Türkiye basını ve edebiyatının duayen ismi Çetin Altan, 88 yaşında hayatını kaybetti. Çetin Altan, son yaş günü yazısını 22 Haziran 2013'te yazmıştı. Altan, "87" başlıklı yazısında "Yazının bugünkü başlığı son istasyonmuş gibi görünüyor bendenize, ne diyeyim, hayırlısı" demişti.
Altan, yazısını "Korkuyor muyum, korkmuyor muyum? Ne korkuyorum, ne korkmuyor; sadece kaygılanıyorum, ya dayanılmaz acılar çekersem diye ve becerebildiğim kadar, şimdiden başlıyorum duaya" diyerek bitirmişti.
Çetin Altan'ın Milliyet'te 22 Haziran 2013'te yayımlanan yazısı şöyle:
Sabah saatin 4’ü, bendeniz için çalışma saati; yazıyı ne kadar erken yazarsam, o kadar rahat adıyorum kendimi, ertesi günü ne yazacağıma.
50 yıl önce böyle değildi. Gitgide böyle oldu.
***
Bu gün bendenizin yaş günü, 87 kapıyı çalıyor; mutlaka açtıracak. Ama gelecek yılın bu gününde ne olur bilemem.
Bendenizden önceki kuşaklar; yaş günlerini, kesinkes ne bilirler, ne de kutlarlardı. Onların takvimi de, zaten “Hicri takvim”di. “Miladi takvim” 1925’in sonunda kabul edildi. 1926’da uygulamaya sokuldu. Yılbaşı kutlamalarıyla, hediyeleri böyle başladı.
Hicri takvim, başlangıç olarak; Hz. Peygamber’in, Mekke’den Medine’ye “Hicret”ini, göçünü almıştı. Göç, yahut hicret, ailece başka bir yere yerleşmeye gitmek demekti. Hz. Peygamber’in göç süresi 20 yıldan uzun sürmüştü.
***
Ne tuhaf bir “dilemma”; “yaş” büyüdükçe, sahibi azalıyordu. Önce bacaklar merdiven çıkmaya nazlanıyordu. “Miyopla, hipermetrop da” perende atmaya başlıyorlardı gözlerde. Başlıyordun aranmaya:
- Nerede benim gözlüğüm, diye.
Eskiden sadece dilini tutamazken, gitgide başka şeyleri de tutamaz hale geliyordun.
***
Şairler, daha iyi anlatıyorlar “yok olma” duygusunu. Örneğin, işte Cahit Sıtkı’nın “Ölümden sonra” şiiri:
Öldük, ölümden bir şeyler umarak;
Bir büyük boşlukta bozuldu büyü.
Nasıl hatırlamazsın o türküyü,
Gök parçası, dal demeti, kuş tüyü,
Alıştığımız bir şeydi yaşamak.
Şimdi o dünyadan hiçbir haber yok,
Yok bizi arayan, soran kimsemiz.
Öylesine karanlık ki gecemiz,
Ha olmuş ha olmamış penceremiz;
Akarsuda aksimizden eser yok.
***
Neler yaşadığını, pek de bilip anlamadan, geçip gidiyorsun.
***
Hayattan yakınma, daha yaygındır bizde; sonra da sürekli korkup dur, ölmekten. En büyük tehdit, “öldürmek” olsun ve bol bol da uygulansın. Arkada kalanlar da avunsunlar:
- Tanrı verdi, Tanrı aldı, diye.
***
Yaş günü hatırına, klişe bir cümle yazmaya çalışayım:
Elbet her şey bir gül buketi değil, ama her şey bir demet devedikeni de değil.
***
Her yaş günü bir istasyon:
- Ha şuradan da geçtik, ha buradan da geçtik, derkeeeen...
Bir de bakıyorsun ki, yaşamakta olanların geçmekte olduğu istasyonlar, senin çoktan geçmiş olduğun istasyonlar.
***
Çocukken yaş günüm pek hatırlanmadı. O nedenle bendenizde de, epey geç uyandı, “1 yaş daha büyüdüm” bilinci.
***
13’ünde evdeki merdivenlerin trabzanlarına, ata biner gibi binerek, aşağıya kayarken, annem:
- Artık koskoca adamsın, utan utan diye azarlamıştı.
***
Mahkeme kapılarında mübaşir azarlamaz, sertçe uyarırdı:
- Kalk bakalım sıra sende, diye.
***
86 yıl, halı silkeler gibi silkelenmiyor.
Ancak torunum Sanem Altan’ın yavrusu Leyla’cığa, doğumundan 2 saat sonra, elimi dokundururken bambaşka bir gezegene gitmiş gibiydim.
Ne demişler:
Gelen gideni görmez
İki kapılı handır bu.
***
Yazının bugünkü başlığı son istasyonmuş gibi görünüyor bendenize, ne diyeyim, hayırlısı...
***
Korkuyor muyum, korkmuyor muyum?
Ne korkuyorum, ne korkmuyor; sadece kaygılanıyorum, ya dayanılmaz acılar çekersem diye ve becerebildiğim kadar, şimdiden başlıyorum duaya...