Fotoğraf: Hürriyet - Sebati Karakurt
15 Kasım 2015 13:30
'Ali Baba ve 7 Cüceler' filmi vizyona giren Cem Yılmaz, "Filmi yüzde 49.5 için mi yoksa yüzde 50.5 için mi yaptın?" sorusuna "Tabii ki bunu hesaplamıyoruz. Sahneye çıkarken de hesaplamıyoruz" dedi. Yılmaz, "Bir ara bunlar hiç konuşulmazken, benim mesleğe başladığım dönemde, yani karikatürle ilgilendiğim zamanlar 'Nasıl bir okuyucu profiline sesleniyorsun, dergiyi kimler okuyor?' desen, aşağı yukarı bir şey çıkardı. Şimdi benim gösterimi kim izliyor ya da seni Twitter’da kim takip ediyor desen bir profil çıkaramıyorum" ifadesini kullandı.
Cem Yılmaz, "Bir ara şu çok konuşulmuştu ya hani, gülmek bir ihtiyaç. Abi gülmek bir ihtiyaç değil ki bizim memlekette, lüks" diye konuştu.
Hürriyet'ten Uğur Vardan'ın sorularını yanıtlayan (15 Kasım 2015) Cem Yılmaz'ın açıklamalarından bazı bölümler şöyle:
Gelelim Şenay karakterine... Daha önce Arif uzaya gitti, sonra geçmiş zamana uzandı. Bana Şenay da Arif’in Avrupa’ya açılmış hali gibi geldi. Ruh aynı ruh sanki...
Tabii ki aynı ruh... Bir sakınca da görmüyorum bunda. Basın toplantısındaki sorulardan ya da genel eleştirilerden de anladığım şu: “Woody Allen nevrotik olmasın, boksör olsun yeni filminde. Ben çok sıkıldım çünkü” gibi. Ben seti, formu değiştirince ruhun aynı kalmasında bir sakınca görmüyorum. Değişik bir şey yapıyorsun, bu kez de “Ben çok gülmedim” reaksiyonuyla karşılaşıyorsun. Mesela ‘Pek Yakında’ sıcağı sıcağına sinema yazarlarından olumlu tepkiler aldı, genel olarak filme ilişkin güzel şeyler yazılıp söylendi. Ama iş merkezden çıkıp etrafa yayılırken “Ama ben çok gülmedim”ler çoğalmaya başladı. ‘Hokkabaz’da da aynı
şeyler olmuştu.
Bu galiba seni kafalarındaki oturttukları yerle ilgili... Direkt güldürünce her şey iyi güzel ama işin içine biraz hüzün, nostalji, geçmişe ilişkin değerler katınca problem oluyor.
Olabilir. Ben mesela şeyi de anlamıyorum, “Niye hep aynı isimlerle çalışıyorsun?” Bu da çok soruluyor. Zamanında çok söylemiştim; “Aynı adamlar, çünkü bu bir kumpanya işi...” Böyle bir meselenin eleştiriymiş gibi öne sürülmesini ve sürekli dillendirilmesini pek anlamlı bulmuyorum. Çünkü asıl anlamlı olan, varsa bir birliktelik onu sürdürmek olmalı. Bu durumla artık aramızda da dalga geçmeye başladık. Mesela Özkan (Uğur) Abi arada bir şöyle diyor: “Ben normal miyim bu sefer?” Hep egzantiriği oynuyor ya... Aslında Boris’i Özkan Abi ya da Ozan Güven oynasın diye düşündüm ama olmadı, ben oynadım. Ama burada da şöyle bir eleştiri duyuyorum: “Bedavaya getirmek için kötü adamı kendi oynuyor...”
Zafer Algöz’ün savaşın bittiğini bilmeyen Japon asker gibi Sovyetler’in dağıldığından habersiz Azeri asker tiplemesi de çok iyiydi bence.
İçinde birçok trük var o karakterin. Savaşın bittiğinden, ülkenin dağıldığından, yönetimin değiştiğinden haberdar olmamanın yanı sıra bir de kurtarıcı arıyordum öyküde. Ana karakterler ormana salındıktan sonra nasıl kurtulurlar diye... Öyle sembol bir şey çıktı. Biraz böyle çocuksu, biraz ayakları yere bassın istedim. Ben bazen o adamın hikâyesine çok hüzünleniyorum. Artist, ‘Kızıl Ordu’da korodaymış, vazifeye göndermişler falan...
Artık daha genel sulara açılmanın zamanı geldi. Önce ‘Gezi ve mizahı’. Hareket sırasında bambaşka bir mizahın olduğuna dair tartışmalar gündeme gelmişti, sen nasıl buldun bu mizahı?
Bu mizah var olan bir şeydi zaten. O ünlü, “İlk üç gün ben de destekledim” esprisini yapmayacağım ama benim durduğum yerle ilgili hiçbir sorunum yok. Hem insanların o dönemi yaşarkenki reaksiyonları hem de duvarlara yazdıklarıyla ilgili duygularım değişmedi. Bu 30 senedir aynıdır. Bir tek orada şöyle bir tehlike sezmiştim ben, söylediğin türdeki tartışmalarla ilgili. Ya da şöyle ifade edeyim; tek korkum şu oldu: Hakikaten ‘Mizah mizah’ deyip hareketi evcilleştirecekler, reaksiyonun da kendisi güme gidecek... İşte bundan çok korkmuştum. Çünkü bizde en sert zannedilen mizah, 70’ler, 80’ler, 90’lar, hangisini söylersen söyle, ki bunların muhatapları da hayatta, en sert zannedilen mizah birazcık böyle evcilleştirilmiş bir mizahtır. Temelde şöyle özetlenebilir: “Hocam sizin de taklitinizi yaptık ama nasılsınız?” “Ah iyiyim, teşekkürler.” Burada nezaket var. Evet, günümüzden bakıldığında özlenen nezaket ama durum biraz da böyleydi. Sokak ise hiçbir zaman ölmez, her zaman böyledir. Ben sokağı yeni keşfeden ve onu ilk defa görüyormuş gibi, (‘İçimizdeki İrlandalı’lar gibi!), ilk defa duyuyormuş gibi yapanlara birazcık içerlemiştim. Sokağı ne zannediyorsunuz ki, bunların illa duvara yazılması gerekmiyor ki. İnsanların gözlerinden de okuyabilirsin tepkiyi. Hayalini kurduğun ilişkiler dünyasında ancak işler bu kadar sertleşince, insanların “Evet ne hissettiğini anladım. E, ne de olsa duvara yazdın ya” gibi bir noktaya gelmesi tuhaf. Meseleyi sadece mizah önermesi ya da paranteziyle okursan şu duruma geliyorsun; “Sizi gidi çocuklar sizi...” Ama aslında orada bir hareket var ve temel dert mizah değil, onca insan sokakta sopa yiyor, dövülüyor, çekmediği kalmıyor. Sen meseleyi ‘Mizahtı, ne kadar da zeki çocuklardı” diye koyarsan odak kayıyor...
Sen bu işin güldürme kısmındasın fakat görüyoruz ki bu ülke, belki son zamanlarda daha fazla olmak üzere adeta hep ağlıyor. İşin bir hayli zor yani...
Evet, hiç moralli değil bu ülke. Ama bu durumlarla karşılaştığımda 90’ları da düşündüm. O zamanlar çok gençmişiz, evet ama durum 90’larda da hiç parlak değildi ki.
Ama sanki o zaman toplum olarak duymuyorduk ya da bu kadar görmüyorduk. Şimdi en azından sosyal medya sayesinde daha bir haberdar gibiyiz.
Ben duyan bölümdeydim. Dergideydim. Dergi politik bir dergiydi, tavrı olan bir dergiydi; kapağında, orasında burasında, her yerinde gördüklerimizi, duyduklarımızı yansıtıyorduk. Bizim mesleğe dönersek, moralsiz yapılacak bir iş değil. Bir ara şu çok konuşulmuştu ya hani, gülmek bir ihtiyaç. Abi gülmek bir ihtiyaç değil ki bizim memlekette, lüks. Bunu söyledim, onu da “Hımm, bilet fiyatlarını kastediyor” diye yorumladılar. Ulan lükslük derken bundan bahsetmiştim. Gülmek bir kutlama hali. Dediğim gibi; bir şey yok ki kutlayasın duygusuna kapılmak en kötüsü. Böyle zamanlarda sahneye çıkmayı istememek benim ahlakıma daha yakın düşüyor. Ben şunu yapamıyorum: “Gösteri devam etmeli”. Bir kere hepimiz bir hesaplaşma içine giriyoruz. Bazısı şöyle diyor: “Tamam ama bakkal dükkânını açmıyor mu?” İyi de bizimki öyle bir iş değil be abi, bizimki daha böyle bir ağır duygularla yapılıyor. Beraberce yapılan bir şey bu. Gülmek beraberce kıymetlenen bir şey... Mesela bizim memlekete hiç son kullanma tarihi geçmemiş bir laf var: “Birlik ve beraberliğe en çok ihtiyacımız olduğu günler...” Allah aşkına söylesene kaç yaşındasın, 50 oldun mu?
Peki hangi dönem bu senin ömründe? Abi sen hatırlıyor musun en çok beraberliğe ihtiyacımız olduğumuz günü... Hiç çıkmadı ki gündemden. Bizim tüketim malzememiz güldürmek... Ama derdim bu gündelik hayat rutini içinde, “Malım satılmıyor, eyvah benim pazarım yok” falan meselesi değil. Beraberce gülmenin birlikte tadını çıkarmak... Ama ortam böyle olduğu zaman, parayla satın alınamayan gülmeleri bile paylaşamazsın. Twitter’a “Merhaba” yazdığın zaman “Ne merhabası lan, demin paylaştığın fotoğrafı gördüm, sen benden değilsin”ler sahaya sürülüyor.
Tam bu noktada kutuplaşmaya geçelim. Bu film yüzde 49.5 için mi yoksa yüzde 50.5 için mi? Yoksa hepsini birleştirmek için mi? Şaka diyorum elbet ama bu konularda neler söyleyeceksin?
Tabii ki bunu hesaplamıyoruz. Sahneye çıkarken de hesaplamıyoruz. Bir ara bunlar hiç konuşulmazken, benim mesleğe başladığım dönemde, yani karikatürle ilgilendiğim zamanlar “Nasıl bir okuyucu profiline sesleniyorsun, dergiyi kimler okuyor?” desen, aşağı yukarı bir şey çıkardı. Şimdi benim gösterimi kim izliyor ya da seni Twitter’da kim takip ediyor desen bir profil çıkaramıyorum. Ben her farklı düşünceden iyi ya da kötü çok şey duyuyorum, yani data çok. Ama bir tane dramatik bir şey biliyorum; herkes onlardan olmamı istiyor. Bu bence çok dramatik bir şey...
Taraftar psikoloji...
Halbuki bizim de önerdiğimiz şey şu: “Ulan sen, ben; konu bu değil ki. Konu birey olarak tamam düşüncelerimiz olsun ama beraber yaptığımız şeylerle ilgili meselenizi kendi aranızda çözün. Benim kitleyle bu anlamda bir sorunum yok, daha genel sorunum var. Komedinin kurbanı nedir hedefte? Salaktır, klişedir, ne bileyim bütün negatifleri say; komedinin hedefinde bu adam vardır. “Bu adam olmayalım”, komedi bunu önerir? Tam bu noktada bir klişeye geleceğim: “Mizah silahtır.” Ne silahı, abicim silah öldürmüyor insanı, insan insanı öldürüyor. Biz kimseyi vurmak, dövmek, öldürmek istemiyoruz. ‘Ali Baba ve 7 Cüceler’e öyle bir karakter koydum, devamlı büyük büyük laflar ediyor.
Seçim öncesi ‘Oy ve Ötesi’ne destek verdin, bu yüzden tepki aldın mı?
Valla geçen 20 sene içerisinde sahip olmadığım sıfat kalmadı. Yani mesela bir şey duyuyor, “A, hacca gitmiş” diyor, çok mutlu oluyor, tebrik ediyor. 10 Kasım’la ilgilifotoğraf paylaşıyorsun, “Vay şimdi böyle mi oldu, Atatürkçü oldun” diyor. “Filmin çıkacak ya ondan” diye de ekliyor. Bunları bıçak gibi kesecek formülüm yok ama şunu biliyorum ki bir İngiliz komedyen de söyledi, ‘Avustralyalı arkadaşım’ da: “Sosyal medyada sanki herkesin evine dinleme cihazı konmuş gibi bir haldeyiz. Hiç duymamamız gereken şeyleri duyuyoruz."
Genel olarak geleceğimiz ve özgürlüklerimiz üzerine endişe duyuyor musun?
Valla ben bu konularla ilgili çok kalp kırıcı bir şey yaşadım. Amerika’da turneye gitmiştim. Bir röportajda bana “Kendini özgür hissediyor musun?!” diye sordular, ben de “Kendimi çok özgür hissetmiyorum” dedim. Bir baktım, söyleşi “Türkiye’de özgür değilim” diye çıkmış. Ben kendimi özgür hissetmediğimle ilgili başka bir parametrede bir şey söyledim, bunu ilticaya hazırlanan birisi olarak söylemedim ki. Kendi hayatımın normlarıyla ilgili bir görüş bildirimiydi bu. O mahalle değil, bu mahalle, o değil bu, ben memleketin bütün psikolojisine dair kendimle ilgili bir şey söyledim. Bu sefer de başladılar, “Yürü, anca gidersin...” Yani ben neredeyse Gerard Depardieu’yla birlikte Rusya’ya gidiyordum. Şunu üzülerek görüyorum. Önce seni Mickey Mouse haline getiriyorlar, sonra Mickey Mouse’la kavga etmeye başlıyorlar. Ben bir kere Mickey Mouse değilim. Sen ben, okuyan paylaşan artı filmi izleyen insanlar; başka bir yerde değilim, hepimiz aynı macerayı yaşıyoruz. Ben senin iyi olmana dair bir şeyler temenni ediyorum, sen de benim için iyi şeyler temenni et yani...
Seçim öncesi ‘Oy ve Ötesi’ne destek verdin, bu yüzden tepki aldın mı?
Valla geçen 20 sene içerisinde sahip olmadığım sıfat kalmadı. Yani mesela bir şey duyuyor, “A, hacca gitmiş” diyor, çok mutlu oluyor, tebrik ediyor. 10 Kasım’la ilgilifotoğraf paylaşıyorsun, “Vay şimdi böyle mi oldu, Atatürkçü oldun” diyor. “Filmin çıkacak ya ondan” diye de ekliyor. Bunları bıçak gibi kesecek formülüm yok ama şunu biliyorum ki bir İngiliz komedyen de söyledi, ‘Avustralyalı arkadaşım’ da: “Sosyal medyada sanki herkesin evine dinleme cihazı konmuş gibi bir haldeyiz. Hiç duymamamız gereken şeyleri duyuyoruz.”
Genel olarak geleceğimiz ve özgürlüklerimiz üzerine endişe duyuyor musun?
Valla ben bu konularla ilgili çok kalp kırıcı bir şey yaşadım. Amerika’da turneye gitmiştim. Bir röportajda bana “Kendini özgür hissediyor musun?!” diye sordular, ben de “Kendimi çok özgür hissetmiyorum” dedim. Bir baktım, söyleşi “Türkiye’de özgür değilim” diye çıkmış. Ben kendimi özgür hissetmediğimle ilgili başka bir parametrede bir şey söyledim, bunu ilticaya hazırlanan birisi olarak söylemedim ki. Kendi hayatımın normlarıyla ilgili bir görüş bildirimiydi bu. O mahalle değil, bu mahalle, o değil bu, ben memleketin bütün psikolojisine dair kendimle ilgili bir şey söyledim. Bu sefer de başladılar, “Yürü, anca gidersin...” Yani ben neredeyse Gerard Depardieu’yla birlikte Rusya’ya gidiyordum. Şunu üzülerek görüyorum. Önce seni Mickey Mouse haline getiriyorlar, sonra Mickey Mouse’la kavga etmeye başlıyorlar. Ben bir kere Mickey Mouse değilim. Sen ben, okuyan paylaşan artı filmi izleyen insanlar; başka bir yerde değilim, hepimiz aynı macerayı yaşıyoruz. Ben senin iyi olmana dair bir şeyler temenni ediyorum, sen de benim için iyi şeyler temenni et yani..
Söyleşinin tamamı için tıklayın
© Tüm hakları saklıdır.