16 Temmuz 2019 10:45
HDP’nin önceki dönem Eş Genel Başkanı Selahattin Demirtaş’ın tutuklu olduğu davanın duruşması Ankara Sincan Hapishane kampüsünde görüldü.. SEGBİS sistemi aracılığıyla Edirne Kapalı Cezaevi'nden duruşmaya katılan Demirtaş, mahkemenin kendisini hukuka aykırı şekilde tutuklu olarak yargıladığını söyleyerek, "Beni Yunanistan sınırından öteye bıraksanız, kaçmam. Bizi buraya atanlardan hesap sormak için gelirim" dedi.
Barış sürecinde yaşananlara ilişkin de bilgi veren Demirtaş, eski Adalet Bakanı Sadullah Ergin'in çok çaba sarf ettiğini söyledi. Demirtaş "Temel hedefimiz, Türkiye'yi barış sürecine evriltmekti. O dönemde görüşme yaptığımız Sadullah Ergin de çaba sarf etti, hakkını teslim etmek lazım. Örneğin Sincan Cezaevinde açlık grevinde olan tutukluları bizzat ziyaret etti" diye konuştu.
Gazeteci Alican Uludağ, kişisel sosyal medya hesabından davanın 250 sanık sandalye kapasitesine sahip duruşma salonunda görüldüğü bilgisini ve 16 avukat, 12 izleyici, 4 milletvekili, 2 gazeteci tarafından izlendiğini aktardı. Edinilen bilgiye göre güvenlik için salonda 24 polis görev alıyor.
Demirtaş savunmasına, tedavi gördüğü hastanede yaşamını yitiren Dengir Mir Mehmet Fırat için Allah'tan rahmet dileyip, ailesine baş sağlığı dileyerek başladı. Kendisi için “siyasi rehine” tanımını kullanan Demirtaş mahkemeye, “Beni burada tutmanızda hangi kamu yararı var?” diye sordu. Demirtaş, "Beni Yunanistan sınırından öteye bıraksanız, kaçmam. Bizi buraya atanlardan hesap sormak için gelirim" ifadesini kullandı.
"Mahkeme beni, hukuka aykırı bir şekilde tutuklu olarak yargılıyor. Tutuklu yargılama esas, tutuksuz yargılama istisnaymış gibi bir hava yaratılıyor" diyen Demirtaş, "Tutuklu yargılama, sadece siyasi davalarda esas haline gelmiş durumda. Tecavüzcüler, hırsızlar, gaspçılar ve özellikle güvenlik personeliyle ilgili davalarda, yargı çok hassas" diye konuştu.
Demirtaş, Diyarbakır merkez Yenişehir Sümerpark’ta 14 Nisan’da polislerin açtığı ateş sonucu ölen Recep Hantaş'ı hatırlatarak, söz konusu güvenlik personeli için verilen tahliye kararı üzerinden yargı sistemini eleştirdi.
"Daha bir kaç ay önce Diyarbakır'da bir parkta, Recep Hantaş isimli bir genç, bir güvenlik personeli tarafından hiç yere öldürüldü. O güvenlik personelinin çocuğu, babasının serbest bırakılması için CİMER'e bir mektup yazıyor. CİMER bu dilekçeyi, Diyarbakır Cumhuriyet Başsavcılığına gönderiyor. Başsavcılık, dilekçenin geldiği gün, tahliye talebinde bulunuyor. Mahkeme aynı gün, daha yargılanması başlanmamış olan güvenlik personelini tahliye ediyor. Ve Diyarbakır Cumhuriyet Başsavcılığı, CİMER üzerinden aileye bilgi verilmesi için yazı yazıyor. Dolayısıyla Türkiye'de yargı, öyle sanıldığı gibi tutukluluğu esas olarak kabul etmiyor" diyen Demirtaş, "Gerektiğinde, böyle işliyor işte" diyerek tepki gösterdi.
Ailesinin ve HDP'nin de Cumhurbaşkanlığı İletişim Merkezi'ne (CİMER) başvuruda bulunduğunu hatırlatan Demirtaş, "Ama mahkemeye CİMER üzerinden, hatta başka kanallar üzerinden, davamla ilgili perspektifler geliyordur" dedi.
Demirtaş savunmasına şöyle devam etti:
"Ali Babacan ile ilgili soruşturma talebi konusunda, Bülent Arınç'ın TV'de yaptığı, savcılara yönelik adeta tehdit içeren açıklamadan bir gün sonra, soruşturmaya yer olmadığı kararı verildi."
"Gözlerimizi yaşartacak kadar adalet uygulanıyor Ankara Adliyesi'nde. Sanki ben bu şekilde tutuklu yargılanıyorum da, Türkiye'deki bütün dosyalarda tutuklu yargılama esas olarak kabul ediliyormuş gibi sanılmasın. Tutanağa geçmiş olayım."
"AİHM bir kararında, tutukluluğumun siyasi faaliyetlerimi engellediği, siyasi amaçlarla olduğunu tespit etmişti.18 Eylül'de Strasbourg'da, AİHM Büyük Daire önünde bu dava tekrar görülecek. Bu mahkemedeki dosya, çok daha kapsamlı bir şekilde, biz ve Adalet Bakanlığı tarafından, karşılıklı olarak masaya yatırılacak. Orada ilk kez gerçek muhataplarım, Adalet Bakanlığı var. Burada siz [mahkeme heyeti] varsınız ve sanki yargılama yapılıyormuş gibi oluyor. Strasbourg'da, tam da olması gerektiği gibi, bir tarafta Adalet Bakanlığının yetkilileri, bir tarafta ben ve avukatlarım. Burada da olması gereken bu. Adalet Bakanlığından temsilciler, Külliye'den temsilciler savcılık makamına otursaydı gerçekçi bir görüntü oluşurdu."
"Beni tutuklu yargılayarak, TBMM'deki faaliyetlerimden alıkoydunuz. Evimden kaçırıldığım 4 Kasım 2016'dan milletvekilliğimin seçimle bittiği 24 Haziran 2018 tarihine kadar TBMM Genel Kurulunda 205 birleşim, 1.197 oturum yapılmış. Bu zaman zarfında Genel Kurul 1.278 saat 34 dakika çalışmış. Milletvekilleri, tam 119.412 sayfa konuşmuş. Ben ise tek bir harf bile konuşamamışım. Aynı dönemde, TBMM başkanı seçilmiş. Bütçe Kanunu ve 45 Meclis Araştırması görüşülmüş. Mahkemenin aldığı hukuksuz kararlar nedeniyle, milletin oyuyla göreve gelmiş bir parlamenter ve partimin eş genel başkanı olarak, bu faaliyetlere katılamadım."
"Mahkeme demiş ki, 'Sanık 19 Nisan 2016 tarihli Meclis grup toplantısı konuşmasında, 'tek bir arkadaşım kendi ayağıyla ifade vermeye gitmeyecek' demesi karşısında, adli kontrol hükümlerinin yetersiz kalacağı...' Bu yeni bir uygulama. AİHM'in çok sayıda kararında, tutukluluğun devamıyla ilgili 'somut, ikna edici ve sanıkla doğrudan bağ kuran somut deliller olmadığı sürece tutuklu yargılanamaz' denildiği için, mahkeme yeni bir şey icat etti. O konuşmamda çağrımız AKP'yeydi. 'Bu iş tereyağından kıl çeker gibi olmayacak.' Çünkü siz, dokunulmazlığımızı Anayasaya aykırı bir şekilde düzenlediniz, dokunulmazlığımız kalkmış sayılmaz. Bu nedenle biz ifade vermeye gitmeyeceğiz. Dolayısıyla yaptığınız şey, minareyi çalıp kılıfını hazırlamaktır. Ama tutmuyor. Üç buçuk yıl önce Meclis grup toplantısında söylediğim bir sözü, ilk defa olarak tutukluluğuma gerekçe yapmış olmak, usul hukukuyla açıklanamaz. Siyasi saiklerle açıklanabilir. AKP'ye meydan okuduğum bir cümleyi üstünüze alınmışsınız. Ankara 19. Ağır Ceza Mahkemesi, üç buçuk yıl sonra böylesi bir konuşmayı neden üstüne alındı? Merak ediyorum."
"İfade vermeye gitmeyeceğiz' demişim. Kaçacağız mı demişim? 'Bizi zorla getirirsiniz' demişim. Yani zorla getirme kararı alırsınız demişim. Siz ne yaptınız? Tutukladınız. Peki gitmeyen milletvekillerinin tamamı tutuklandı mı? Hayır. Seçmece yapıldı. Tabii ki niye tutuklanmadılar demiyorum. Tutuklanan milletvekilleri seçilirken de yine siyasi saiklerle hareket edildi. Diğer milletvekili arkadaşlarım kendi istekleriyle ifade vermeye gitti mi peki? Hayır, gitmediler. Kararımızın arkasında durdular ve haklarında zorla getirme kararı çıktı. 'Bırakılırsam kaçarım. Bırakılırsam savunma yapmam' algısını neden yaratmak istiyorsunuz? Bu bana hakarettir, kabul etmiyorum."
"Mahkemeniz, AKP'ye meydan okuduğum bir konuşmayı kendi üstüne alınarak ya 'biz de AKP'liyiz' demiştir ya da çarpıtmak istemiştir. Kabul etmiyorum. Tutukluluk kararı verecekseniz de böyle bir gerekçeyi yazmanızdan utanç duyacağımı belirtiyorum. Beni tahliye edip Yunanistan sınırının öbür tarafına bıraksanız ben kendim bu tarafa atlarım dedim. Çünkü burada konuşmam, hesap sormam gerekiyor. Bizi buraya attıranlardan hesap sormam gerekiyor. Siz duruşmadan vareste tutsanız beni, tahliye olmuşsam bile, her duruşmaya gelip burada çatır çatır, temsil ettiğim iradenin onurunu savunurum ben. Kabul etmiyorum. Hakaret olarak algılıyorum. [Tutukluluk gerekçesi olarak] Hiçbir şey yazmayabilirsiniz, umurumda değil ama kaçacağım şeklinde imalarda bulunarak tutukluluk gerekçesi yazmamalısınız. İstirham ediyorum. Yapmayın böyle."
(Demirtaş, 2012 yılında Nusaybin'de yaptığı bir konuşma nedeniyle suçlandığı 29 no'lu fezlekeye ilişkin savunma yapıyor.)
"Mahkeme benim konuşmamı suçu ve suçluyu övmek olarak değerlendiriyor ama, o günlerde olan biten şuydu; devlet yetkilileri Öcalan ile Erdoğan'ın talimatı doğrultusunda İmralı'da görüşüyordu. Bu görüşmeler henüz kamuoyuna yansımamıştı. Bazı arkadaşlarımız da açlık grevi yaparak, Öcalan ile görüşmelerin alenileşmesini istiyordu. Açlık grevindeki milletvekillerimiz başta olmak üzere tüm açlık grevi eylemcileriyle bir bir görüştük. Arkadaşlarımız, 'Bizler siyasetçiyiz. Bizi kumpaslarla tutukladılar. Şimdi kan gövdeyi götürüyor dışarıda. Evet siyaset yapmamıza izin vermiyorlar ama biz ölümleri duyuracağız, kararlıyız. Müzakere başlayana kadar da geri adım atmayacağız' diyorlardı. O dönemde parti genel merkezimiz, bu taleplerin hükûmet tarafından dikkate alınması için kamuoyu oluşturma kararı aldı. Aynı tarihlerde hükûmetle de görüştük. Temel hedefimiz, Türkiye'yi barış sürecine evriltmekti. O dönemde görüşme yaptığımız Sadullah Ergin de çaba sarf etti, hakkını teslim etmek lazım. Örneğin Sincan Cezaevinde açlık grevinde olan tutukluları bizzat ziyaret etti.
Yine o dönemde, Öcalan'ın kendi el yazısıyla Erdoğan'a gönderdiği bir mektup vardı. Bu mektup kamuoyuna yansımamıştı. Mektupta yeni bir barış süreci başlatmak istediğini, çok kararlı olduğunu, meselenin artık çözülmesi gerektiğini anlatmıştı. Biz de zaman geçirilmeksizin, açlık grevlerinde herhangi bir ölüm olmadan, konunun neticelendirilmesini istiyorduk. Hükûmet ise açlık grevleri devam ettikçe bunu yapmayacağını belirtiyordu. Hükûmet açlık grevleri baskısıyla adım atmayacağını belirtiyor, açlık grevi eylemcileri ise Hükûmet adım atmadan bırakmayacaklarını söylüyorlardı. Dolayısıyla bir sıkışıklık, bir tıkanıklık vardı. Bunun açmaya çalışıyorduk. Konuşmamda şiddete çağrı yoktur. Tam tersine kimse ölmesin diye, müzakereler başlasın diye herkesi meydan meydan mitinglere çağırdık. Direniş dediğimiz budur, zaten her yerde de bu direnişten söz ettik. En küçük bir şiddet de yaşanmadı, böyle bir suçlama da yok zaten. İddialar savcının uydurmasıdır. Savcı cemaatten soruşturma geçirmiş. Kendisini yönlendirenler, 'olası bir çözüm sürecinin önüne nasıl geçebiliriz'i tartışmışlar ve kendisini böyle yönlendirmişler.
Siyasetçinin önünü tıkamak, söz söylemeyi suç saymak, 'Sn Öcalan' demeyi terör propagandası saymak; barış süreci olsun, müzakere olsun demeyi terör propagandası saymak. Bunları yapmak şiddeti teşvik etmektir asıl.
O gün 100 bin kişilik miting yapılmış. Benden başka en az 10 kişi konuşmuş. Ben de konuşmuşum. Aşağı yukarı aynı şeyleri ifade etmişiz. Konuşmacılar Sn Öcalan demiş, müzakere olsun demiş ama bir tek bana fezleke hazırlanmış. İlginç değil mi?
Ben partime eş genel başkan olduğumdan bu yana, kesintisiz bir şekilde birileri beni, yargı eliyle durdurabilmek için azami çaba sarf etti. Neden Selahattin Demirtaş? Neden sadece Selahattin Demirtaş ile ilgili Emniyet rapor tuttu ve savcının önüne koydu? Halkımız nedenini biliyor. Kamuoyu nedenini biliyor. Hiç şüphem yok ki beni yargılayan üç hakim de en az benim kadar iyi biliyor. Ola ki Kürt sorununun barışçıl çözümünde Demirtaş, Kışanak, Yüksekağ siyasi inisiyatif alıp da şiddeti sonlandıracak girişimlerde bulunmasınlar, bunu akıllarına bile getirmesinler diye yapılmış baskılardır.
Bunlar bizi korkutma amaçlı olmanın ötesinde -korkmayacağımızı biliyorlardı- 'siz silah bırakılsın diyorsunuz, müzakere olsun diyorsunuz ama biz sizi konuşturmayız, haberiniz olsun' diyorlardı.Bunu bize demiş olmuyor, PKK'ye vermiş oluyorlardı. Subliminal mesaj. 'Ey PKK yöneticileri, bak biz sivil siyasetçiye bile siyaset yaptırmıyoruz, siz niye silahları bırakmayı düşünüyorsunuz ki' demiş oluyorlardı. Peki ben bunları uyduruyor muyum? Hayır. Bu konuşmayı yaptıktan bir kaç ay sonra, İmralı çözüm süreci başladığında ben de bir kaç defa Kandil'e gittim. Silah bırakılması tartışmalarında bizzat bulundum. İkna etmek için saatlerce konuştuğum günler oldu. Bana şunu söylüyorlardı: İyi de, gece gündüz soruşturmaya tabi tutuluyorsunuz. Siz bize silah bırakın sivil siyaset yapılsın diyorsunuz da siz bile yapamıyorsunuz, bir nasıl yapacağız? Onlara şunu söyledim; siyaset zordur, biz bu zorlukları göze aldık. Silahları bırakmanızı istiyoruz. Bu fezkeleler, savaş devam etsin diye yapılanlardır."
"Mahkeme heyeti, şu anda yürüttüğü yargısal faaliyetin, barış sürecinin hesaplaşması olduğunu bilerek yargılamayı sürdürmelidir. Barış süreci başarılı olsaydı o günden bugüne yaşanan hiçbir acı yaşanmayacaktı. Binlerce insanın canı kurtulurdu. Siyasetçinin işi, canların feda edilmesini izlemek değildir. Durdurmaktır, çözmektir. Biz bunu yapmaya çalıştık."
"Sırrı Süreyya Önder, hapiste. İdris Baluken, duruşma salonunun biraz ilerisinde, hapiste. Hakeza Pervin Buldan. Yüz yüze anlatmaya çalıştık. Hükümetin bilgisi ve çıkmış olan bir yasanın sağladığı güvenceyle bu görüşmeleri mi yapmak doğru yoksa pençe harekatı yapmak mı? Kimse ölmeden sonuç alınacaksa sorunu konuşarak, müzakere ederek çözmek daha erdemli bir tutum değil mi?
Siyasetçiler güvenlik personelinin, askerin, polisin kanı canı üzerinden siyaset yapamaz. Kürt siyasetçiler de Kürt gençlerinin kanı canı üzerinden siyaset yapamaz. Yapan alçaktır. Haysiyetsizdir. Biz onurumuzla çözmeye çalıştık. Yedi yıl sonra şimdi, savcı ve mahkeme bana soruyor, 'Sen bunu yaparken niye Sayın Öcalan dedin? Dolayısıyla terör propagandası yaptın. Öcalan'a neden sayın dedin?' Başka da bir şey yok."
"Bu fezlekede suçlandığım konuşmaya benzer içerikte bir konuşmayı 9 Ekim 2012 tarihinde Meclis grup toplantısında yaptım. 14 Şubat 2012 tarihinde yaptım. Orada da 'Sayın Öcalan ile görüşülmeli' dedim. Benzeri, 7 adet Meclis grup toplantısı konuşmam var. Bizler siyasetçiyiz. Siyaset söz üzerinedir. Söz söylerken, hitap şeklinden yola çıkarak terör propagandası yaptığımız şeklindeki iddialar yanlıştır. Ben de partim de hep barış için çalıştık. Bundan sonra da aynı düşünceleri kararlı bir şekilde savunacağımdan kimsenin şüphesi olmasın. Ben Öcalan'ın devreye girmesi gerektiğini halen düşünüyorum. Bu sorun silahsız, şiddetsiz bir şekilde çözülmelidir."
"Cumhurbaşkanı Erdoğan geçtiğimiz gün, 'Bize bir adım atana biz on adım atarız' dedi. Neyle ve kimle ilgili söylemiş olursa olsun. Kendisi demokratikleşme konusunda bir adım atarsa biz de kendisine on adım atarız. CHP, İyi Parti, MHP başta olmak üzere Parlamento dışındaki partiler de dahil, demokratikleşme ve barış konusunda inisiyatif üstlenirlerse biz onlara da on adım atarız. HDP de ben de seçmenlerimiz de, kim ki demokrasiden yana tutum alırsa onun yanında yer alma konusunda kararlı olacağız. Bütün partileri de dikkatle izlemeye devam edeceğiz. Biz ne Cumhur İttifakının ne de Millet İttifakının parçası değiliz. Demokrasinin yanındayız. Kim ki demokrasi konusunda samimi, ciddi, somut, hızlı adımlar atar ve yanında durursa biz seçmenlerimizle birlikte, o anlayışın gelişmesi için oraya doğru on adım atarız."
"30 no'lu fezlekenin düzenlenme tarihi de ilginçtir. Konuşmayı yaptığım tarihte değil, dokunulmazlıklarımızın kaldırılmasının Meclis gündemine taşındığı günlerde düzenlenmiştir. Görünen o ki savcı, siyasi gelişmeler neyi gerektiriyorsa ona göre hareket etmiş. Dört yıl sonra, dokunulmazlıklar tartışılırken birden bire bu konuşma [heykelini dikeceğiz] akıllarına gelmiş, arşivden çıkarmışlar.
Benim, "Öcalan'ın heykelini dikeceğiz" sözlerini söylediğim dönemdeki siyasi atmosferi hatırlamak lazım. İdris Naim Şahin İçişleri Bakanıydı. Sonradan, Cemaatçi olduğu gerekçesiyle görevden alındı.
Benim o sözleri söylediğim miting başlamadan önce, bir grup gencin elindeki Öcalan posterleri bahane edilerek, bütün kitleye copla, panzerle müdahale edildi. İnsanlara gaz sıkıldı, miting yapılamasın diye. Şöyle bir görüntü çıksın istediler; "Hükümet tam da Öcalan'ı ciddiye almak üzereyken, biz Öcalan posteri taşıyanlara sert müdahale edelim, Öcalan taraftarları buna büyük tepki göstersin." Çünkü bu, Erdoğan'a mal olacak, başbakan o.
"Cezaevlerinde açlık grevi yapanlar, Öcalan posterine karşı, gençlere yapılan sert müdahalelere tepki göstersinler açık grevlerini bitirmesinler." Tam da bu amaçla yapılmış bir müdahaleydi. Bunu 15 Temmuz'dan sonra anladı Türkiye de, biz onları o günden biliyorduk. Ben de bunun üzerine, işin doğrusu biraz da duygusal bir tepkiyle, "Biz daha Başkan Apo'nun heykelini dikeceğiz" diyerek, o kesimlere bir mesaj vermek istedim. Bu ülkeye barış gelecek -aslında o anda içimden geçen ve cümleye dökmediğim kısım buydu, keşke o cümleyi de kursaydım orada- ve bu ülkeye barış getirenlerin heykelini dikeceğiz demek istemiştim. oksa gerçekten heykel meraklısı değilim. İnsanların tabulaştırılmasından, tartışılmaz hale getirilmesinden, heykellerinin dikilmesinden de hazzetmeyen biriyim. Bu Öcalan için de geçerlidir, başkaları için de.
Halk arasında bir deyim vardır, "heykeli dikilecek insan" diye. Ankara'da bir bakan ile yaptığımız bir görüşmeden aklımda kalmıştı. Öyle görünüyor ki bu defa iş ciddi ve barış sağlanacak, bunu yapanların da heykeli dikilecek bu ülkeye. Hiçbir tereddüdüm yok, kesinlikle suç değil. Fakat bir siyasetçi olarak, yanlış anlaşılmaktan, kendi cümlemi kurarken yaptığım bir eksiklikten dolayı, üzüntü duydum. Seçimlerde videolarımı kullandılar da, gidip Öcalan'dan mektup aldılar. Getirip canlı yayınlarda okuttular. Bugünkü siyasi atmosferi gözettiğimde, savcı acaba suçlamayı değiştirip, "Öcalan'ın heykelini dikme sözü verdi, dikmedi. Dolayısıyla görevi ihmalden yargılanması gerekir" mi diyecek, merak ediyorum. İnsanlar sözlerimi eleştirebilirler. Öcalan'ın barış girişimleri sonuç almış olsaydı -mecazi anlamda ifade ediyorum- buna katkı sunan Erdoğan, bakanlar, bizler, Öcalan heykeli dikecek insanlar olarak tarihe yazılacaktık.
Yargı üzerinde baskıyla oluşturulmuş fezlekelerden biri de 10 no'lu fezlekedir. Çözüm süreci yasası kapsamında, Kandil'e gittiğimizde çekilmiş bir fotoğraftır. Çekildiğinde, yargıda suç olarak tartışılmamıştı. İmralı'da da fotoğraf çekilmişti, Öcalan ile. Kandil'de de KCK yetkilileriyle çekilmiştir. Kamuoyuna bu görüşmelerin ciddiyetini göstermek amacıyla, hükümet ile koordineli bir şekilde yansıtılmıştır. Fotoğraf çekilmesi siyasi olarak eleştirilebilir. Ama suç oluşturmaz. Kriminal bir tartışma konusu yapılamaz, yargılama yapılamaz. Yapılması gereken takipsizlik kararı vermekti, buraya kadar gelmemeliydi.
HDP Gaziantep Milletvekili Mahmut Toğrul, sosyal medya hesabından duruşma öncesi davayı Sincan'dan takip ettiğini duyurarak, "Bu davanın tüm delilleri çökmüş bir kumpas olduğu açığa çıkmıştır. Bu hukuksuzluğa bir an önce son verilmeli ve Demirtaş derhal serbest bırakılmalıdır" diye yazdı.
TIKLAYIN - AİHM: Demirtaş'ın ceza alması ifade özgürlüğüne aykırı
TIKLAYIN - Selahattin Demirtaş: Anlatacaklarımın tamamı gerçek ve çok önemli...
© Tüm hakları saklıdır.