01 Ağustos 2017 23:16
Cumhuriyet'in Genel yayın Yönetmeni ve İcra Kurulu Başkanı dâhil yazar, çizer ve yöneticileri "terör örgütüne üye olmamakla birlikte örgüt adına ve anayasal düzene karşı suç işlemek" iddiasıyla 31 Ekim 2016'da gözaltına alındı, 5 Kasım'da tutuklandı.
Milli Mücadele'ye katılarak Anadolu'da Yenigün adıyla Ankara'da yayımlanan, cumhuriyetin ilanının ardından 7 Mayıs 1924'ten itibaren Atatürk'ün isteğiyle İstanbul'da Cumhuriyet adıyla kurulan Türkiye'nin en eski ulusal gazetesi, Ergenekon davaları sürecinin ardından, bu kez o davalarda kumpas kurmakla suçlanan "FETÖ" davaları kapsamında da sanık sandalyesine oturtuldu.
Gözaltılardan 9 ay, iddianamenin hazırlanmasından 3 ay sonra (24 Temmuz 2017)'de başlayan davada mahkeme heyeti, Cumhuriyet İcra Kurulu Başkanı Akın Atalay, Genel Yayın Yönetmeni Murat Sabuncu,Yayın Danışmanı ve yazar Kadri Gürsel ve muhabir Ahmet Şık ile Twitter’da "Jeansbiri" adlı hesabı kullandığı iddia edilen Kemal Aydoğdu'nun tutukluluk hâlinin devamına hükmetti. Mahkeme, ara kararında Cumhuriyet Vakfı Yönetim Kurulu üyeleri Bülent Utku, Önder Çelik, Cumhuriyet Vakfı Danışma Kurulu Üyesi Avukat M. Kemal Güngör, yazar Hakan Kara, Okur Temsilcisi Güray Öz, Kitap Eki Genel Yayın Yönetmeni Turhan Günay ve çizer Musa Kart'ın, 28 Temmuz 2017’de tahliyesine karar verdi. Duruşma, 11 Eylül 2017'ye ertelendi. Tahliyelerine karar verilen yedi kişiye yurt dışına çıkış yasağı getirildi.
"92 yıllık tarihinin en sıkıntılı dönemlerinden birini yaşayan Cumhuriyet'in hedef olduğu davada ve gazetede neler oluyor” sorusuna yanıt bulmak için Cumhuriyet Vakfı Yönetim Kurulu Başkanı Orhan Erinç'in kapısını çaldık.
Gazetenin sahibi konumundaki vakfın başkanı olarak Cumhuriyet'in "imtiyaz sahibi" olan ve kendisi de aynı davada tutuksuz olarak yargılanan Erinç, dava sürecinde gazetede yaşananlara değinirken, “Benim açımdan biraz zorlayıcı oldu. Çünkü, birinci imza olarak dışarıdaki tek kişi bendim. Bir ölçüde Cumhuriyet’te ikamete memur edildim. Çünkü, bir yazışma yapılacaksa, bir ödeme yapılacaksa, bir tahsilat yapılacaksa, benim imza atmam gerekiyordu. Ben olmazsam olmayan gibi bir konum söz konusuydu. Ben, o nedenle her gün gazeteye gelmek gibi bir görev üstlendim” diyor.
Türkiye basınının en kıdemli isimleri arasında bulunan ve mesleğin her kademesinde çalışan 60 yıllık gazeteci Orhan Erinç'in T24'ün sorularına verdiği yanıtlar şöyle:
Cumhuriyet davasında 7 gazete çalışanı tahliye edildi. Ancak, diğer 4 kişinin tutukluluğu devam ediyor…
İddianamedeki iddialar genelde çöktü. Ama, 4 arkadaşımızın tutukluluk halleri devam ediyor. Mutluluğumuz gölgelendi… Şimdi, tutukluluk kararı veren mahkeme, bir hafta içerisinde 28. Ağır Ceza Mahkemesi’ne itiraz etme kararını da açıkladı. Avukatlarımız, o konuda çalışıyorlar. Bir hafta içerisinde ya da 41 gün daha bekleyerek, 41 gün sonra arkadaşlarımızın salıverileceğini bekliyoruz. Çünkü, iddianame tümüyle hem ifade veren arkadaşların hem de avukatlarımız tarafından, anlatılanlarla çöktü. Zaten bana sorarsanız, bu biraz da değişik, kurmaca bir iddianameydi.
Biliyorsunuz daha önce, Can Dündar ile Erdem Gül’ün tutukluluğuna “gazete haberleriyle tutukluluk olmaz” diyerek Anayasa Mahkemesi ihlal kararı vererek, arkadaşlarımızın tahliyesinin gerektiği kararını vermişti. Anlaşılan, o karara bakanlar “tek başına gazetecilik olursa tutuklayamayız” diye vakfı da işin içine kattılar.
Ama bırakın bizlere, muhasebedeki arkadaşlara bile manşetten haberler soruldu... O nedenler gazetecilik dışında bir suçlama yok ve “gazetecilik suç olmaz” diyoruz. Meslek örgütleri de öyle diyor. Böyle, acayip bir durumla karşı karşıyayız.
Gazetenizin yayın yönetmeni dahil, diğer çalışanlarının tutuklanması sonrasında, gazete yönetimi nasıl işledi? Kim hangi görevleri üstlendi?
Tabii şimdi benim açımdan biraz zorlayıcı oldu. Çünkü, birinci imza olarak dışarıdaki tek kişi bendim. Bir ölçüde Cumhuriyet’te ikamete memur edildim. Çünkü, bir yazışma yapılacaksa, bir ödeme yapılacaksa, bir tahsilat yapılacaksa, benim imza atmam gerekiyordu. Ben olmazsam olmayan gibi bir konum söz konusuydu. Ben, o nedenle her gün gazeteye gelmek gibi bir görev üstlendim.
Onun dışında, her servisin şefi arkadaşımız, kendi servisleri ile ilgili yetki ve karara sahip olduğu için, işleyişte bir sıkıntı yaşamadık. Ama, muhabir, yazı işleri görevlisi, editör arkadaşlarımızın izin yapma gibi sıkıntıları çıktı. Ama, Cumhuriyet’te çalışmak, zaten baştan bir özveri işi… Bugüne kadar getirdik, umarım bundan sonra da götürürüz.
Şu anda Aydınlık gazetesinde köşe yazarlığına devam eden Mehmet Faraç da dahil, diğer eski çalışanlarınız da vakıf ile ilgili yaptıklarına ilişkin olarak “Cumhuriyet’i kurtarmak için yaptık” dediler. Ancak, iddianamede görüyoruz ki, vakıf ile ilgili değil gazetede yayımlanan haberler ile ilgili iddialar…
İlginç tarafı şu, 3 arkadaşımız “bizi tasfiye ettiler” diyorlar. Şimdi bu 3 kişide, birincisi Mehmet Faraç, ikincisi Alev Coşkun, üçüncüsü Mustafa Balbay…
İddianameye göre, 2013’ten sonra Cumhuriyet’i değiştirmişiz. Ama, Mehmet Faraç 2010’da çıkarılmış. Mehmet Faraç çıkarıldığında, davacılardan veyahut ihbar edenlerden Alev Coşkun, Vakıf Genel Başkan Yardımcısı… Kim kimi tasfiye ediyor? Anlamadık...
Alev Coşkun’un seçilmediği seçimde, Alev Coşkun’a oy vermeyenlerden birisi Mustafa Balbay… Yani, Mustafa Balbay’da Alev Coşkun’a oy vermediğine göre, tasfiye edenler arasında o da var.
Mustafa Balbay, 2015’te ayrılmış. 2015’e kadar Yönetim Kurulu’nda…
“Niye ayrıldı?” dersek… Cumhuriyet Halk Partisi’ne genel başkanlığa adaylığını açıkladı.
Şimdi, bir gazeteci, hem parti genel başkanı hem Cumhuriyet Vakfı yöneticisi hem Cumhuriyet gazetesi yazarı olabilir mi? Bu etik açıdan olmaz. Zaten, Cumhuriyet’in yayın ilkelerine aykırı. Bu kuralı alan, yayın ilkelerinin hazırlayıcıları arasında Mustafa Balbay da var.
Yani, böyle bir mantık dışı, sanki birlikte tasfiye edilmişler gibi anlatılan bir sorun var.
Halbuki ayrılıkların başı ve sonu arasında 5 yıl var. Cumhuriyet’e karşı yöneltilmiş siyasi bir komplo ile karşı karşıyayız diye düşünüyoruz. O da ortaya çıkmaya başladı.
Savunmanızda, Mehmet Faraç ile ilgili, “Cumhuriyet’in kadın çalışanlarından birini saçından sürüklediği için iş akdi feshedilmişti” dediniz. Söylediğiniz kadın çalışanınız kimdir? Olay sırasında ve sonrasında ne gibi tartışmalar oldu? İş akdinin feshedilmesi dışında ne gibi somut adımlar atıldı? Polise gitmek gibi…
Tabii şimdi biliyorsunuz, genelde kimi konuların yanlış anlaşılma olasılığı var diye, o konuyu gündeme getirmedik. Ama sonra, yazılanlar ortaya gelince, zorunlu bir açıklama yapma durumu doğdu.
Ben, 60 yıldır gazetecilik yapıyorum. Bunun 45 yılı, Türkiye Gazeteciler Cemiyeti ve Türkiye Gazeteciler Sendikası’nda yöneticilikle geçti. Toplam 18 yıl Türkiye Gazeteciler Cemiyeti’nde başkanlık, Türkiye Gazeteciler Sendikası’nda genel başkanlık ile geçti. Yani, Cevat Fehmi Başkut ve Nail Güreli’den sonra Türkiye’de 71 yılda iki örgütün de başkanlığını yapan üçüncü kişi ben oldum.
O nedenle, gazeteciyi ve gazeteyi savunma gibi bir görev anlayışım da var. 1962’de ben Ethem İzzet Benice’nin Gece Postası gazetesinde genel yayın yönetmenliğini yaptım. Orada iş arkadaşlığının önemini anladım. O yıldan buraya kadar, Cemiyet’te, Sendika’da, Cumhuriyet’te, bir dönem çalıştığım Hüriyyet’te, Türkiye Haberler Ajansı’nda, Güneş gazetesinde birlikte çalıştığım arkadaşlarımın aleyhine tek laf etmedim.
Yedi istisnası var. O yedi kişi de ne yazık ki vakıf davası nedeniyle kendilerini ortaya atan arkadaşlarım hakkında… Ondan da üzülüyorum, kuralımı değiştirmem beni rahatsız etti. Ama yapacak başka bir şey de yoktu. Artık söz konusu ben değildim, Cumhuriyet ve Cumhuriyet çalışanlarıydı… O nedenle yedi kişi için, kuralımız bozmak zorunda kaldım.
Mehmet Faraç Twitter hesabından, 21 Temmuz’da “Suç, Cumhuriyet gazetesinde. Cumhuriyet’e saldıran Nuray Mert gibilerde değil, ona gazete sayfalarını sınırsız açan Orhan Erinç tayfasında”, 27 Temmuz’da da “Orhan Erinç Atatürkçüleri tasfiye ederek, Cumhuriyet gazetesini çökertmenin üzerini başkalarına iftira atarak örtemeyecek, buyurun mahkemeye” şeklinde açıklamalarda bulundu…
Kendini Atatürkçü diye tanımlayan Mehmet Faraç’ı, bu olaylar olmadan, 2013 diyor iddianame, Mehmet Faraç 2010’da çıktığına göre, nasıl Atatürkçü olarak çıkarıldığını iddia ediyor? Yani savcıyı yanlış yönlendirmelerinin sonucu da kendileri açıklamış oluyorlar zaten. Zaten Mehmet Faraç’ın son yazısı, “Müfteri misin Orhan Erinç? ” başlıklıydı. Kendi bile, benim müfteri olmam konusunda ikircikli. Bana soruyor… Oysa bir yazar, başlığı ne atar? “Müfterisin Orhan Erinç” demesi gerekmez miydi? “Müfteri misin” diye bana soruyor. Benden “ben müfteriyim” dememi bekliyor. Anladığım kadarıyla, kendi de inanmıyor. Böyle bir başlık attığına göre, ilginç bir durum.
Bir dönem “Cumhuriyet gazetesine kayyım atanabilir” şeklinde iddialar vardı. O süreçte gazete ve vakıf nasıl etkilendi? Tirajlarda düşüş veya artış oldu mu? Okuyucudan ne gibi tepkiler aldınız?
Cumhuriyet okurundan, o konuda bir tepki almadık. Çünkü, Cumhuriyet okuru okur yazarlığın da üstünde bir konumdadır. Açılmış bir vakıf yönetim seçiminin iptalinin istendiği bir dava var. Hukuk davalarında mahkeme istenenle sınırlı. Yani, ya diyecek ki “iptal edin, seçimi yenileyin” ya da “doğrudur” … O açıdan, kayyım zaten söz konusu değildi. Onu Aydınlık grubu ve iddia sahibi bazı arkadaşlar gündeme getirdiler. Hukuken bir geçerliliği yoktu. Biraz dedikodu düzeyindeydi. Şimdi yalnız vakıf davasında Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreterliği öncesi ve sonrası diye iki safha var. İlk safhada Vakıflar Genel Müdürlüğü müfettişi “usulsüzlük yok” dedi. Onun üzerine Alev Coşkun ve arkadaşları dava açtı. Vakıflar Genel Müdürlüğü de “haksız ve mesnetsiz davanın reddini isterim” diye dava dosyasını ve dilekçesini koydu. Tam kararın verileceği gün veya bir gün öncesi Mustafa Balbay kendi seçildiği seçimin iptalini isteyen bir müdahale dilekçesi verdi. O müdahale dilekçesi verilince, mahkeme karar veremedi ve duruşma ertelendi. O duruşmanın ertelenmesini izleyen gün de Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreterliği’ne resmen bir ihbar mektubu gitti. Bu ihbar mektubunu Genel Sekreter Vakıf Genel Müdürlüğü’ne “bunu inceleyin bana da haber verin” diyerek Vakıflar Genel Müdürlüğü’ne gönderdi. Orada iş değişti. Bu sefer Vakıflar Genel Müdürlüğü bizim bilgimiz dışında bir müfettiş atamış. O evrak üzerinden inceleme yapmış ve bizim ihlal ettiğimizi karar vermiş, ondan sonra zaten Asli Hukuk’taki davanın seyri Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreterliği Vakıflar Genel Müdürlüğü’ne verdiği talimat sonrasında değişti. Bunlar zaten Cumhuriyet’in niye hedef alındığını gösteren olaylardan bir başkası.
Can Dündar ve Erdem Gül’ün MİT TIR’ları haberini yayımladıktan sonra bir dava açıldı. Sonra adli kontrol şartıyla tahliye edildiler. Ancak, belgeleri verdiği iddia edilen CHP Milletvekili Enis Berberoğlu’nun tutukluluğunun devam etmesiyle ilgili ne düşünüyorsunuz?
Aslında o MİT TIR’ları davası da bir garip dava. Çünkü, bizim koyduğumuz haberden aşağı yukarı 15 ay önce MİT TIR’ları ile ilgili haber, manşet olarak Aydınlık gazetesinde çıkmış. Yani Aydınlık gazetesinde çıkmış olması demek o haberin artık gizliliğinin kalmadığı, alenen açıklığa kavuştuğu demek. Ama, hedefteki gazeteciler ya da siyasetçiler söz konusu… MİT TIR’ları davasında da Enis Berberoğlu’nun mahkemeden çıkan kararda da Aydınlık gazetesinde çıktığı ama onun inandırıcı olmadığı anlatılıyor. Yani haberin çıktığı kabul ediliyor. Ama habere bakarsanız (bilgisayarımda saklıyorum bizim manşetteki haberi) benzer şeyler var. Belki biz biraz daha geliştirmişiz ama aynı konuyu, açıklığa kavuşmuş bir konuyu yazmışız. Şimdi, bilinen bir konuyu Enis Berberoğlu’nun verdiği ile ilgili benim bir bilgim yok. Verdiğini de pek sanmam. Ama, aleniyete kavuşmuş, suç olmaktan çıkmış bir konuda 25 yıl gibi bir hapis cezasını anlamak biraz zor. Özellikle de ağırlaştırılmış müebbetten indirme 25 yıl olduğuna göre başka bir şey var. Bir de bizim dava jet hızıyla götürüldü. Ama Aydınlık’ın bizden 15 ay önce yazdığı haberle ilgili davanın ne olduğunu bilmiyoruz. Devam mı ediyor? Beraat mi verdiler? Onu bilmiyoruz mesela… Yani böyle bir karanlık durumda söz konusu…
11 Eylül’deki duruşmada Alev Coşkun, şu an çalışmaya devam eden Aykut Küçükkaya ve eski çalışanlarınızın da tanık olarak dinlenecekler….
Yapabilirler… Mahkemenin takdiri… Zaten Şükran Soner de var mesela. Şükran Soner’in ifadesi çok kısa. Söylediği bir şey de yok… Onların da söylediği bir şey yok. Yorum olarak önümüze getiriliyor bütün iddialar. Yani somut bir şey yok… İşte “şu şöyle yapmış da bu böyle olmuş”… Olmayabilir de… Herkes somut bir örneği değil, kendi yargısını ya da yorumunu açıklayarak bizi suçluyor. O nedenle dinlenmeleri bence iyi oldu. Avukatlarımız ya da biz sorular sorarız. Elimizde belge varsa “bak bu böyleymiş” deme olanağını buluyoruz. Adalet yerini bulur diye düşünüyorum.
İfadenizde “Cumhuriyet’i Aydınlık’a çevirmeye çalıştılar” dediniz. Bunu biraz açabilir misiniz? Bunu nasıl yaptılar?
Biz, 35 yıl Cumhuriyet gazetesinde önemli sorumluluklar üstlenmiş Önder Çelik’e oy verdik. Arkadaşlarımız Mustafa Pamukoğlu’nu önerdiler. Mustafa Pamukoğlu kim? Vatan Partisi birinci sıra Diyarbakır Milletvekili Adayı… Aydınlık gazetesini yazarı… Vatan Partisi’ne bağlı kuruluşların kurduğu görev vakfının başkanı… Bize çatanlar kim? Mehmet Faraç… Ne yapıyor? Aydınlık gazetesinin yazarı… Rıza Zelyut… Kim? Aydınlık gazetesinin yazarı… Bu bilgiler ortaya çıktığında Aydınlık gazetesi gibi Cumhuriyet yaratma niyeti üzücü diye düşünüyorum.
Savunmanızda “yandaş basın bile susuyor, ama Aydınlık bizi eleştiriyor” demiştiniz. İktidara yakınlığıyla bilinen medya kuruluşlarındaki bu sessizlik sizce ne anlama geliyor?
Ne kadar iktidar yanlısı olursa olsun, mesleğini ne kadar kullanmaya niyetlenirse niyetlensin bir yerde ister istemez gazetecilik ağır basıyor. Ben öyle düşünüyorum. Ama, o gazeteyi yargılamanın devam ettiği günlerde mahkemeye de sunduk. O gün Aydınlık gazetesinde 6 köşe yazarı var. 3’ü Cumhuriyet aleyhine yazmış. Yani, nasıl tanımlanır bilmiyorum. Çünkü, benim sıfat kullanma alışkanlığım yok. Çünkü, yani muhabirlikten geldiğim için, muhabirin ne kadar güzel söylediği, haberine kendi görüşünü ekleme hakkı yoktur. Haber, sade, olayı yansıtan olur… Ben o görüşten geldiğim için sıfat kullanmaya pek alışık değilim. Zaten, köşe yazarlığını da muhabir gibi sürdürmeye çalışıyorum. Bir bilgi vereceksem, köşede bir şey yazmak lazım diye düşünüyorum. O nedenle ben öyle yorumladım. 6 yazıdan 3’ünü Cumhuriyet koyarsanız ve o gün duruşmalar devam ediyor, tahliye kararlarının verileceği bir günün arifesindeyseniz bunun yorumu bana göre “Cumhuriyeti hedef gösterelim”dir diye düşünürüm.
Bülent Utku mahkemede “Mustafa Balbay beni ziyarete geldi. Ama ben kabul etmedim” demişti. Sonrasında Balbay sizinle irtibata geçti mi?
Yok geçmedi. Yani, tutuklu arkadaşlarımızın eşlerinden öğrendik, birkaç telefon etmiş… Ama, görüşmeye gittiği arkadaşlarımızın büyük çoğunluğu kendisiyle görüşmeyi kabul etmedi. Görüşmeyi kabul edenler de bize “kendisine gerekli cevabı verdik” diye özetlediler.
Şu anda FETÖ sanığı olan Murat İnam için savcı, Cumhuriyetçilere masumiyet karinesi hatırlatmasında bulunmuştu. Ancak Ahmet Şık ve diğer 4 çalışanınız tutukluğu devam ediyor. Sizce, masumiyet karinesi tartışması tutukluluğa devam eden Cumhuriyetçiler için sizce geçerli mi? Bu karine için ne düşünüyorsunuz?
Valla, Türkiye’de şunu kabul etmek zorundayız ki, olağanüstü hal nedeniyle zaten uluslararası sözleşmelerin büyük bir bölümü askıda. Tabii, anayasanın basın yayın ile ilgili maddeleri de askıda. Mesela, kanun hükmünde kararname ile ailelerin görüşmesi 1 aydan 2 aya çıkardığınız zaman, bunun bir cezalandırma olduğu açık. O nedenle, iktidarın ve iktidar yargısının hukuku uygulamak gibi bir derdi de yok. O nedenle, böyle çifte standart olmasına da çoktan alışık bir gazete ve çalışanlarıyız. O nedenle, masumiyet karinesi, bir bölüm insanlar için var. Bu zaten Türkiye’yi ikiye böldüklerini de açık seçik kanıtı oluyor. Masumiyet karinesi onlar için var, bizim için olmasa da olur gibi bir durumla karşı karşıyayız. Türkiye’yi bölme konusundaki uzmanlıklarını geliştirmeye devam ediyorlar.
11 Eylül’de tekrar Cumhuriyet davası duruşması var. Bununla ilgili ne söylemek istersiniz? Yani sizce tahliye kararı olur mu, yoksa tutukluluğa devam edilir mi…
Buna ancak düşüncemi söyleyebilirim. Bilgi ile bu konuda yanıt vermek mümkün değil. Çünkü, hukuka dayanarak, yani “şu maddenin şu yasasına göre bunlar tahliye edilmeli” deme durumunda değilim. Çünkü, o madde uygulanmıyor olabilir. O nedenle, ben arkadaşlarımın bırakılacağı inancımı yinelemek istiyorum. Çünkü, hukuk artık belirli kurallara değil kişisel kurallara bağlı olarak uygulanır hale geldiği için “hukuken şöyle olur” deme olanağımız ne yazık ki yok.
© Tüm hakları saklıdır.