Gündem

Cumhuriyet’in ilk yüzyılını yeniden değerlendirmek

29 Ekim 2024 00:30

Gülhan Balsoy

2023 Nisan’ında Cumhuriyet’in 100. yılını değerlendirmek üzere yapılmış olan ve üç gün süren oldukça kapsamlı bir konferansta sunulmuş olan bildirilerin önemli kısmının genişletilmiş ve düzenlenmiş versiyonlarından oluşan ve Gencer Özcan, Ömer Turan, Büke Boşnak ve Tuğçe Erçetin’in editörlüğünü yaptığı İlk Yüzyılı Biterken Cumhuriyet: Demokratikleşme Momentleri, Sıradan İnsanlar ve Siyaset kitabı geçtiğimiz günlerde İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları tarafından yayımlandı. Aşağıda değerlendireceğim bu kitap Cumhuriyet’in ilk yüzyılının bitişi ve ikinci yüzyılının başlangıcına işaret etmesi nedeniyle ister istemez öncelikle bir muhasebe niteliği taşıyor. Ancak sekiz yüz sayfayı aşan hacmiyle bu kitap bildiğimiz muhasebelerin ötesine geçen bir niteliği haiz. Cumhuriyet’in ilk yüzyılını hatırlatmanın ötesinde bu geçmişin barındırdığı imkânları ve açmazları önümüze serip birlikte bilgi üretmenin ve dolayısıyla toplumsal bir değişime öncülük etmenin olası yollarını da arıyor. Başlıkta “demokratikleşme momentleri” ve “sıradan insanlar” kavramlarının bir arada kullanılmış olmasının bir siyasal rejim olarak “cumhuriyet”i yeniden kavramsallaştırmaya dair bir çağrı olduğu söylenebilir. Bu çağrı her şeyden önce devlet ve yurttaşlar arasındaki ilişkinin yeniden düşünülmesini içeriyor.

Burada öncelikle sıradan insanlar ya da sıradanlıktan ne anlaşıldığını üzerinde durabiliriz. Çalışmada karşımıza çıkan sıradan insanlar mübadiller, işçiler, kadınlar, gayrimüslim tüccarlar, Meclis’teki muhalifler… Bu açıdan bu toplumsal aktörlerin ne kadar “sıradan” oldukları sorgulanabilir. Bu soruya verilecek yanıt, yazarların ve editörlerin sıradan insanları görünürleştirme çabaları, tarihi kimin yaptığı sorusuna verdikleri cevaplar ile ilişkili. Tarihi, Cumhuriyet’i, Cumhuriyet’in tarihini küçük bir yönetici azınlık ve onların kararları ve eylemlerine indirgeyen bir anlayışa karşın bu çalışmada küçük bir siyasal elit grubun dışında kalan geniş toplumsal kesimlerin eylem ve deneyimlerinde aramaya dair bir girişimden bahsedebiliriz. Bu açıdan tarihleri büyük ölçüde görünmez kalmış ya da mağduriyet hikâyelerine indirgenmiş, pasif kurbanlar olmak dışında aktif eylemlilikleri göz ardı edilmiş kişi ve grupları tarihin eyleyicileri olarak ele almak Cumhuriyet’in kimin tarihi olduğu sorusunu sormamızı sağlıyor. Kitabın bu perspektiften yazılan ilk kısmındaki bölümler sadece yenilgi ya da başarısızlık hikâyeleri ya da kıyıda köşede kalmış genellenemeyecek vakalardan bahsetmiyor. Dolayısıyla bu kapsamlı kitabın arka planda yurttaşlık kavramını, kimin yurttaş olup kimin ya da kimlerin yurttaşlıktan dışlandığını bir kere daha düşünmemize vesile olduğu söylenebilir.

Yazarların ve editörlerin bu başarısı, kavramsal araçları ve perspektifleriyle ilişkili olduğu kadar kullandıkları yöntemlerle de ilişkili. Burada yöntemden kastım esas olarak dönem kaynaklarının kullanılmış olması. Cumhuriyet’in erken dönemiyle aramıza giren zamansal mesafe, bu dönemin artık tarihçilik metotlarıyla ele alınmasını mümkün kılıyor. Burada tarihçilik metotlarından kastım, bu bölümde yer alan yazarların Cumhuriyet arşivinden kişisel arşivlere, dönemin zabıt cerideleri ve yasa metinlerinden gazetelerine, dönemin çeşitli yazılı kaynaklarını titiz bir şekilde araştırıp eleştirel olarak kullanmış olmaları. Yazarların erken Cumhuriyet dönemine geri dönüp, yasal, siyasal, bürokratik metinleri, kişisel arşivleri yeni sorular ve kavramlar ışığında değerlendirmeleri hiç şüphesiz ezberlerin ötesine geçen bir yaklaşım üretmelerinde çok büyük rol oynamış. Bu açıdan İlk Yüzyılı Biterken Cumhuriyet kitabının Cumhuriyet tarihinin yeniden değerlendirilip yeniden yazımı için öncü ve örnek bir çalışma olacağına inanıyorum.

Bu çalışmada karşımıza sosyal bilimlerin yapılara ya da insanlara/deneyimlere odaklanan iki temel yaklaşımının da izlerini bulduğumuzu söyleyebiliriz. Dar mercekten bakıp derinleşmek de, geniş mercekten bakıp yaygınlaşmak, bütünü betimlemeye çalışmak da sosyal bilimlerde eş değerde meşru bakış açıları olmakla birlikte genellikle pek yan yana duramayan, birbirlerine çoğu zaman karşıt kalan iki yaklaşım. Bu çalışmayı benim için ilginç kılan, kitapta bu iki farklı merceğin karşıtlık içinde olmadan birbirini tamamlayacak şekilde kullanılmış olması oldu. Kitapta yer alan yazarlardan bazıları daha spesifik konulara odaklanıp, belli bir yer ve zamanla, belli bir bağlamla sınırlı bir soru, bir kişi, bir meseleye odaklanırken, bazı yazarlar bir tema ya da bir soru üzerinden yüzyılın tamamını değerlendirmeyi tercih etmişler. Çoğu zaman yan yana durması zor olan bu iki yaklaşımın bir arada durabilmesini sanırım Cumhuriyet’i yermek ya da övmek ikileminden çıkılması ve yukarıda işaret etmeye çalıştığım gibi devlet-toplum ilişkisini, devletin niteliği ve toplumu bir arada tutanın ne olduğunu, büyük dönüşümlerin küçük insanların hayatlarındaki karşılığının neler olduğunu anlamaya ve anlamlandırmaya dair hakiki bir çaba gösterilmiş olması sağlıyor.

Benim için bu kitaba verilen çabanın hakikiliğinin göstergelerinden bir başkası da kadın ve toplumsal cinsiyet perspektifine verilen önem olmuş.  Siyaset bilimciler en az 1990’lardan bu yana Cumhuriyet’in kurulması ve kadınların hak kazanımları arasındaki ilişkiye dair ezberlerimizi bozan çalışmalar ürettiler. Kâğıt üzerindeki kazanımların evin mahrem alanını dönüştürmekteki sınırlı rolünden siyasi ve ekonomik yapılardaki inatçı cinsiyetçi normlara pek çok konu ayrıntılı şekilde ele alındı. Ancak içinden geçtiğimiz dönem itibariyle kadınlar olarak haklarımızın ve bedenlerimizin büyük saldırı altında olduğu da bir gerçek. Kitaba baktığımızda özel olarak kadınlara ya da toplumsal cinsiyete odaklanan bir kısım olmasa da hem kadın hareketine ve kadın figürlere odaklanan bölümler hem de kadınlarla ilişkili konuları ele almamakla birlikte geçtiğimiz yüzyıla toplumsal cinsiyet perspektifinden bakan bölümlere rastlamak oldukça umut verici. Toplumsal cinsiyet kavramının sadece kadınların tarihlerini değil tüm iktidar ilişkilerini ve bunun tarihi nasıl şekillendirdiğini düşünmeye, sorgulamaya, sorunsallaştırmaya çağrı yapan analitik bir kategori olduğunu düşünürsek İlk Yüzyılı Biterken Cumhuriyet kitabında yer verilen işçiler, Kürtler, gayrimüslim azınlıklar, kentsel dönüşümle yerinden edilen insanların tarihinin kimlik politikaları çerçevesinden değil mücadeleler, tarihsel eylemlilikler üzerinden ele alınmış olmasını çok önemsediğimi belirtmek isterim.

Bu konuya özellikle değinmemin nedeni, bilgi üretimi ve siyasi arayışlarımız arasındaki ilişki üzerine düşünmemize fırsat vermesi. Bilgi üretimi eğer iktidar ilişkileriyle ilgiliyse - ki öyle- bilgi üretimine bakıp siyasi imkânları düşünmek ya da siyasi analiz aracılığıyla sosyal bilimlerin kime/neye dair bilgi üretip hangi konulara sessiz kaldığını problematize etmek mümkün. Yine kitaba dönecek olursam, demokratikleşme momentleri ve sıradan insanları bir arada düşünme çabasının bizi tam da bilgi-iktidar ilişkisini sorgulamaya davet ettiğini düşünüyorum. Bu açıdan elimizdeki kitabın giriştiği kolektif çaba çok umut verici.

Peki, bir de ne eksik, bu çalışma hangi konuları göz ardı etmiş, nelere değinmemiş diye düşünürsek neler söylenebilir? Elbette tüm kapsamlılığına, devasa boyutuna karşı her çalışmanın içine aldığı kadar dışarıda bırakmak zorunda kaldığı birçok konu olması doğaldır. Dolayısıyla bu soruyu bir açık bulma çabasından çok Cumhuriyet tarihini içinde yer aldığı yirminci yüzyılın küresel dünya tarihinin içine nasıl yerleştirebiliriz, Cumhuriyet tarihini dünya tarihi içinde nasıl değerlendirebiliriz soruları üzerine düşünmemize fırsat vermesi için de soruyorum. Eğer geçtiğimiz yüzyılı dünyadan kopuk bir şekilde değil de 20. yüzyılın tüm siyasi ve ekonomik karmaşasıyla da birlikte, onunla ilişkili şekilde yaşadıysak ya da Cumhuriyet’in yüzyılı dünyanın yüzyılının bir parçasıysa, kendi tarihimizi, bu zaman içinde gerçekleşen siyasi kırılmaları, kopuşları, ekonomik dönüşümleri, toplumsal dönüşümü küresel bağlam ile ilişkili olarak nasıl anlamlandırabiliriz? Ya da Cumhuriyet’in tarihi sadece ulusal ölçekten değil, insanlık tarihinin, küresel tarihin bir parçası olarak nereye oturuyor? Ekolojik açıdan da siyasi açıdan da kaos, kriz, belirsizlik ve kaygı dolu bir dönemin içinde bulunduğumuz göz önüne alınırsa, geçtiğimiz yüzyılın kazanımları kadar kaçırılan fırsatlarını, ardından gidilmeyen imkânları, ileriye dair daha eşit, demokratik, kapsayıcı bir rejim kurma hayaliyle nasıl yeniden değerlendirebiliriz?

İlk Yüzyılı Biterken Cumhuriyet: Demokratikleşme Momentleri, Sıradan İnsanlar ve Siyaset kitabı bana yukarıda paylaşmaya çalıştığım soruları düşündürdü. Ancak bu kapsamlı kitaba buradakinden daha farklı perspektiflerden bakmak, başka tarz sorular sormak da mümkün. Bilgiyi demokratikleştirme kaygısıyla açık erişim olan ve bu linkten tamamına erişebileceğiniz bu çalışmaya katkı veren tüm yazarları ve editörleri bize bu değerli çalışmayı kazandırdıkları için tebrik etmeli.


* Prof. Dr. Gülhan Balsoy, İstanbul Bilgi Üniversitesi Tarih Bölümü öğretim üyesi

** İlk Yüzyılı Biterken Cumhuriyet: Demokratikleşme Momentleri, Sıradan İnsanlar ve Siyaset, Derleyenler: Gencer Özcan, Ömer Turan, Büke Boşnak, Tuğçe Erçetin (İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, 2024)

“Sünnet, beden bütünlüğüne bir tehdit mi geleneğin vazgeçilmezi mi?”

 Yönetmen Ece Dizdar anlatıyor