*Maaz İbrahimoğlu
Zehra Doğan Güneydoğu’da yaşananları sıra dışı biçimde kamuoyuna aktaran bir isim. Gazeteci olarak görev yaptığı Güneydoğu’da gözlemlediklerini fotoğraflıyor, haberleştiriyor ve bir ressam olarak tuvale aktarıyor. Resimlerinde kadim Kürt motiflerini modern bir üslupla yoğuran Doğan, Kürt kadınlarının acısı, asker-polis korkusu, çocukların ölümü başta olmak üzere pek çok olayı fırça darbeleriyle tarihe işliyor. Resimleri kitap ve dergi kapaklarında da kullanılan Doğan, ayrıca ablukalarda yaşanılanları “Cizre’den Nusaybin’e” adında bir çizgi roman haline getirmek için çalışıyor.
Zehra Doğan, Mardin’in bir köyünden Diyarbakır’a göç ederek Bağlar’a yerleşen 10 çocuklu bir ailede doğdu. Dicle Üniversitesi Resim Bölümü ve Tunceli Üniversitesi tasarım bölümlerinden mezun oldu. Çocukluğundan beri ressam ve gazeteci olma hayallerini kuran Doğan, aynı zamanda Türkiye’nin tek kadın haber ajansı olan Jin Haber Ajansı’nda çalışıyor.
“Teknik imkânla sanatçı olunmuyor”
Çocukluğundan beri gazetecilik ve ressamlığı aynı anda isteyen Doğan, o süreci şöyle özetliyor: “Bence sanat bir seçim değildir, zaten öyle doğarsınız. Sanat eğitimi almak için üniversitelerde yetenek sınavlarına girmek gerektiğini liseyi bitirdikten sonra çok geç öğrendim. Çünkü zaten eğitimin dahi doğru dürüst verilmediği, her an öteki olduğunun bir şekilde yüzüne vurulduğu bir ülkede, doksanların zorunlu göç mağdurlarının sığınma alanı olan Bağlar’da, üniversite eğitimi almak bana çok uzak geliyordu. Çok sonradan öğrendiğim yetenek sınavlarını. Heyecanı yaşamak için sınava yazıldım. Kırtasiyeden aldığım H2B kalemiyle sınav salonuna girdim. O anı hiç unutmuyorum. Modeli oturttular ve çizin dediler. O an o salonda toplanan yüzlerce adayın arasında kendimi çok yalnız hissettim.
Herkesin çantasında adını ve modelini dahi bilmediğim kalemler vardı. Yıllarca resim kurslarından aldıkları oran orantı dersleriyle ustalaşan bu adayların kalemleri ustaca traş etme şekilleri dahi bana çok artistik geldi, salondan çıkmak istedim ama çok geçti, sınav başlamıştı. Mecbur çizmeye başladım ne istedilerse kendimce çizdim ama kağıdın üzerine tüm bedenimi atmış şekilde oturuyordum, çizimlerimi kimsenin görmesini istemiyordum. Onların çizimlerine bakıp moralimi bozmak da istemiyordum.
O kalemlerle ve o artistik duruşla muhtemelen harikalar yaratmışlardır diye düşünüyordum. Sınav bittikten sonra çıkıp ailemin yanına köye gittim, sınav sonuçlarına dahi bakmadım, bir ay sonra arkadaşlarımdan sınavı kazandığımı öğrendim. Demek gerçekten de insanlar aldıkları eğitimle ve ellerindeki teknik imkanlarla sanatçı olmuyormuş, sanatçıysan zaten sanatçısındır. Yani üniversiteyi ve resim bölümünü okumamın bir amacı yoktu. Öylesine okudum, zaten egemenler tarafından belirlenen ve çok kısıtlı olan birkaç saçma teknik bilgiden başka hiçbir şey öğrenemedim.”
"Resimlerim haberlerim kadar etki yarattı"
Tanıklık ettiği olayların haberini yaptığını ama yeterince tatmin olmadığı için olayları resmetmeye de başladığını ifade eden Doğan, “Kendimi en iyi resim yaparak ifade edebiliyorum. JINHA’dan önce de hislerimi resmediyordum. Ama bence şimdi resmim gazetecilikle bütünleşti. Ablukanın başladığı ilk anlardan bu yana, birçok gazeteci arkadaşımla birlikte birçok vahşete tanıklık ettim. Tanıklık ettiğim şeyleri haberle duyuruyorum ama içimde yine de tam olarak anlatamadığım hislerim yarım kalıyor.
Öyle anlarda resim yaparak rahatlamaya çalışıyorum. Her tanıklığımı resmettim, resmettikçe elimde yüzlerce doküman oluverdi biranda. Bazılarını sosyal medyadan paylaştım. Resimlerimin haberlerim kadar etki yarattığının farkına vardım. Haber müdürüm Fatma Koçak’ın önerisiyle resimlerime daha da yoğunlaştım. Ben çizip resimleri paylaştıkça bunun, kamuoyunun burada yaşananları duyması için iyi bir kanal olduğunun farkına vardık. Biz de bunu bir belge niteliğinde çizgi roman haline getirmeye karar verdik. Önümüzdeki süreçte Cizre’den Nusaybin’e kadar ablukada yaşananları bir çizgi roman şekilde kitaplaştıracağız” diyor.
"Sanatımın kökeninde inanç var"
Resimlerinde daha çok Kürt kadınlarının mistik özelliklerini çizen Doğan, sanatındaki beslenme kaynaklarını ise “inanç” olarak tarif ediyor: “Bu coğrafyayı resmediyorsanız eğer, onun yoğun pastel renklerini görmezden gelemezsiniz. Hardalın sarısını, seramiğin kızıllığını, bereketli Mezopotamya topraklarının büyülü kahve tonlarını, kadınların deqlerindeki (dövme) maviyi, inancın yeşilini ve bahtın karasını ve kızılını his etmemek mümkün değil. Eski dönemlerden kalma her bir renge dair ayrı bir inanç var. Akrep sokmalarına karşı birçok evin kapı ve pencereleri hala maviye boyanır, inançlara göre akrep maviyi sevmez. Harman zamanı hala renklere bürünerek hangi tarihten olduğu bilinmeyen melodilere bezenmiş ritüeller yapılır. Doğaya olan inanç bir şekilde hala devam ediyor”.
Kürt kadınları bedenlerine nakşettikleri deqlerle (dövme) ilgili çarpıcı bilgiler de paylaşan Doğan şöyle devam ediyor: “Deqlerin mavi rengi alması için kül ve kız doğurmuş anne sütü karıştırılır. Kız çocuğu doğuran annenin sütü olmazsa deqlerdeki mavi renk zamanla kaybolur. Ateşli hastalığa yakalananların yüzlerine siyah renk sürülür, böylece kötülüklerin kovulduğuna inanılır. Yas günlerinde karalar bağlanır. Bunu hala siyah giymeye devam eden Roboskili (Uludere) annelerde de görebiliyoruz. Çünkü hala adalet yerine getirilmediği için onlar için yas bitmiş sayılmıyor. Buna benzer birçok örnek verebilirim. Doğayı çok iyi tanıyan ve onun renklerine farklı bir anlam ifade eden bu halkı ancak onlarla bütünleşen yoğun pastel renklerle ifade edebilirim.”
“Kürt kadınının bahtı karadır”
“Doktor Qasimlo’nun, ‘Bir çay doldur saki, Kürdün kadını kadar tatlı, bahtı kadar kara olsun’ sözü bence Kürt kadını çok iyi özetliyor” diyen Doğan şöyle devam ediyor: “Her bir renge farklı bir anlam biçerek hayata tat katmanın usta maharetini bilen Kürt kadının bahtı karadır ne yazık ki. Bu yüzden her birinin yükü oldukça ağırdır. Çok renklilik her zaman olduğu gibi coşkuyu çağrıştırmayabilir. Frida Kahlo’nun eserlerinde oldukça fazla renk görürüz. Oysa Frida hiçbir eserinde mutluluğu anlatmadı. Aksine Frida ‘acıyı resmeden kadın’ olarak anıldı. Bu da Frida’nın her bir rengi nasıl anlatacağındaki mahareti sayesinde oldu.”
"Oysa burada renkler var"
Kabus gibi günlerden sözeden Doğan, “Oysa burada renkler var. Bu renkleri kimse görmek istemiyor. Türkiye’de yaşayan farklı etnik gruplar bu toprakların bir rengidir. Renkler ne kadar çok olursa her şey daha da güzel olmalıydı ama her rengin üstüne önce siyah astar atıldı sonrada kan kırmızısıyla yeni bir şekil verildi. İşte size Türkiye tablosu, sadece siyah ve kırmızıdan ibaret bir tablo. Zorunlu yasaların, zorunlu dilin, zorunlu inancın, zorunlu modern köleliğin bu kapkara ülkesinde, kan gölünden bir millet tablosu ortaya çıkarmaya çalışan acemi zanaatkarların ellerindeki her bir fırça darbesinin götürdüğü yöne evrilmek zorunda kalan tepkisiz bir halk oluverdik. Oysa siyah nötr bir renk değil, sıcak bir renk. Siyahla renkler asla kaybolmaz içinde saklanır sadece. Her ne kadar renkleri yok etmek üzere kullanılsa da, üzerini biraz kazıdığınızda altında sakladığı o eski renkler ortaya çıkıverir. Bunu başarmak siyahı kazma yöntemindeki marifette gizli”.
“Gazeteci olmanın bedeli ağır”
JİNHA gibi bir ajansta çalışmanın zorluklarına da dikkat çeken gazeteci-ressam Doğan, “Tarihçiler her zaman kazanana göre kalemlerinden dökülen kelimeleri şekillendirir. Oysa gerçek gazeteciler öleceğini dahi bilse gördüğü şeyi tüm gerçekliğiyle anlatır. Çok şanslıyım ki JINHA da böyle bir kurum. Zor olan her şey gerçekleştirilmeye değerdir. Böylesi bir ortamda gazeteci olmanın bedeli ağır ama bu bedeli ödeme hazır sayısız dürüst insan var hala. Birçok arkadaşımız tutuklandı, ölümle karşı karşıya geldi. Ben ve birçok arkadaşım defalarca ölümden döndük. Uğradığımız her saldırı doğru yolda olduğumuzun bir kanıtı oldu” diyor.
“O bebeğin cesedinin kokusunu hala duyuyor gibiyim”
Hafızasından atamadığı olayları anlatan Doğan, Cizre ve Nusaybin’deki çatışmalarda sokaklarda bekletilen 35 günlük bebeğin cenazesinin kokusunu hala duyduğunu söylüyor ve fotoğraflara, haberlerine, tuvaline aktardığı son tabloyu özetliyor: “İlk Cizre’de Eylül ayında ilan edilen sokağa çıkma yasağında Nur Mahallesi’nde Mehmet Emin Lokman adlı bir genç kapısının önünde katledilmişti. Annesi ölüm anını pencereden feryatlarla izledi. Dışarı çıkamazdı çünkü çıktığı an onu da öldüreceklerini çok iyi biliyordu. Annesi günlerce o evde kalmak zorunda kaldı, oğlu ise cansız bir şekilde kapının önünde yatıyordu. Evleri delik deşik olmuştu ve biz sadece annesinin çığlıklarını duyuyorduk ama yanına gidemiyorduk. Aynı günlerde aynı mahallede 35 günlük Tahir Yaranmış adlı bebek de öldü.
Bebeğin cenazesi mahalle camiine getirildi. Gün geçtikçe bebeğin cesedi kokmaya başladı ve tüm sokağı kapladı. O bebeğin cesedinin kokusunu hala duyuyor gibiyim. Nusaybin’de de benzer olaylara tanıklık ettim. Yasak olmamasına rağmen 12 yaşındaki Muğdat Ay zırhlı araçlarca taranarak katledildi. Muğdat’ın cenazesini hastaneye kaldırdığımızda avuçlarında hala bilyeleri duruyordu. Aynı günlerde yine yasağın olmadığı bir gün 50 yaşındaki Gülşah Ak, zırhlı araçlarca tarandı. Gülşah önce kızının elini tuttuğu elinden, sonra da kafasından vurularak katledildi. Cenazesini ambulansa taşıdığımızda Gülşah’ın parmaklarının koptuğunu görmüştüm. Gülşah’ın katledilmesine ilişkin yapılan açıklama ise, “teknik bir arıza” şeklinde oldu. Şimdi ise Nusaybin’de bir ağaca ayağından asılan cesetler var, sokak ortasında sere serpe yatan cansız bedenler var. Her gün acının dozu daha da ağırlaştırılıyor.”
Bu yazı Nokta Dergisi'nde yayımlanmıştır