplerini taşıyabilecek siyasi dil ve vizyon üretmekte zorlanan Milli Görüş geleneği, toplumun refah arzusunu demokrasi talebiyle telif edemeyen merkez sağ gelenek ve toplumsal dinamikleri bastırarak siyasal statükoyu koruyabileceğini zanneden devlet arasında sıkışan toplumsal kesimler, kuruluşundan 14 ay sonra gerçekleşen ilk genel seçimlerde AK Parti’yi tek başına iktidara getirdi.
Çevreyi kültürel bir muhalefet dili ve ekonomik kalkınma üzerinden merkeze taşımayı hedefleyen merkez sağ partilerden farklı olarak, kararlı ve iddialı bir siyasi misyonla merkezi dönüştürmeyi hedefleyen AK Parti, kuruluşunda da iktidarında da güçlü dirençlerle ve sarsıcı pek çok krizle yüzleşmek durumunda kaldı. Ordu ve yargı başta olmak üzere “irtica tehdidi” üzerinden laikliğin bekçiliğine soyunan pek çok resmî ve sivil aktör AK Parti’yi irtica tehdidinin rafine bir versiyonu olarak görmeye devam etti.
AK Parti, muhtıradan parti kapatma davasına, karşılaştığı direnç ve krizleri rasyonel yönetim, AB sürecine eklemlediği demokratik reformlar, geniş toplumsal mutabakat, uluslararası işbirliği ve ekonomik kalkınma üzerinden aşmayı başardı.
AK Parti iktidarı, 1990’lı yıllar boyunca, siyasal ve toplumsal enerjisini irtica ve bölücülük gibi tehdit algılarıyla harcayan Türkiye için önemli bir dönüm noktasıydı. Cumhuriyet tarihinin en kararlı ve kapsamlı demokratikleşme adımlarının atıldığı bu dönemde, vesayet sistemini ayakta tutan bütün kurum, aktör ve zihniyetler değişmeye zorlanıp sistem içindeki ağırlıklarını yitirdiler. Siyasal statükoyu besleyen tehdit konseptleri rafa kaldırıldı, siyaset daha önce ordu ve yargıya tevdi edilen birçok siyasi başlığı uhdesine alarak “açılım” süreçlerini başlattı. “Sessiz Devrim” gibi kavramsallaştırmalara yol açan bu süreç, siyaset ve toplumun daha demokratik gelecek tasavvurları üzerine fikir yürütmesinin kapısını araladı. O güne kadar tabu kabul edilen pek çok siyasi başlık sansürsüz bir şekilde konuşulmaya başlandı.
AK Parti’nin yüzleştiği ve atlattığı her kriz, hem toplumsal desteğini arttırdı hem de iktidarını tahkim etti. Toplum AK Parti ve sistem arasında yaşanan bütün krizlerde AK Parti lehine tercihte bulundu. 3 Kasım (2002) seçimlerinde yüzde 34 oy oranına sahip olan AK Parti, Cumhurbaşkanlığı krizi sonrasında gerçekleşen 22 Temmuz (2007) seçimlerinde yüzde 47, Cumhurbaşkanı’nın halk tarafından seçilmesini düzenleyen 21 Ekim (2007) Anayasa Referandumunda yüzde 69, vesayetle mücadelenin en kritik dönemeçlerinden birini teşkil eden 12 Eylül 2010 Anayasa Referandumunda yüzde 58 ve 12 Haziran (2011) seçimlerinde yüzde 50 oy oranı elde etti.
12 Eylül Referandumu ve 12 Haziran seçimleri AK Parti’nin ilk dönemini sonlandırdı. İkinci dönemin en önemli gündemi vesayet-sonrası Türkiye’nin siyasal koordinatlarını çizmekti. Yeni Anayasa yazımı çalışmalarıyla başlayan dönem, siyasal normalleşmeyi kurumsallaştırmak üzere vesayet sonrası demokratik bir siyasal sistem inşa etmeyi hedefliyordu.
Vesayet-sonrası dönemin siyasal çatısını kurmaya yönelik çalışmalar, dört dinamiğin siyaseti derinden etkilemesiyle, yerini arayışı rafa kaldıracak çetin iktidar mücadelelerine bıraktı. Gerek bu dört dinamiğin siyaset ve toplum üzerindeki etkileri, gerekse Erdoğan ve AK Parti’nin bu dört dinamiğin ürettiği krizlerle mücadele stratejisi, AK Parti’yi de Türkiye’yi de öngörülmeyen bambaşka bir yöne savurdu.
Türkiye’nin vesayet sonrası sistem arayışlarını etkileyen ilk dinamik, Arap Baharı oldu. AK Parti Arap dünyasındaki gösterileri kendi tecrübesiyle ilişkilendirerek destekledi. Devrilen rejimlerden sonra İhvan (Mısır) ve Nahda (Tunus) gibi İslami hareketlerin iktidara gelmesi, Körfez ülkeleri ve bazı küresel aktörler nezdinde, gösterileri demokratikleşme ve değişim talebinin doğurduğu sivil ve “meşru” bir arayış olmaktan çıkararak İslamcılık parantezine hapsetti. Kurulan Arap Baharı karşıtı blok üzerinden, Mısır’da kısa süreli demokratik rejim darbeyle devrilip askeri rejime geri çevrilirken, Libya, Yemen ve Suriye’deki protestolar iç savaşa dönüştü(rüldü). 2013’ün sonundan başlayarak IŞİD’ın Irak ve Suriye başta olmak üzere gündemi rehin alması, İslamcılık parantezine hapsedilen Arap Baharına terörizm damgasını da iliştirdi.
Bu dinamik Türkiye’yi özellikle iki şekilde derinden etkiledi. İlk olarak, uluslararası siyaset, medya ve düşünce çevrelerinde Erdoğan ve AK Parti iktidarı, İhvan’ı ve IŞİD’i destekleyen “İslamcı” aktör ve yapı olarak kodlandı. İkinci yansıma, Suriye’deki gelişmelerin Kürt sorununu dönüştürmesi üzerinden yaşandı. PYD’nin güçlenmesi, Türkiye’nin Suriye politikasını, çözüm sürecinin akıbetini ve genel anlamda Türkiye’nin Kürt politikasını derinden etkiledi.
Vesayet sonrası dönemin ikinci meydan okuması, Fethullahçı yapının 2012’den itibaren siyasal sistemi kökten sarsacak faaliyetleri oldu. 1970’lerin sonlarından itibaren ordu, emniyet ve yargı başta olmak üzere bürokratik kurumlara sızan FETÖ, 2007-2012 arası dönemde vesayetle mücadele doğrultusunda açılan siyasi ve toplumsal fırsatları da kullanarak gücünü tahkim etti ve hükümete siyaset dayatmaya (7 Şubat 2012), hükümet düşürmeye (17/25 Aralık 2013) ve doğrudan askeri darbe yapmaya (15 Temmuz 2016) kalkıştı. FETÖ’nün meşkuk bağlantıları ve anlaşılmaz bir cüretle hayata geçirdiği operasyonların tahrip edici etkisi, toplumun ve siyasetin psikolojisini derinden etkiledi. Erdoğan bu tehdidi bertaraf etmek üzere, Carl Schmitt’in “istisna” hali üzerinden tanımladığı “egemen” kavramsallaştırmasını andıracak yasal, idari ve yargısal tasarruflara yöneldi. FETÖ ve FETÖ ile mücadele süreci Erdoğan’ı da siyaseti de yapısal olarak dönüştürdü.
Üçüncü meydan okuma Gezi eylemleri oldu. Erdoğan ve AK Parti eylemleri, demokratikleşme reformlarıyla ayrıcalıklarını yitiren kesimlerin kalkışması olarak okudu. Mursi’ye karşı düzenlenip Sisi’nin darbe yapmasıyla sonuçlanan 2012-2013’teki Mısır-Tahrir Meydanı gösterileri ile birkaç ay sonra gerçekleşen 17-25 Aralık operasyonları da retrospektif bir okumayla bu yargıyı besledi.
Vesayet sonrası siyasal sistem arayışlarına sekte vuran bir diğer unsur, Oslo (2005), açılım (2009) ve çözüm süreçleri (2013) üzerinden silah bırak(tır)maya zorlanan PKK’nın yukarıdaki her üç dinamiğin de etkisiyle iktidarın zayıfladığını varsayarak terör eylemlerine yeniden başlaması oldu. PKK’nın Temmuz 2015’te 10’a yakın kent ve ilçe merkezinde kazdığı hendekler, 1 yıla yakın sürecek yoğun bir çatışma dönemini başlattı. Çözüm sürecinin başarıya ulaşmayarak daha önce görülmedik bir çatışma frekansıyla neticelenmesi, siyasi söylem ve politikaları kökten değiştirdi. AK Parti PKK ve HDP’nin, yukarıdaki üç dinamiğin yönlendirmesiyle Türkiye’yi ve iktidarı istikrarsızlaştırma hedefinin aparatı olarak işlev gördüğüne kanaat getirdi. Belediyelere kayyım üzerinden el koymaktan yaygın siyasi tutuklamalara pek çok uygulama, bu kanaat üzerinden gerçekleştirildi.
2011 sonrasında, birbirleriyle etkileşim kurarak hayata geçen bu dinamikler siyasetin gündem ve önceliklerini de, siyasal iklim ve psikolojiyi de, toplumun siyasetten beklentilerini de yapısal olarak etkiledi. Erdoğan ve AK Parti, bu gelişmeleri, doğrudan varlıklarını ve siyasi misyonlarını hedef alan çok ciddi meydan okumalar olarak gördü. Vesayet sonrası siyasal sistemi inşa etme misyonu yerini iktidarı korumaya bıraktı. İktidar içe kapanırken, AK Parti ve toplumsal tabanı da Erdoğan etrafında kenetlendi.
2010 öncesindeki krizleri demokratik bir vizyon, ortak akıl ve geniş toplumsal destek üzerinden aşan AK Parti, ikinci dönemindeki krizleri içe kapanarak, kurumsal mekanizmaları ve ortak aklı devreden çıkarıp Erdoğan etrafında kenetlenerek aşmayı tercih etti. Erdoğan’ın şahsında somutlaştırılan var olma mücadelesi siyasetin doğasını, enstrümanlarını ve kadrolarını etkiledi.
Bu dört dinamiğin nasıl yönetileceği ve meydan okumaların nasıl bertaraf edileceği ile ilgili tarz ve görüş farklılıkları Erdoğan ve AK Parti lider kadrosundaki bazı isimler arasında gerilimlere ve sonrasında partiden kopuşlara yol açtı. Buradaki en kritik ayrışma, Erdoğan Cumhurbaşkanı olduktan sonra AK Parti Genel Başkanlığı’nı üstlenen Ahmet Davutoğlu’nun Mayıs 2016’da görevi bırakmaya zorlanmasıyla yaşandı.
Erdoğan-Davutoğlu şahsında somutlaşan gerilim hem siyasal öncelikler ve yönetim tarzı hem de AK Parti’nin kurumsal kimliği ile ilgili vizyon ve görüş farklılığının yansımasıydı. Siyasal sistem, siyasi etik, şeffaflık, yolsuzlukla mücadele, tutuksuz yargılama ve AB ile ilişkiler gibi başlıklarda yaşanan görüş farklılığının yanı sıra AK Parti’nin kurumsallaşması, yolsuzluk ve yozlaşma emarelerinden arındırılması gibi konularda da ayrışmalar yaşandı.
Bu ayrışmanın Davutoğlu’nun görevi bırakmak zorunda kalmasıyla sonuçlanması, AK Parti’nin kurumsal varlığını, devamını ve politika üretme fonksiyonunu zedelediği gibi ülke yönetiminde de kalıcı etkilere yol açtı. Davutoğlu dönemi, hem AK Parti’nin karar alma süreçlerinde hem de devlet yönetiminde alternatif söylem ve politikaların müzakere edilebildiği son dönemi temsil etti.
Sonuç olarak, ikinci dönemde karşılaşılan meydan okumalar ve bu meydan okumalarla yüzleşmek üzere yapılan tercihler Erdoğan ve AK Parti’nin siyasal önceliklerinde, kadrolarında, söylem ve politikalarında radikal bir dönüşüme yol açtı.
Bu dönemdeki meydan okumaların en güçlüsü olan 15 Temmuz darbe teşebbüsü aslında bu dönemi sonlandırabilecek bir milattı. Türkiye tarihinde ilk defa toplum darbe teşebbüsüne karşı meydanlara çıktı ve Erdoğan lehine krize el koydu. 15 Temmuz darbe teşebbüsünün toplum tarafından engellenmesi, 7 Şubat’la başlayan kriz ve mücadele evresini bitirerek yepyeni bir sayfa açtı.
Böylece ikinci dönemdeki krizler dolayısıyla ertelenen/rafa kaldırılan demokratik dönüşüm sürecini yeniden başlatmak, Türkiye’yi demokratik-sivil bir Anayasa’ya kavuşturmak imkanı doğdu.
Ancak, tarih bu yönde akmadı. MHP’nin beklenmedik desteği ve teklifi Erdoğan’ın krizlerle keskinleşen ‘denetlenmeyen’ iktidar arzusunu besleyerek Türkiye’yi bambaşka bir rotaya yöneltti. Bu rotanın ilk somut ürünü, rafa kaldırılan başkanlık sisteminin hayata geçirilmesi oldu.
15 Temmuz, hem Erdoğan hem de Türkiye için çok kritik bir eşikti. Verilecek karar, Türkiye’yi AK Parti’nin ilk dönemindeki demokratik eksene geri döndürebileceği gibi demokratik tahayyüllerin rafa kaldırıldığı içe kapanmacı bir konuma da sabitleyebilirdi.
Erdoğan, toplumun kazandığı zaferi demokratik bir anayasa ve siyasal sistem inşasıyla kalıcı olarak topluma geri vermek yerine –son dört yılı kaplayan kriz ve mücadelelerin formatladığı siyasi gündemin etkisinde- iktidarını güçlendirecek başkanlık sistemine kanalize etmeyi tercih etti. Siyasal sistem sorununu kökten çözebilecek demokratik bir Anayasa yerine “Türk tipi” başkanlık sistemini tercih etmekle Erdoğan, artık -istese de- geri dönemeyeceği bir yola girdi.
Bir başka ifadeyle, 15 Temmuz siyasi ve toplumsal barışın zeminini güçlendirerek demokratik gündeme dönüşün miladı olacakken ayrışmayı ve kutuplaşmayı derinleştirecek bir siyasi daralma evresine geçişin gerekçesine dönüştürüldü. Erdoğan gerilim ve krizlerle yol alan süreli bir güçlü iktidar için demokratik Türkiye’nin kurucusu olma imkânını feda etti.
15 Temmuz ve Bahçeli’nin beklenmedik Başkanlık teklifi, Erdoğan ve AK Parti iktidarının ikinci dönemini kapatarak –halen devam eden- üçüncü dönemi başlattı.
Bahçeli’nin önerisi ve desteğiyle gerçekleştirilen sistem değişikliği, Türkiye’nin siyasal sistem krizini çözmek yerine “beka sorunu yaşayan Türkiye’nin gücü tek elde toplayarak denetimsiz bir iktidar kullanacak Erdoğan’a ihtiyaç duyduğu” mantığı üzerinden kurgulandı ve ilk günden başlayarak pek çok yönetim krizine yol açtı. Başkanlık sistemi üzerinden siyaseti doğrudan etkileyecek iki önemli dinamik, Cumhurbaşkanı seçilmenin yüzde 50+1 oy oranına endekslenmesi ve bunun doğal sonucu olarak seçim ittifaklarının hayata geçmesi oldu.
Bu iki dinamik siyasetin yeni normu haline gelerek siyasi partilerin iki eksen (Cumhur ve Millet ittifakları) üzerinde konumlanmalarına yol açtı. Cumhurbaşkanlığı seçimlerinin milletvekili seçimlerinden, ittifakların da siyasi partilerden daha önemli hale gelmesi, siyaseti iktidar-muhalefet arasındaki aritmetik dengeye indirgedi. Bu durum, seçmen-siyaset ilişkisini ve siyasi partilerin söylem ve politikalarını doğrudan etkiledi.
Bu dinamikler, Erdoğan ve AK Parti için de pek çok risk üretti. AK Parti Türkiye siyasi hayatı içinde kendisini özgün kılan özelliklerden feragat ederek Cumhur İttifakı içerisinde erirken, Erdoğan da siyasal yaşamı boyunca mücadele ettiği bir çok aktör ve çevrenin desteğine mahkum oldu.
Toplumsal değişime öncülük ederek demokratik ve müreffeh bir Türkiye inşa etme vizyonu yerini statükoyu korumaya yönelik reaktif bir siyasete bıraktı. 20 yıl önce merkez sağ tabana siyasal bir kimlik aşılayarak iktidara gelen Erdoğan, iktidarını sürdürmek için -siyasi iddialarını paranteze alarak- merkez-sağ vasata razı olmak durumunda kaldı. Kemalist modernleşme projesine alternatif ol(uştur)ma iddiası ve beklentisiyle iktidara gelen Erdoğan ve AK Parti, Kemalist siyaset ve toplum tasarımını popülist ve muhafazakar bir tonla güncelleyerek daha da güçlendirdi.
Demokratikleşme ve refah vaadine dayalı bir gelecek tahayyülü yerine beka endişesini köpürten bir güvenlik arzı-vaadi üzerinden kurgulanan iktidar, krizlere, gerilimlere, siyaset mühendisliklerine, güç gösterisine bağımlı hale geldi. Bu süreçte Türkiye’nin kurumsal kapasitesi, toplumsal ve siyasal enerjisi, ekonomik gücü zayıfladı.
İktidarın üçüncü dönemine damga vuran bu siyaset tarzı Erdoğan ve AK Parti’nin toplumsal tabanını da daralttı. CHP ve MHP’nin muhalefet, HDP’nin boykot ettiği 12 Eylül 2010 referandumunda yüzde 58 destek alan AK Parti, 16 Nisan 2017 referandumunda MHP’nin desteğine rağmen yüzde 51.4 destek alabildi. Aynı şekilde, 10 Ağustos 2014’te herhangi bir ittifaka yaslanmadan yüzde 51,8 oy oranıyla Cumhurbaşkanı seçilen Erdoğan, dört yıl sonra MHP’nin desteğiyle yüzde 52,6 oy oranıyla seçilebildi. Benzer şekilde, 1 Kasım 2015 genel seçimlerinde yüzde 49.4 oy oranına kavuşan AK Parti, Cumhur İttifakı bünyesinde girdiği 24 Haziran 2018 genel seçimlerinde yüzde 42.6 oy oranına ulaşabildi.
Böylece başkanlık tercihi dolayısıyla MHP’nin desteğine duyulan ihtiyaç, Erdoğan ve AK Parti’yi zayıflatarak hem siyasal hem de sayısal olarak MHP’ye mahkum etti.
31 Mart (ve 23 Haziran) seçimleri, 15 Temmuz sonrasında AK Parti ve MHP’nin inisiyatifleriyle siyasetin yeni normu haline gelen dinamiklerin -yüzde 50 barajı, ittifak siyaseti ve milliyetçi/güvenlikçi politikalar- AK Parti’ye zarar verdiğini ortaya koydu. İstanbul, Ankara, Antalya, Adana dahil sekiz kentin yönetimi CHP’ye, yedi kentin yönetimi de MHP’ye geçti.
Cumhur İttifakı 15 Temmuz sonrası siyasetin bütün unsurlarını tedavüle sokmasına rağmen seçmen 31 Mart’ta olağanüstü kriz dönemlerinde sığınılacak geçici bir liman olarak işlevsel görülen beka-güvenlik siyasetinin kalıcı hale getirilerek yönetme aparatına dönüştürülmesine tepki gösterdi ve Erdoğan ve AK Parti’ye, siyaseti normalleştirme mesajı verdi. AK Parti iktidarının ikinci dönemine damga vuran ve istikrarsızlık endişesine yol açan tehditler büyük ölçüde ortadan kaldırılmış, iktidarın beka-güvenlik eksenli politikalarının zemini ortadan kalkmıştı. Üstelik, zeminini kaybettiği halde beka-güvenlik siyasetinde ısrar etmek, Türkiye’nin demokratik siyaset kültürünü zedeleyerek başka açılardan beka riski üretiyordu.
Böylece, 15 Temmuz’da Erdoğan’a büyük bir imkan sunan toplum, 31 Mart seçimleri üzerinden de ciddi bir uyarıda bulundu. Bu uyarı, kapsamlı bir siyasi değişikliğe gerekçe kılınarak, 15 Temmuz’da göz ardı edilen imkan telafi edilebilirdi.
Erdoğan, kısa süreli bir bekleyişten sonra, sorunları çözmek yerine yönetmeyi öngören bir stratejide karar kıldı. İstanbul ve Ankara’nın kaybının sorgulanmasına izin verilmezken, siyaset değişikliği önerileri de bastırıldı.
31 Mart’tan bugüne kadarki strateji, temelde, Cumhur İttifakının muhtemel taban kaybını durdurmak ve/ya geciktirmek ve muhalefetin hoşnutsuz seçmenin adresi olmasını engellemek üzere peş peşe hamlelerle siyaset mühendisliğine yönelmek oldu. Bu çerçevede, bir yandan Cumhur İttifakındaki çözülmeyi durdurmak için milliyetçi-güvenlikçi ve dini-muhafazakâr söylem ve politikalara ağırlık veriliyor. Sınır ötesi operasyonlar, HDP’li belediyelere kayyım atamaları, Ayasofya’yı ibadete açma tartışmaları gibi konular bu amaçla gündemde tutuluyor. Öte yandan muhalefetin alternatif haline gelmesini engellemek üzere de, her bir muhalefet partisine yönelik farklı taktikler geliştiriliyor. İYİ Parti ve HDP’nin Millet İttifakından koparılması için havuç ve sopa taktiklerine başvurulurken, CHP de darbeci ve din düşmanı parantezine yerleştirilmeye çalışılıyor.
31 Mart seçimlerinden bugüne gelişmelere göre güncellenerek uygulanan bu strateji, iktidara zaman kazandırma, muhtemel oy kayışını geciktirme gibi bazı katkılar sunsa da Erdoğan’ın önümüzdeki seçimleri kazanmasını garantileyecek kalıcı bir etkiye yol açmıyor.
AK Parti uzunca bir süredir derin ve yapısal bir kriz yaşıyor. Başlarda, iç ve dış gelişmelerin mecbur bıraktığı geçici sapmalar olması temenni edilen kriz, yapılan tercihler neticesinde kalıcılaşarak mahkumiyete dönüştü.
15 Temmuz bu kaotik dönemi bitirmeye yönelik ciddi bir imkan sağlasa da, MHP ile ittifak ve başkanlık tercihi üzerinden geri dönülmesi zor bambaşka bir rotaya girildi.
Bugünden geriye bakıldığında, Erdoğan ve AK Parti’deki radikal dönüşüm, bir günde ve toptan gerçekleşmediği gibi birçok gerekçe ve koşulla da ilişkilendirilebilir. Türkiye’nin siyasal sosyolojisi, Erdoğan ve AK Parti tarafından temsil edilen geleneğe yönelik önyargı ve dirençler, iktidar olgusunun kendine özgü dinamikleri, siyasal mücadelenin pratik gerekleri ve özellikle son on yılda iç politik yansımaları göz ardı edilemeyecek bölgesel ve küresel alt-üst oluşlar yakın zamanda 18 yılını dolduracak iktidarı doğrudan etkiledi. Erdoğan ve AK Parti’deki dönüşüm bu bağlam ve koşullar içerisinde yaşandı.
Ancak, koşul ve gerekçeler alınan kararı, sürdürülen siyaseti –açıklamamızı- kolaylaştırsa da meşrulaştırmaz. Hiçbir karar ve tercih kaçınılmaz ve zorunlu değildir. Verilen her karar, yapılan her tercih vizyon, kapasite ve öncelikler çerçevesinde gerçekleştirilen bir muhasebeye dayanır.
AK Parti ilk dönemdeki kriz ve dirençleri demokratik söylem ve politikalarla, ortak akılla ve toplumsal mutabakat arayışıyla çözmeye yönelirken, şartların kolaylaştırdığı ancak zorunlu kılmadığı bir tercih yaptı. Aynı şekilde, ikinci dönemdeki kriz ve meydan okumalar da demokratik söylem ve politikalarla, ortak akılla ve toplumsal mutabakat arayışıyla yönetilmeye çalışılabilirdi. AK Parti içinde bunu öneren ve bu nedenle de sonraki yıllarda ayrılmak zorunda kalan aktörler de mevcuttu. Ancak -kriz ve dirençler- lider etrafında kenetlenerek, ortak akıl dışlanarak, mevcut toplumsal taban tahkim edilerek ve “olağanüstü durum” konseptiyle demokratik söylem ve politikalardan ricat edilerek yönetilmeye çalışıldı. Elbette bu tercihi kolaylaştıracak şartlar/gerekçeler mevcuttu ancak aynı koşullar bundan tamamen farklı stratejilere yönelmeyi de mümkün kılıyordu.
Son olarak, üçüncü dönemdeki söylem ve politikalar hiçbir gerekçeyle meşrulaştırılamayacak iradi ve bilinçli bir tercihin sonucuydu. Makul ve doğru olan demokratik söylem ve politikalara dönmek olduğu halde tersi tercih edildi. Dolayısıyla, birinci ve ikinci iktidar döneminde yürütülen siyasetler için gerekçe ve/ya şartlar tartışması yapmanın zemini –aranırsa- bulunabilir. Ancak üçüncü dönemdeki tercihi meşrulaştırabilecek, mazur gösterecek herhangi bir gerekçe de yoktu. Bu çerçevede, üçüncü dönemi tamamen bilinçli ve iradi bir kararın sonucu olarak görmek daha doğru olur.
15 Temmuz sonrasındaki başkanlık ve MHP ile ittifak tercihleri zorunlu ve kaçınılmaz olmayıp iradi ve bilinçli tasarrufların sonucu olsa da, bu tercih Erdoğan ve AK Parti’yi belli bir söylem ve politika setine mahkum etti. 15 Temmuz önemli bir eşikti, bir yol ayırımıydı. Bu eşikte yaptığı tercih ile Erdoğan kendisini istese de dönemeyeceği, devam etmek zorunda olduğu bir yolculuğa mahkum etti. Sonuç, Erdoğan’ın ve AK Parti’nin kendilerini özgün kılan siyasi misyonlarından, iddialarından ve Türkiye tahayyüllerinden feragat etmek durumunda kalmaları oldu.
Türkiye, bugün, siyasi ve ekonomik sorunların her geçen gün ağırlaştığı, hiçbir kronik siyasi sorunun gündemde yer bulamadığı, özgürlük ve adalet ile ilgili mağduriyetlerin arttığı, farklı düşünce ve önerilerin tehdit ve ihanetle damgalanıp bastırıldığı, toplumun her geçen gün fakirleştiği gelecek ufkunu kaybeden bir ülke durumundadır.
İktidar bloku Türkiye’ye bir gelecek vadedemiyor. Gelecek vizyonu üretemediği için de beka, tehdit, terör gibi negatif ve reaksiyoner kavramlara tutunuyor. Umut veremediği için korku aşılıyor. Toplumsal rıza daha iyi bir gelecek vaadi üzerinden değil daha kötü bir gelecek korkusuyla ve elindekiyle yetinme duygusu üzerinden kanalize ediliyor.
Bu durumun uzun süre sürdürülemeyeceği açık. Nitekim 31 Mart ve 23 Haziran seçimleri de, mevcut siyasi denklemin Erdoğan ve AK Parti’nin aleyhine işlediğini gösterdi. 31 Mart’tan bu güne bu siyasi denkleme AK Parti’den ayrılan Davutoğlu ve Babacan öncülüğünde kurulan iki yeni siyasi parti ve günden güne kötüleşerek koronavirüs yansımalarını da yüklenen ekonomik kriz gibi iki önemli başlık da eklendi.
Siyasi performansıyla bugüne kadar pek çok zor sorunun aşılmasını sağlayan Erdoğan, 15 Temmuz sonrasındaki tercih ve gelişmelerden de görülebileceği gibi zaman kazanmayı başarsa da iktidarın geleceğini güvenceye alamıyor. Üstelik Türkiye de her geçen gün biraz daha gelecek umudunu yitiriyor.
*Hatem Ete:Lisans, yüksek lisans ve doktora öğrenimini ODTÜ Sosyoloji Bölümü'nde yapan Hatem Ete, 2007-2008'de doktora araştırma bursuyla Columbia Üniversitesi'nde bulundu. 2008-2014 arasında SETA’da Siyaset Araştırmaları Direktörlüğü, 2014-2017 arasında da Başbakan Başmüşavirliği yaptı. Yıldırım Beyazıt Üniversitesi Sosyoloji Bölümü'nde Öğretim Üyesi ve Ankara Enstitüsü’nde Araştırma Direktörü olarak görev yapmaktadır.
NOT: Bu yazı Perspektif sitesinden alınmıştır.
© Tüm hakları saklıdır.