Özel Dosya

Cem Erciyes: Kültürel dönüşüm için sanat araç olarak kullanılıyor

İktidar Batılılaşma simgelerini ayıklamaya çalışıyor. Tiyatroların kalesi olan ödenekli tiyatroları, Cumhuriyet’in ve gösteri sanatlarının simgesi olan ve şu anda polis karakoluna dönmüş AKM gibi simgeleri tek tek hayatımızdan çıkartmak istiyor.

22 Şubat 2014 02:10

‘Türkiye’de Kültür Çatışması ve Son 10 Yılda Kültür-Sanat Politikası’ başlıklı yazı dizimizin bugünkü konuğu Radikal’in ek yayınlar yönetmeni, gazeteci Cem Erciyes.  Niras /BBC Media Action ortaklığıyla düzenlenen Objective Araştırmacı Gazetecilik Programı’nın desteğiyle hazırladığımız bu dizi kapsamında Erciyes ile Türkiye’de kültür çatışmasını ve kültür politikalarını konuştuk. Erciyes, kültür dünyasında da modern ve muhafazakar kesimler arasında Gezi olayları sonrasında keskin bir ayrım yaşandığını; iki görüşün arasına adeta bir fay hattının girdiğini söylüyor.

Cumhurbaşkanı Genel Sekreteri Mustafa İsen’in  ‘’Muhafazakâr kesimin nasıl bir demokrasi anlayışı varsa, muhafazakâr demokrasi diye bir şeyden bahsediyorsak, o zaman «muhafazakâr estetik» ve «muhafazakâr sanat» diye bir şeyden de bahsetmek, bunun normlarını ve yapısını oluşturmak gibi bir yükümlülük içindeyiz’’ sözleriyle başlayan muhafazakar sanat tartışması, bugün Türkiye için ne ifade ediyor?

Muhafazakar sanat tartışması Türkiye için o kadar yeni bir şey değil aslında. Bu tartışma AK Parti ile başlamış bir şey de değil. Bir zamanlar, Kültür Bakanı Namık Kemal Zeybek iken davullu zurnalı bale tartışmaları vardı.

Bu ülkede sağ iktidarların söyleminde her zaman ‘ bu topraklara, bu halka ait bir sanat’ arayışı hakim oldu. Ama şimdi yaşadığımız çok daha farklı bir şey. Bu da şu; AK Parti Türkiye’de bir dönüşüm gerçekleştirmeyi amaçlıyor. Türkiye dönüşürken Türkiye toplumunun bugüne dek kendisini daha az ifade eden kesimleri şimdi belki daha çok ifade ediyor.  Anadolu kültürü ya da muhafazakar kültür dediğimiz yapı bugün daha fazla görünür oluyor. Bunun sanatta da karşılığı olması isteniyor. 

 

Peki sanatta karşılığı var mı, görünür oldu mu muhafazakar kültür dediğimiz bu yapı?

Var ama biraz zoraki olarak var diyebiliriz. Bu kavramın kültür dünyasında aslında tam bir karşılığı yok. Gazetecilikten bir örnek vereyim; Bir kültür sayfasını yapmanın tek bir yolu vardır çünkü iyi roman, iyi tiyatro veya iyi sergi bir tanedir. Bunu Zaman gazetesi de aynı şekilde yapar, Radikal gazetesi de.  Radikal olarak biz sosyalist, feminist, LBGT bireylere haberlerimizde daha fazla öncelik veririz. Zaman ise geleneksel sanatlara daha fazla yer verir. Aradaki fark budur. Esas olan, ortada iyi bir sanat eseri olup olmadığı sorusudur.

Ayrıca bir de sonuçlara bakalım. Muhafazakar sanat hiç olmadı mı Türkiye’de? Mesela tiyatroda oldu. Muhafazakar tiyatro yazarlarının eserleri ödenekli tiyatrolarda repertuarda yer aldı. Ama bu muhafazakar sanatı tek başına var eder mi, bence etmez.

 

Neden etmez?

Sonuçta yine devlet eliyle yapılan bir sanat olur bu. Kültürün kendiliğindenliğine müdahale etmek büyük bir suçtur aslında. Türkiye’de muhalif olan tiyatrolara yardımdan vazgeçilecekse o zaman ciddi bir sorun var demektir çünkü orada sivil olana müdahale etmiş olursunuz.

 

Pek burada ‘iyi’ sanatın önüne ne geçmiş oluyor, ideoloji mi?

Geçsin isteniyor ama olmuyor. Örneğin plastik sanatlarda geleneksel resim gibi bir şeyi yapamazsın. Geleneksel sanatların da günümüzdeki etkinliği sınırlı. Bugünün hayatına ebru veya hat yeterince karşılık veremiyor. İlle de geleneksel bir şeyler olsun diye bu sanatları alıp farklı bir noktaya taşımak, çağdaş sanatın bir parçası yapmak da mümkün olmuyor. Bunun en olabilir örneği Erol Akyavaş’tır. Akyavaş, ölümünden sonra meşhur olarak en değerli ressamlardan biri olarak kabul edildi.

 

Gezi’den sonra yayın dünyası da kutuplaştı

 

Peki, edebiyat alanına dair gözlemleriniz neler? Orada da bir kutuplaşma var mı?

Yayın dünyasından şöyle bir örnek vereyim; Frankfurt Kitap Fuarı’nda Türkiye’nin konuk ülke seçildiği 2008 yılında ‘Türkiye standını Türkiye Yayıncılar Birliği mi düzenleyecek yoksa muhafazakar çizgideki Türkiye Yazarlar Birliği mi? tartışması yaşanmıştı hatırlarsanız. Bu iki birlik 2008’e dek Frankfurt’a ayrı ayrı katılmış ve Türkiye’yi iki ayrı stant ile temsil etmişlerdi. 2008’e gelindiğinde Türkiye konuk ülkeydi ve o yıl Kültür Bakanlığı soruna çare bularak bu iki birliği tek bir çatı ve stant altında buluşturdu. Bu iki farklı çizgideki yayıncılar, sonraki yıllarda gayet güzel bir işbirliği içinde birlikte çalışarak fuara katıldılar. Ta ki Gezi olayları patlak verene dek bu işbirliği ortamı devam etti. Gezi olaylarında, pek çok alanda olduğu gibi, özellikle yayın dünyasında muhafazakarlar ile solcular arasındaki bu işbirliği ortamı da keskin bir şekilde ortadan kalktı. İki kesim arasında adeta bir fay hattı girdi, görüşler keskinleşti.

Burada sanırım şiirin, öykünün edebiyat içinde geleneksel kökenleri de olan bir form olduğunu, bu türlerin ve romanın da muhafazakar kesimler de öteden beri üretildiğini, iyi işlerin de çıktığını, her iki kesimin de takip ettiği ortak isimler olduğunu belirtmeliyim. Yine de Nazım Hikmet-Necip Fazıl ayrımı gibi, her kesimin kendi yazarları var. Bu hala çok kuvvetli bir ayrım. Ama mesela solculuğu açık olan Ahmet Ümit’in başörtülü okurlarının da olduğunu kitap fuarlarındaki imza kuyruklarında görüyoruz.  Benzer şekilde laiklerin sevdiği muhafazakar yazarlar da vardır, çok olmasa da…

 

Batılı simgeler ayıklanmak isteniyor

 

AK Parti iktidarı geçmişte sanatçılarla, sanat dünyası ile bugünkü kadar gerilimli bir ilişki yaşıyor muydu, bugün değişen ne oldu?

Türkiye’de toplumun Cumhuriyet’in Batılılaşma hareketi ile son derece koşut bir kültür hayatı oldu. Devlet kültür kurumlarını bu ideolojiyle kurdu. Bu ideoloji o kadar belirleyici oldu ki, bugün bile sanat ve kültür insanları yeni Türk batılılaşmasına ve Cumhuriyetin ilkelerine bağlıdırlar, hatta en muhalif solcular bile. Bu bağlılık yüzünden şimdi bu kültürün; yaşam biçiminin değişmesi söz konusu olduğu zaman bunu değiştirmek isteyenler karşılarında önce bu kesimi, yani sanatçıları buluyorlar. AKM’nin kapanmasını hatırlayalım, oyuncuların sokaklara dökülmesini, Şehir Tiyatrolar yönetmeliğinin değişmesinden sonra yaşananları, Emek Sineması’nın yıkılmasını... Her seferinde oyuncuların sokaklara dökülmesi tesadüf değildi. Çünkü Batılı yaşam tarzının en simgesel insanlarıdır oyuncular. Aslına bakarsanız,  iktidar da bunun çok farkında ve şimdi bu simgeleri ayıklamaya çalışıyor. Tiyatroların kalesi olan ödenekli tiyatroları, Cumhuriyet’in ve gösteri sanatlarının simgesi olan ve şu anda polis karakolu olmuş vaziyetteki AKM gibi simgeleri tek tek hayatımızdan çıkartmak istiyor. Bütün bunların bilerek, isteyerek yapıldığı aşikar. Aslında bir yaşam tarzı çatışması yaşıyoruz biz. Alkol, kılık -kıyafet bunun en görünen yanı. Hükümetin zihniyet yapısında belirli kültürel kodlar var ve sanatın da bu kodlara buna göre uyarlanmasını istiyor. Nasıl Cumhuriyet kültürel dönüşüm için sanatı bir enstrüman olarak kullandıysa AKP de şimdi aynısını yapmak istiyor.

 

Kültürel dönüşüm gibi bir amaç varsa örneğin tiyatrolara sergileyecekleri eserlerde ‘ahlak’ kriteri getirmenin bir amacı olsa gerek?

 

Daha önce de söylediğim gibi, iktidar kendi yaşam tarzı ve kültürünü hakim kılacak tedbirler almaya çalışıyor. Bunlar küçük adımlar. AK Parti, iyi bildiğimiz siyaset yapma biçimini harekete geçirip önce bir deniyor, tartışmaları dinliyor. Sonra daha geniş anlamda uygulama alanı aranacak. Bunlar kısıtlayıcı kriterler. Bakanlık yardımlarını, devlet desteğini kendi tanımlayacağı bir sanat alanına, kendi onaylayacağı isimlere yöneltmeye yarar. Yoksa ‘ahlak kriteri’ gibi tanımı zor üstelik de sanatta pek de karşılığı olmayan bir şey.

 

Ancak yine aynı hükümetin ve Başbakanın sanatçılara, aydınlarla iyi geçindiği günler de olmuştu çok uzak olmayan bir geçmişte. İlk akla gelen, İstanbul Modern, Santral İstanbul açılışlarına verilen destekti mesela?  

Başbakan Erdoğan’ın gündelik hayatında sanatla modern ya da çağdaş sanatla resimle filan hiçbir alaka kurduğunu görmedik. Ne onun ne de yakın çevresinin. Ama özellikle başlarda biraz AB rüzgarıyla, biraz toplumsal mutabakatı önemsediğinden biraz da ‘bu iyi bir şeydir’ deyip akılcı politikalara yakın olduğundan bu konulara destek oldu.

Istanbul Modern Müzesin açılışını yaptı, açılışı bizzat kolaylaştırdı. Galata Port ihalesi yapılırken müzeyi korudu. Aynı bölgede yeni bir çağdaş sanat müzesi daha açılacak. Bunlara bakacak olursak, evet AKP sanat düşmanı diyemeyiz. Ama öte yandan Atatürk’ün kurduğu Resim Heykel Müzesi sekiz yıldır kapalı. Hep bir temize çekme, hep yeni bir sayfa açma meselesi var. Kolektif hafızayı oluşturan somut simgeleri değiştirme çabası var.  Bir kesimin değer verdiği bir kültürel mirasın yok olması kültür çatışmasını da beraberinde getiriyor.

 

Öte yandan muhafazakarlar da kendi sembollerine yönelik ayrımcılıktan;  tepeden empoze edilen, Kemalist değerlerin baskısından şikayetçi değil mi?

Toplumu dönüştürmeye ve daha Batılı olsun diye değiştirmeye çalışan bir Cumhuriyet mirası var geçmişte kuşkusuz. Toplum, Batılı filan değildi aslında. Kültür ve sanat insanları hep marjinal, hep ‘entel’ oldular. Bırakın Anadolu Kaplanları’nı eğitimlilerin bile sanata mesafeli gibi bir duruşu oldu bu ülkede.  Almanya’da örneğin, orta sınıfın tiyatroya gitmesi sıradan bir şeydir. İngiltere’de mesela bir büyük sergi açılışında orta sınıf orada olmak ister. Bizde ise böyle bir ruh olmadı hiçbir zaman, kodlarımızda olmadı.

Şimdi bu bastırılmış ve sindirilmiş hayat görüşlerini, geleneksel hayat tarzını baş tacı etmek isteyen bir iktidar olduğu için kültür alanı da çatışmalı bir alana dönüştü ister istemez. Bence bu noktada, Anadolu’daki kültür hayatı meselesi de çok önemli bir mesele.  Anadolu’da kültür etkinlikleri bir dönem Halkevleri aracılığıyla yapılırdı. Halkevleri’nin dönemi bitince o Anadolu kentlerinde batılı anlamda bir kültür hayatı, yüksek sanata yönelen etkinlikler önemli ölçüde yok oldu gitti. O eski Cumhuriyet baloları, piyano çalan öğretmenler, keman çalan öğrenciler’ anlatıları Tek Parti yıllarına ait daha çok…

O dönem Anadolu yoksuldu ama bugün değil. Bakıyoruz Kayseri, Gaziantep gibi çok zengin, büyük kentler var Anadolu’da. Ama gidin bakın bu kentlere, doğru dürüst bir sinema salonu bulamazsınız. Ama bugün Türkiye’yi değiştirecek asıl güç Anadolu’da artık.  Muhafazakar dediğimiz kitle önemli ölçüde Anadolu’da yaşıyor. Artık bugün burjuvalar İstanbullulaşmak zorunda değil çünkü burjuva artık Anadolu kökenli burjuva zaten.

 

Peki, gelecekte bir ‘kültürel barış’ ihtimali var mı?

Benim nihai düşüncem şu; ben ‘’Muhafazakar sanat olmaz, muhafazakarlık uzlaşmayı gerektirir, sanatta uzlaşma değil başkaldırı olmalı’’ söyleminde haklılık payı olduğunu düşünüyorum. Ama bir taraftan da zamanla daha fazla muhafazakar sanatçının ortaya çıkacağını düşünüyorum. Bugün mesela bunun ipuçlarını görüyoruz. Bugün muhafazakar hat koleksiyoncuları var artık ama koleksiyonerler sadece hat ile yetinmiyorlar ve koleksiyonlarına Erol Akyavaş gibi bir ismi de katmak istiyorlar. Sonra yeni yapımcılar var televizyon sektöründe. Eğitimli, sinema gözü olan insanlar bunlar. Belki önceki kültür ikliminde yerini bulamamışlardı; şimdi belki haddinden fazla yer bulabiliyorlar. Ve daha ılıman bir iklimde bu işler biraz dengesini bulacak.

 

Sanat kendi gelişim ve seyrine bırakılsa…

 

‘’Devlet Tiyatroları’nı kapatalım, o sahneleri Belediyelere bağlayalım’’ deniliyor. Peki, o tiyatrolar nasıl bir repertuarla çalışacak, aynen devam edebilecekler mi hayatlarına? Bunun yanıtını bulamıyoruz. Gerçekten kültürün özgürlüğünden söz ediyorsak şunu söylemek de mümkün; Diyarbakır’daki talep ne ise tiyatro da ona dönüşecek, Trabzon’da, Erzurum’da talep ne ise ona dönüşecek.  Bu durumda mesela Erzurum Sahnesi büyük ihtimalle kapanacak diye öngörebiliriz ama tahmin ediyorum ki Diyarbakır Sahnesi son derece politik oyunlar oynayan bir sahne olur. Sonuç itibariyle doğal sürecinde ne olacak ise olmalı. Toplumsal ihtiyaç, talep ne yönde ise karşılığını bulmalı.  Aksi halde bir yandan sanatın özgür bırakılmasından söz ederken; bir yandan da bu duruma müdahaleci yaklaşırsak totalitarizmin gericiliğine sarılmış oluruz. Halkına güvenmeyen ama ‘halkçı’ bir elit kitleye dönüşmek gibi bir risk de var sonuçta. AK Parti’nin kültür politikalarına itiraz ederken bu tehlikenin de farkında olmamız lazım. 

Tabii, bu devlet kurumları en başta konuştuğumuz o aydınlanma hareketinin günümüzdeki uzantıları olmakla kalmadılar. Yani tiyatrocular en Batıcı kitle dedim ama sadece sanatçılar değil ki Batılı yaşam tarzını benimseyen. En ücra Anadolu kentinden Ege sahillerine milyonlarca insan yaşıyor bu ülkede, Batılı laik yaşam tarzını benimseyen. Onların da kültüre ulaşma hakkını asla göz ardı etmemeliyiz. Erzurum’daki bir genç adam nasıl Shakespeare, Brecht oyunu seyredecek? Ya da tersi, İzmir’de Necip Fazıl oynanmıyorsa, nasıl oynanacak? Kültürü kendi gelişimine bırakırken, azınlıkta kalanların haklarını gözetmek zorundayız. Demokrasi budur ve AK Parti’nin ihmal ettiği durum da işte tam budur.

Aynı şekilde yarın bir gün ulusalcıların istediği gibi AKP bütün kurumlarıyla birlikte Türkiye’nin hayatında kazınıp atılsa diyelim, muhafazakar gazetecilerin işsiz kalacağını kim iddia edebilir? Ben hiç böyle bir şey olacağını sanmıyorum ayrıca. Biz birçok muhafazakar köşe yazarı ve gazeteciyle birlikte çalışmaya ve var olmaya devam edeceğiz.