17 Eylül 2012 11:59
Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu, "19. yy ideolojisi olan ulusçuluk Avrupa’da feodalite ile bölünmüş yapıları bir araya getirip ulus devletleri doğurdu. Bizde ise tarihten gelmiş organik yapıları dağıtarak geçici ve suni karşıtlıklar ve kimlikler ortaya çıkardı. Hepimizin bu ayrıştırıcı kültürle hesaplaşma zamanı geldi" dedi.
Hürriyet gazetesinden Cansu Çamlıbel'in "Biz bu rüyayı terk etmeyiz" başlığıyla yayımlanan (17 Eylül 2012) Ahmet Davutoğlu söyleşisi şöyle:
Her hafta başında geniş bir yelpazeden farklı bir isimle gündemi yorumlayacağımız söyleşilere, günümüz Türk dış politikasının mimarı Ahmet Davutoğlu ile başlıyoruz. Ankara’daki resmi konutundaki buluşmada Davutoğlu kendisini hedef alan eleştirileri meydan okuyan bir tonda yanıtladı. En önemlisi de bugüne kadar fazla girmediği iç politikanın en kritik dosyası olan Kürt meselesine dair görüşlerini açıkladı.
900 kilometrelik sınırın Türkiye tarafı sıkıntılı. Başta Suriye’den kaçanlara son derece merhametli yaklaşan bölge insanının ruh hali tepkiye dönüştü gibi duruyor?
Bu ‘dönüştü’ ifadesine katılmıyorum. Hatay ve sınır illerimiz sınırın öte tarafındaki insanlarla tarih boyu birlikte yaşamış. Bir kader birlikteliği var, orada bir duvar yok. Büyük çoğunluğu kadın, çocuk ve eli silah tutmayan yaşlı erkeklerden oluşan bu insanlar sınırımıza doğru geldiklerinde ne yapmamız beklenirdi? Olabilecek muhtemel riskler dolayısıyla ‘kardeşim siz bulunduğunuz yerlerde öldürülün, tecavüze uğrayın ama ben risk alamayacağım’ mı diyecektiniz.
Tabii ki 80 bin insanı bir bölgeden bir diğerine, aynı vilayet içinde bile bir ilçeden bir diğerine götürseniz bir takım uyum problemleri çıkar.
Biliyorsunuz bir çok BM ve diğer uluslararası kuruluşların yetkilileri kamplarımızı ziyaret etti. Son olarak da BM Mülteciler Yüksek Komiseri Antonio Guterres ve Angelina Jolie BM mülteciler özel temsilcisi geldi. Ürdün’e de gittiler başka kampları da gezdiler. Türkiye’deki kampları da gördüler ve bize kamplarımızın standardı konusunda sebebiyle teşekkür ettiler. Biz mi telkin ettik bunların söylenmesini?
Eleştiriler daha çok Apaydın Kampı ve direnişçilerin Türkiye’de silahlandırılması üzerinden yapılıyor. ‘Nasıl olur da başka bir rejimi yıkmaya yönelik askeri harekatı buradan koordine ederiz?’ diye soruluyor. Sonuçta Apaydın’a CHP gitmedi ama giden MHP’li vekiller de lojistik üs olduğu yönünde izlenim edindiklerini söyledi.
Bunu MHP’liler mi söyledi?
Evet, insan hakları Komisyonu’nun MHP’li üyesi. Dolayısıyla eleştirilerin temel noktası sığınmacıları niye alıyoruz değil Esad karşıtlarına verilen askeri destek. Bunu Batı basını da çok işliyor.
Apaydın Kampı ile ilgili açık bir provokasyon var, bilgiye dayanmayan yorumlar var. Dümdüz bir alan. Saklı gizli bir yer değil. Etrafta yüksek bir merdivene çıksanız kampın içini görürsünüz. Google Earth’e baksanız detayına kadar görebileceğiniz bir kamptır. En yakın köye mesafesi 1.5 kilometre. 130 dönümlük bir alanın içinde 40 dönüm idari alan, mültecilerin kaldığı yer 90 dönüm. Bu alanda 2994 kişi kalıyor. Bunlar asker kökenli oldukları için güvenlik gerekçesiyle özel olarak o kampta tutulmaları lazım. Ayrıca bu kamptakilerin çocukları ve hanımları da yanlarında. Bir kişiye yaklaşık 30 metrekarelik alan düşüyor. Böyle bir ortamda nasıl silah eğitimi verilir? Birisi sapanla taş atsa başka bir insana çarpar. Bunun mantığı var mı? Bütün bunları bilebilecek olmalarına rağmen Sayın Kılıçdaroğlu ve ekibi niye kendi ülkesini ihbar eder gibi konuşuyor?
Madem öyle siz neden CHP’li vekiller ilk gitmek istediğinde izin vermediniz?
Bugün CHP Genel Merkezi’ne bile gitmek isteseniz önceden haber edersiniz, sizi karşılarlar. Bir kuralı vardır. Siz yanınıza dört beş basın mensubu alıp tamamıyla şov maksadıyla gitmeyi nasıl açıklarsınız? O kampa oradakilerden izin alarak giriliyor. Oradakiler sıradan insan değil ki rejimden kaçmış generaller var.
Siz onların kimliklerini sakınıyorsunuz ama Riyad El Esad başta olmak üzere oradaki bazı adamlar kendileri Youtube’a görüntü yüklüyor.
Onlar kendileri bazı kararlar alıp uygulayabilir ben ona karışamam. Mülteci bölgesi açık hava hapishanesi değil ki. Tabi ki dünyanın en önemli olaylarının döndüğü yerle ilgili bazı ilgiler uyanacak. Kaldı ki oraya Meclis İnsan Hakları Komisyonu’na kadar hiçbir siyasi gitmedi, ben de gitmedim. Orada şüphe uyandıracak hareketler nasıl yapabiliriz? Düşünün şimdi 3 milletvekili, ertesi gün başka biri, ertesi gün bir STK gelse oradaki güvenliği biz nasıl sağlarız? Şimdi gittiler işte ama biz nasıl her talep edene açabiliriz kampları? Geçen sene Harmuş isimli bir asker bir görüşme sonrasında kamptan ayrıldığı ve kaybolduğu ve daha sonra da Suriye’de öldürüldüğü için büyük zan altında kaldı Türkiye. Bütün bunlar yaşanmışken biz niye risk alalım? Hangi CHP milletvekili sivil kamplara girmek istemiş de izin alamamış? Sizin bütün derdiniz Beşar Esad’ı haklı çıkartmak mı? Esad Türkiye’ye karşı ne argüman kullanıyorsa Kılıçdaroğlu içerde aynı argümanı kullanıyor. Bizim politikamıza muhalefet edenler Esad’ın PKK’ya destek verdiğini kabul ediyor. Dönüp Beşar Esad’a niye PKK’ya destek veriyorsun diye sormak yerine Türkiye’ye dönüp Beşar Esad ile niye dost olmadın diye soruyor. Bunun vatanperverlikle ne alakası var?
Beşar Esad bütün bunları Osmanlıcı bir motivasyonla yaptığınızı ileri sürüyor.
Boşnakları katlederken Miloseviç’in kullandığı argümanların hepsini bugün Beşar Esad kullanıyor. Bakın burada 1 Mart 1993 tarihli bir röportaj sizin gazetenizde. Başlığa bakın Osmanlı ruhu bizi tehdit ediyor diyor Miloseviç. Bugün Beşar Esad ve bazı çevreler de Yeni Osmanlıcılık diye bizi suçluyor. Aliya İzzetbegoviç’i sorumlu tutuyor ve Özal’a fundamentalist diyor Miloseviç o gün. Özal’a fundamentalist denmesiyle bugün bize, Sayın Başbakana İslamcı, Sünni politika takip ediyor denmesi paralel bir zihniyet. Esad’ınki de bugün aynı taktik. Hak arayan halk terörist ve Türkiye suçlu. Sıkışan bu argümanlara sarılıyor. O zaman da bu tür görüşler Türk basınında yer bulabiliyordu, bugün de buluyor.
Gazeteci herkesle konuşur ama...
Konuşur konuşur da attığınız manşetin toplumsal karşılığını görmeniz lazım. Ben niye Miloseviç ile röportaj yapıldı demiyorum ama bu yolla yapılana bir propaganda faaliyetine de zemşn hazırlamamak lazım. Peki kim haklı çıktı? Tarih bugün Miloseviç’i nasıl yargılıyor, Aliya İzzetbegoviç’i nasıl yargılıyor? Geçmişte Miloseviç’in yanında duranlar sonra özür dilemek zorunda kaldılar. Şimdi de Esad’ın yanında duranlar, tarihin önünde de Suriye halkının önünde de utanacaklardır. Ortadoğu’da hiçbir yerde sokağa çıkamazlar. Burada şunu da söylemem, hakkını teslim etmem lazım. O dönemde Sayın Baykal Yugoslavya sosyalist olmasına rağmen bazı aydınlarla Bosna’ya gidip bu zulmün karşısında durmuştur. O gün Sayın Baykal bunu yapabilmiş, bugün ise Sayın Kılıçdaroğlu ideolojik akrabalığı nedeniyle Suriye halkının karşısında Esad’ın yanında yer alıyor. Ama öbür yandan Sosyalist Enternasyonal’den çıkan metnin Suriye’yle ilgili bölümü benim altına imza atacağım bir metindir. Bizim Ak Parti olarak takip ettiğimiz politikayı tarif ediyor. Şimdi kendisi Sosyalist Enternasyonal Başkan Yardımcısı. Bu ne riyakarlıktır. Ya bu metni okumadı ya da Türkiye’de başka orada başka konuşuyor. Aynı metnin Kürt sorunuyla ilgili bölümü ise tam bir yüz karası. Buna sadece itiraz etmiştik diye geçiştiremezsiniz. Her hangi bir Türk siyasetçinin Kürt sorunuyla ilgili o metnin kabul edildiği salondan derhal çıkması gerekir. Nitekim geçmişte benzer durumlar da böyle davranılmıştı. CHP toplumsal zemini güçlü bir ana muhalefet partisi kimliğinden uzaklaşıyor ve marjinal bazı grupların etki alanına giriyor.
Rejim değişen ülkelerde Müslüman Kardeşler ekolünü desteklediğiniz yönünde bir kanaat var. Sünnicilik yapıyor musunuz?
Söz konusu bile değil. Kuzey Afrika’da Mısır, Tunus, Libya, Fas zaten hemen hemen tümüyle Sünni ülkeler. Mısır’da Tahrir’deki halk da Sünniydi, Mübarek de Sünniydi. Bin Ali’ye Kaddafi’ye Sünni oldukları için onlara sahip mi çıktık? Beşar Esad’ın 2004’te Lübnanlı Sünni bir lider olan Refik Hariri’ye suikast ile suçlandığı dönemde biz niye Suriye ile ilişkileri geliştirdik? Sünnicilik yapacak olsak, İhvan’ı destekleyecek olsak o zaman yapardık. Beşar Esad geçmişte Sünni idi de şimdi mi Nusayri oldu? Biz Nusayri olduğunu bile bile iyi komşuluk ilişkileri geliştirdik.
Peki ya İran? Tahran yönetimi bugün Şii kartını kullanarak sizi ikili ilişkileri savunamayacağınız bir noktaya itmiyor mu?
Türkiye İran ilişkilerine de geliriz. Ama bu mezhep meselesinde bir şeye dikkat çekmek istiyorum. Bu iddiayı ortaya atan kim? Beşar Esad. Sonra da ondan alarak kullanan muhalefet ve bir kısım uluslararası medya. Devlet geleneğimizde bu yok. Bizim de Ak Parti hükümeti olarak siyasi kültürümüzde bu yok. Sırf Ak Parti’yi ve hükümetimizi yıpratmak, stratejik derinlik ve komşularla sıfır sorun kavramlarını geçersiz kılmak için Türkiye’nin mezhepçilik yaptığı iddiasını ortaya atıyorlar.
Böyle mi hissediyorsunuz... sizi ve ‘stratejik derinlik’ teorinizi hedef aldıklarını mı hissediyorsunuz?
Yazılanlar da bu öne çıkıyor. Ama asıl bu kavram üzerinden hükümetimizin başarılı dış politika çizgisini yıpratmak, tahrip etmek istiyorlar.
Hatta hükümetin değil Davutoğlu’nun dış politika anlayışı deniyor sıklıkla.
Ben hiçbir zaman çıkıp da bunlar Davutoğlu politikası demedim, ‘Stratejik Derinlik’ politikası da demedim, eleştirenler bu şekilde eleştiriyorlar. Bu Ak Parti ile birlikte gelen hükümetlerin yürüttüğü bir politikadır. Bu politika Türkiye Cumhuriyeti hükümetinin politikasıdır. Ama bana yüklenerek politikayı şahsileştirme çabası var. Bir eksiklik, hata, suç varsa onu şahsileştirme güya. Bu dokuz yıldır süre geliyor. Bazen eksen kaydırıyorum diye suçlanırım, bazen Amerikan karşıtlığıyla.
Son dönemde de Amerika’nın taşeronu diye...
İşte bazen de başka şekilde. Bir kere bir insan; ister akademisyen ister bakan olsun, eğer herkes tarafından övülüyorsa iki ihtimal vardır. Ya bu insan riyakardır, herkese duymak istediği şeyi söylüyordur ya da burası otoriter bir rejimdir. Ben herkes tarafından takdir edilmeyi beklemiyorum. Aksine demokrasinin gereği eleştirilmeyi çok doğal ve sağlıklı buluyorum. Bazen benim için en fazla eleştirel yazılar yazanları telefonla arayıp konuşuyorum.
Yazarlardan kimi aradınız mesela en son?
Onu dersem o zaman öbürlerini de söylemem gerekir. Ama uzun sohbetlerde görüşlerini aldığım insanlar oldu. Eleştiren kişi kendi içinde tutarlı ise ben onu ciddiye alırım. Ama bazılarının ne istediği belli değil. Beşar Esad gitsin mi, kalsın mı? Kapımıza gelen Suriyelileri alacak mıyız, hayır gelmeyin mi diyeceğiz? Siz ne diyorsunuz onu söyleyin. Birleşmiş Milletler’de İran’a yaptırımlara hayır dediğimizde İrancı oluyoruz, eksen kayıyor, Suriye’de Beşar Esad’a artık yeter dediğimizde sünnicilik yapıyoruz, Batı yanlısı oluyoruz. İsrail’le ilişkiler bozulduğunda İsrail karşıtı Orta Doğucu diye etiketliyorlar, NATO’da füze savunma sistemini onayladığımızda İsrail’in güvenliğini sağlamakla eleştiriyorlar ve tüm bu eleştirilerin hepsi hep aynı yerlerden geliyor. Bir karar verin artık. Onlara göre her koşulda Ak Parti politikası iflas ediyor, Türkiye ise mutlaka kaybediyor. Ona yakın uluslararası zirveye evsahipliği yaptığımız Haziran ayında Türk dış politikası çöktü ifadeleri ile eleştirinin çok ötesinde hakarete varan yazılar bir kampanya şeklinde kaleme alınıyorsa bu objektif ve tesadüfi bir eleştiri olarak görülemez. Azerbaycan, Ukrayna, Mısır, Rusya, Bulgaristan ve Yunanistan ile yüksek düzeyli işbirliği konseyi mekanizmalarının işlediği Gürcistan ile pasaportların dahi kalktığı şu günlerde bizden ve politikalarımızdan bağımsız olarak gelişmiş Suriye krizinden hareketle komşularla sıfır sorun ilkesinin çöktüğünü büyük bir mutluluk içinde ilan edenlerin iyi niyetinden bahsedilebilir mi.
Niye sizi hedef seçtiklerini düşünüyorsunuz?
Burada mantıksal bir tutarlılık yoksa siyasi art niyet vardır. Son dönemde bakıyorum hiç dış politika yazısı yazmayanlar bile bu argümanları alıp dış politika yazarı oldular. O zaman bir koro var burada. Bir plan dahilinde bizim ortaya koymak istediğimiz dış politika zihniyetini yıkmak isteyen bir koro var. Ben şimdi bu koronun şefi kimse o şefe sesleniyorum; bizi yıldıramazsınız. Dokuz yıl içinde Türkiye dış politikada bir zihniyet devrimi yaşadı. Hani benim için gençlik rüyalarını görüyor diyorlar ya, bunları bir zamanlar sosyalist olup da bugün rüyalarını kaybedenler söylüyor. Değişik ideolojilere mensup olsak da bizim neslin, 60lı 70li yıllarda üniversite hayatını yaşamış neslin zihninde hep daha farklı bir Türkiye, daha farklı bir dünya algısı vardı. Türkiye algısının temeli kimseye muhtaç olmayan, bağımsız, vakur, bir ülke. Solcusu da sağcısı da İslamcısı da ... Kimisi buna büyük doğu diyor, kimisi tam bağımsız Türkiye diyor, kimisi Büyük Türkiye diye kavramsallaştırmıştır. Dünya için de sömürüye, baskıya, dayatmaya karşı eşitlikçi ve adaletçi düzen kurmak. Şimdi biz aslında bu iki özlemi var olan dünya realitesine taşımak istiyoruz. Fakat zihnimizde hep bu özlem, bu rüya var. Bizim politikalarımıza karşı çıkanlarda o rüyaları kaybetmenin psikolojik etkileri olduğu kanaatindeyim. Biz ise kim ne derse desin bu rüyayı bu özlemi terk etmedik, terk etmeyeceğiz. Martin Luther King’in bir Amerikan rüyası olmasaydı Obama başkan olamazdı. İki nesil sonra güçlü Türkiye’nin vakur vatandaşlarına vicdanın egemen olduğu bir dünya bırakmak için bizim bu rüyalarımızdan hiç kopmamamız lazım. Bizim bu rüyalarımıza karşı eyyamcılık teklif edenler var. Türkiye’yi etkilemesi kaçınılmaz olan gelişmeleri yönlendirme çabalarına karşı ‘bize ne’ diyenler aslında Türkiye’nin etrafına duvar örülebileceğini zanneden ve Türkiye’yi bu teknoloji çağında kendi içine kapatmaya çalışan statükocu bir zihniyetin savunucularıdır.
Size yakıştırılan Yeni-Osmanlıcılık da gençlik rüyanız mıydı?
Benim rüyamdı Balkanlarda Boşnak ve Sırp bakanları biraraya getirmek. Kafkasya, Ortadoğu’da birbirleriyle çatışan grupları, Orta Asya’da aynı kültür havzasının mensupları olan toplulukları bir araya getirmek, açlık ve sıkıntılar içinde yaşayan en az gelişmiş ülkelerin mazlum insanlarına elimizi uzatmaktı. Saraybosna’yı yıllarca rüyasında gören bir insan olarak Saraybosna’da Sırp ve Boşnak bakanları bir araya getirdiğimde rüyamı gerçekleştirmekten büyük mutluluk duydum. Suriye ile İsrail arasında yıllarca süren çabalar sonucunda dolaylı görüşmeleri yürüttüğümüzde de, gerçekleştirilmesi imkansız görülen Tahran anlaşmasını imzaladığımızda da aynı barış rüyası ile hareket ettim. Şimdi düşünün İsrail’in saldırıları ile Suriye-İsrail görümleri akamete uğramasaydı, ya da Tahran anlaşması hayata geçirilseydi bugün nasıl bir bölgede yaşıyor olurduk. Bunların gerçekleşmemesinin sorumlusu biz miyiz? Yine ben evet bir Türk olarak, Orta Asya’da o kadar çabadan sonra bir Türk Konseyi’nin kurulmamış olmasının eksikliğini duyuyordum. Bugün bu konseyin her toplantısına katıldığımda eksik bir halkanın tamamlandığını hissediyorum. Cengiz Dağcı’nın cenazesini bizzat Kırım’a defnetmek benim için onur vesilesi oldu. Geçen sene En Az Gelişmiş Ülkeler Zirvesin gerçekleştirdiğimizde de, Somali ve Arakan’a giderek mazlumlarla kucaklaştığımızda da evet bütün insanlık için adalet arayan bir rüya adına hareket ediyorduk. Osmanlı’nın hiç egemen olmadığı Orta ve Güney Afrika’da, Latin Amerika ve Uzak Asya’da üç yıl içinde otuzu aşkın büyükelçilik açarken ülkemiz adına geliştirdiğimiz rüyalarımızdaki yıllarca ihmal edilen eksik halkaları tamamlıyorduk. Bunlara Yeni-Osmanlıcılık diyorlarsa bu onları bağlar beni değil. Şimdi bizi eleştirenler ne yapmak istiyorlar? Diyorlar ki; diz çökün, unutun bu zihniyet devrimini, bu özgüveni, deyin ki ‘hata yaptık’.
Sizi şahsen hedef alanlar da parti içinde ikilik yaratmaya yönelik bir niyet görüyor musunuz?
Ben kendi başına bir Dışişleri Bakanı değilim, Başbakanımızın kurduğu kabinenin bir üyesiyim, o ekibin bir parçasıyım. Başarı da bütün hükümetimizindir, eksiklik varsa o da hepimizindir. Tabi dış politikada eksiklik varsa bunun muhasebesini de üstlenen ve her türlü soruya cevap vermesi gereken de benim. Ama eleştirilerdeki edep eksikliğinin amacı haysiyet cellatlığı. Bu kadar tutarsız eleştiriler yapılırken bize Fatin Rüştü Zorlu’yu hatırlatanlar bile çıktı. Bunun artık bir eleştiri niteliği yok kasıtlı bir siyasi operasyon niteliği var. Bir kere Zorlu bir demokrasi kahramanıdır ve demokrasi yolunun bedelini de canıyla ödemiştir. Biz de bu yola çıkarken bu bedeli ödemeye hazır olarak çıktık.
Bir ara epey de dedikodu çıktı istifaya hazırlanıyorsunuz diye.
İşte siz de dedikodu diyorsunuz. Niye ciddiye alalım.
Hiç bunu düşündünüz mü?
Yok, söz konusu değil. Ben daha önce başdanışman iken akademik hayata dönmek için birkaç kez Sayın Başbakandan izin istedim. Ama hiçbir zaman üzerime aldığım bir görevi hakkıyla yerine getirmek dışında bir kaygım, düşüncem olmaz. Bu tür eleştirilerle bizi yıldıramazlar.
O zaman 30 Eylül’deki Ak Parti Kongresi’nde de bir görev değişikliği beklemiyorsunuz?
Dışişleri Bakanı olmam benim iradem değildi, Başbakanımızın ve partimizin iradesiydi. Şimdi de ben kendimi bir yerde baki, daimi görmem hiçbir zaman. Bulunduğunuz koltukta daima kalacağınız hissine kapıldığınız anda koltuk misyondan daha önemli hale gelir. Böyle bir duygunun oluştuğunu hissettiğim an bu koltuğu bırakırım.
İki üç yıl içinde Türkiye’nin siyasal sisteminde de değişiklik olacak gibi. Başbakanın Çankaya Köşkü’ne çıkma iradesini de anlıyoruz çeşitli vesilelerle. İç tüzüğünüze göre üç dönem vekillikten sonra biraz dinlenecek olan arkadaşlarınız da var. Bu resme bakılınca ciddi bir aday olarak görünüyorsunuz.
Söyledim ben Dışişleri Bakanlığına istekli ve planlı gelmedim. Doğal şartlar sonucunda yıllarca biriktirdiğim ilmi müktesebat ve Sayın Başbakanın teveccühü ile bu görevi yürütüyorum. Nasıl başdanışmanlık görevini yürütürken zihnimin ucundan başka bir şey geçmediyse şimdi de başka bir plan içinde olmam, olmayı da zul addederim. Ne buna göre bir hesap yaparım, ne de kaderin akışı içinde benim omuzlarıma yüklenen sorumluluk dışında herhangi bir şey düşünerek zihnimi yorarım. Şu anda zaten Türkiye’nin geleceğini ilgilendiren o kadar önemli meseleler var ki, bu arada zihnimin bir dakika için bile şahsi bir hesap için meşgul olmasını ahlaki olarak büyük bir zaaf olarak görürüm.
Beş kelime ile ‘Yeni Türkiye’yi nasıl tanımlarsınız?
Beş kelime değil de altı ilke ile cevap vereyim. Bir; Toplumsal özgüven, İki; insan haklarına dayalı özgürlükçü bir anayasal çerçeve, üç; Doğu’nun erdemini Batı’nın rasyonalitesi ile birleştiren kültürel rönesans. Dört; farklılıkları içselleştirici ve harmanlayıcı yeni bir siyasal kültür ve düzen, Beş; verimliliği sosyal adalet anlayışı ile sentez eden sürdürülebilir bir ekonomik kalkınma, Altı; bütün bunlara dayalı uluslararası alanda etkin ve sözü geçen bir küresel güç.
Biraz somutlaştıralım. Mesela bahsettiğiniz siyasal yapı yenilenmesinin sonunda Türkiye bazılarının iddia ettiği gibi bir ılımlı İslam ülkesi mi oldu?
Bir kere ülkeleri böyle tanımlamak doğru değil. Bu tanımın baştan kendisi yanlış.
Batı’nın öteden beri ülkeleri kendilerine göre terminolojilerle tanımlamak gibi bir eğilim yok mu? ABD bunu yaptı.
Siyasi akımlar için kullanır da ülke için nasıl kullanılacak? Başkan Bush döneminde Amerika’daki dini eğilimler daha yüksek diye Amerika radikal Hıristiyan Amerika oldu da, Obama gelince ılımlı Hıristiyan mı oldu? Böyle bir tabiri Amerika için mazur görüyor muyuz? Ya da İsrail’de Netenyahu işbaşındayken radikal Yahudi, onun yerine İşçi Partisi geldiğinde ılımlı Yahudi bir ülke mi oluyor? Hıristiyanlar için Yahudiler için kullanılmayan bir tabir niye Müslüman ülkeler için kullanılıyor?
Sizin kafanızdaki ‘Yeni Türkiye’ Kürt meselesini nasıl çözmüş bir Türkiye olacak?
Öncelikle temel tespit yapmak lazım. 19. yy ideolojisi olan ulusçuluk Avrupa’da feodalite ile bölünmüş yapıları bir araya getirip ulus devletleri doğurdu. Bizde ise tarihten gelmiş organik yapıları dağıtarak geçici ve suni karşıtlıklar ve kimlikler ortaya çıkardı. Hepimizin bu ayrıştırıcı kültürle hesaplaşma zamanı geldi.
Ulusçuluk Avrupa’da bütünleşmeyi bizde bölünmeyi getirdi demek istiyorsunuz.
Evet. Bununla hesaplaşma zamanı gelmiştir. Herkesin toplumsal kültürel kimliği, dili başlı başına insanlık birikimi açısından değerlidir. Ama bu bölünme değil birleşme vasıtası olarak değerlendirmeli ortak aidiyet bilincini güçlendirecek şekilde yorumlanmalıdır. İki yüzyıl önce şehirlerimizde mahallelerimizde iç içe yaşayan Türkler, Ermeniler, Araplar, Rumlar, Arnavutlar ve daha bir çok farklı etnik ve dini kimlik bugün bu organik yapıdan koparılmış durumda. Yeni kopuşlara izin vermememiz gerek.
Peki yeni kopuşlara izin vermeden bu meseleyi çözmenin formülü nedir?
Kürt sorunu iki temelde ele alınabilir. Tarihin derinliğine kadar giden kadim birliktelik ve modern bir devletin eşit vatandaşları olma bilinci ve hakkı. Bugün ortak aidiyetimizin temeli bu iki esastır. Yani tarihdaşlık ve vatandaşlık. Birincisini PKK sarsmaya çalıştı. İkincisi ise 12 Eylül yönetimi ve sonrasında yapılan hatalar sebebiyle sarsıldı. Birincisinden kastım, kadim beraberlik PKK’nın ayrıştırıcılığıyla sarsılıyor. 12 Eylül dönemi başta olmak üzere geçmişte yapılan yanlış uygulamalar, eşit vatandaşlık temelinde olması gerekenlerin yapılmaması da bir travma yaşattı. Şimdi bizim siyaset anlayışımız bir yandan bu kadim birlikteliği tahkim etmeyi, diğer yandan devletin eşit vatandaşları bilincini de özgüvenini de tüm vatandaşlarımıza vermeyi amaçlıyor. Bu iki unsur temel alınarak her türlü fikir tartışılabilir. Ben bu anlamda salt bir Kürt sorunu olmaktan çok yeni bir zihniyet oluşturma sorunu olduğu kanaatindeyim. Kürtlerin de Türklerin de Balkan, Kafkas ve Ortadoğu milletlerinin de bu yenilenmeye ihtiyacı var. Türkiye bu yenilenmenin merkezi olabilir. Onun için de dışlayıcı mahkum edici bir dil yerine içselleştirici ve harmanlayıcı bir söylemi benimsememiz gerek. Ben tüm dillere olduğu gibi Kürtçe’ye de çok ilgi duyuyorum Vaktim olsa ilk yapacağım işlerden biri bu bölgedeki tüm dillere olan kulak aşinalığımızın üzerine Kürtçe öğrenmek olurdu. Bu dillerin Arapça’nın, Farsça’nın Türkçe ile iç içe geçmişliği bile aslında toplumlar olarak ne kadar iç içe olduğumuzu ortaya koyuyor. Türkiye’nin zaafı gibi görünen şey aslında onun üstünlüğü. Türkiye hala bütün bu parçalanmış kimlikleri birleştirebilecek yegane merkezdir.
Suriye’deki gelişmeler kuzeyde Irak tipi bir Kürdistan bölgesinin kurulması ile sonuçlanırsa bu Türkiye’nin kendi Kürt meselesini nasıl etkiler?
Yöntem esas kadar önemlidir burada. Suriye’de bütün Suriye vatandaşlarını temsil eden mecliste bir araya gelir ve karar verir. Peki Türkiye’de böyle değil mi? Anayasa Komisyonu’nda Ak Parti hükümeti bu kadar büyük bir çoğunluğa sahip olmasına rağmen diğer bütün partilere dörder kişi eşit şartlarda temsil edilmeyi kabul etmedi mi? Ne talep ediyorsanız o komisyonda talep edersiniz. Siyaset müzakereyle taleplerin hayata geçirildiği yerdir. Oralarda talep edersiniz, bütün ülkeyi kuşatacak şekilde. Size meclisteki temsil oranınızın çok üzerinde, yüzde 25 olarak Anayasa Komisyonu’nda temsil hakkı verilmiş. Bu siyasal kanallar açıkken burada talep etmek yerine silaha başvuran kesimlerle kucaklaşmaya başlarsanız burada yöntemde bir sapma var demektir ve bunun demokrasi ile izah edilebilir bir tarafı yok. Başka ülkelerde bütün yollar kapanmışsa olur olmaz ama Türkiye’de bütün kanallar açıkken hala birilerinin silahı bir yöntem olarak kullanmasını mazur göstermek bir siyasetçiye yakışmaz.
Seçilmiş milletvekillerinin dokunulmazlıklarının kaldırılması demokrasiye yakışır mı?
Başbakanımızın orada söylediği çok açıktır. Tercihinizi yapın. Zemin belli. Bu temel bir sorudur. Bugün gerçekten BDP’liler kendilerine her türlü kanalın açık olduğu, parlamenter sistem içinde her türlü tartışmayı özgürce yapabildikleri bir zeminde siyaset yaparak kendi taleplerini gündeme getirmek mi yoksa Gaziantep’te olduğu gibi sivil vatandaşlarımızı da öldüren terörün içinde yer almak mı istiyorlar? Bu tercihin yapılması lazım.
Hayata dair bir pişmanlığınız var mı?
Yürüttüğüm görevin hassasiyeti sebebiyle akademik yayınlarıma ara verdim. Bazı kitaplarımın çevirilerine izin vermedim ama şimdi geriye baktığımda bunun çok da doğru olmadığını düşünüyorum. Pişmanlık demeyeyim ama iki şeye üzülüyorum. Birincisi, akademik yayınlarımı geciktirmek. Bir çok kitap projemi ertelemiştim. İkincisi de, o dönem özellikle başdanışmanlığımın ilk yıllarında büyüme çağında olan çocuklarıma daha fazla vakit ayırmamış olmak.
Yeniden dünyaya gelseniz hangi mesleği seçerdiniz?
İnsanın varoluşuna anlam katan her türlü meslek kutsaldır ve mesleğin tek bir ölçüsü insana mutluluk vermesidir. Ama benim için her zaman hocalık ayrı bir öneme sahip. Yetişmiş bir talebemi gördüğümde ya da çok eski bir makalem önüme geldiğinde ömrümün bereketlendiğini, ölüm sonrasında da hayata geçecek bir tohum attığımı düşünürüm. Hiç bir şey bana dolu bir sınıf ya da kitaplarla dolu bir oda kadar mutluluk vermez.
Tamamen kendinize ayıracağınız net 24 saatiniz olsa okumak dışında ne yaparsınız?
Zihnimin ruhumla bulaşabileceği bir ortamda aralıksız tefekkür ve muhasebe.
© Tüm hakları saklıdır.