Söyleşi

''Çatışmalar başladığından beri bir gün bile telefonumun alarmına uyanamadım, her sabah bomba sesiyle yataktan kalktım''

Gazeteci Murat Bay, Sur, Cizre, Nusaybin ve Silvan deneyimlerini anlattı

14 Şubat 2016 22:13

Suruç’ta IŞİD tarafından düzenlenen bombalı saldırıda 33 kişinin katledilmesi ve 22 Temmuz’da 2 polis memurunun öldürülmesinin ardından çözüm sürecinin ‘buzdolabına kaldırılması’ beraberinde ölümler, gözyaşı, acı, göç ve sokağa çıkma yasakları getirdi. 

Diyarbakır, Şırnak, Mardin, Hakkari, Muş, Elazığ ve Batman’ın 19 ilçesinde 58 defa sokağa çıkma yasağı ilan edildi. Sokağa çıkma yasakları başladığından beri Sur, Cizre, Nusaybin ve Silvan’da yaşanan çatışmaları izleyen Sendika.org muhabiri Murat Bay, 6 ayda şahit olduğu olayları, yaşadıklarını T24’e anlattı.

İki hafta önce gözaltına alındığında bir özel harekatçının kendisine söylediği ‘’Sıkın bunların kafasına’’ ve ‘’Senin kameran benim silahımdan daha tehlikeli’’ sözleriyle gündeme gelen Bay’ın, halkla, polisle, hendeklerin arkasındaki YDG-H’lilerle arasında geçenler, bölgede gazetecilik yapmanın zorluğunu kanıtlar nitelikte. 

‘’Çatışmalar başladığından bu yanada bir gün bile telefonumun alarmına uyanamadım. Her sabah bomba sesiyle yatağımdan kalktım’’ diyen gazeteci Bay’a, HDP Diyarbakır Milletvekili Altan Tan’ın ‘’Hendek - barikat siyaseti yanlış’’ sözlerini hatırlatarak halkın hendeklere ve barikatlara ilişkin gözlemlerini sorduğumuzda Nusaybinli bir kadınla arasında geçen diyaloğu anlattı. Nusaybinli kadına hendekleri soran Bay’ın aldığı yanıt şöyle olmuş:

‘’90'lı yıllarda hendek mi vardı burada? Biz aynı acıları 90'larda da yaşadık. Geldiler, evlerimize girdiler, çocuklarımızı alıp götürdüler. Kimisi kaybedildi, kimisi cezaevine konuldu’’

Gazeteci Murat Bay'ın sorularımıza verdiği yanıtlar şöyle:

- Sokağa çıkma yasakları başladığından beri çatışma bölgelerinde çalışıyorsun. Nerelerde bulundun bu süreçte?

5 aylık süreçte, Sur'da, Silvan'da, Cizre'de, Nusaybin'de bulundum. İlk önce 11 günlük sokağa çıkma yasağı olduğunda Cizre'ye gittim. Nur Mahallesi'nde ve Cudi Mahallesi'nde sıcak çatışmalar yaşanmıştı. Bugünkü gibi bir yıkım yoktu ama yine zırhlı araçlarla müdahale olmuştu. Yine bazı evlerde ağır hasar vardı ama bugünküyle kıyaslanamaz. Devletin o günkü basıncıyla bugünkü basıncı çok farklı.

- Sur'a gideli ne kadar oldu?

3 aydır Sur'dayım ama arada sık sık başka yerlere geçtim. Silvan'da çatışmalar sürerken 5 gün orada kaldım. Nusaybin ve İdil'de çatışmalar varken yine o bölgelere de geçtim. Silvan'da çatışmalardan sonra çok ciddi yıkım olduğunu gözlemledim. Silvan'ın bazı sokakları Kobane'yi andırıyordu. Çatışmalar sürerken Silvan'da elektrik, su ile birlikte iletişim de kesiliyordu. Haberlerimi, fotoğraflarımı gönderebilmek için 100 kilometre öteye Diyarbakır'a gelmemiz gerekiyordu.

 

'O polis bana bu süreçte çatışmayla bir çözümün mümkün olmadığını söylemişti'

 

- Güvenlik güçleriyle aranda herhangi bir gerilim ya da olumlu bir diyalog gelişti mi?

Bir polis memuru bana seslenerek ''Benim neden fotoğrafımı çekmiyorsun?'' dedi. Şaka yapma niyetli söyledi bunu. Ben de şakayla bana yaklaşmasından cesaret alarak, ''Amca senin yaşın başın geçmiş, ne işin var burada, evde çoluk çocuğun var'' diye cevap verdim. Çatışmanın bir tarafı olduğu için hep bir polisle konuşmak istiyordum ben aslında. Ama üzerinde silahlar, yüzünde kar maskesi olunca soru sorma imkanımız olmuyor. 

- Özel harekatçı mıydı bu polis?

Hayır, terörle mücadeleden olduğunu söyledi bana. 17 yıldır bölgede görev yapıyormuş. O polis bana bu süreçte çatışmayla bir çözümün mümkün olmadığını söylemişti. Özerkliğin de konuşulması gerektiğini, öz yönetimin de konuşulması gerektiğini, sürecin anayasal sınırlar içinde diyalogla yürütülmesi gerektiği ifade etmişti. İlginç gelmişti bana polisin bu yaklaşımı.

 

'Medyanın tamamı bölgede baskı ve şiddet altında'

 

- Gazeteci olarak çatışma bölgesinde çalışmanın zorlukları neler?

Bir gazeteci olarak orada çalışmak gerçekten çok zor. Kutuplaşma her yere olduğu gibi basına da yansımış durumda. Ana akım medya halkın içinde çalışamıyor, biz de polisin olduğu bölgelerde çalışmakta zorlanıyoruz. Ana akım medyadaki editörlerin ya da yayın politikasını belirleyenlerin attığı başlıkların bedelini saha da çalışanlar ödüyorlar. 

Mesela Sur'da bir eve tank mermisi isabet etmişti. Doğan Haber Ajansı o haberde 'belirsiz bir cisim' eve isabet etti demişti. Ben de oradaydım ve o kadının sofra başındaki cansız bedenini görmüştüm. DHA 'belirsiz cisim' deyince, gördüklerimin de etkisiyle ajansın Diyarbakır bürosunu aradım. ''Neden böyle yazdınız?'' diye sordum. ''Fotoğrafı biz çektik ama haber metnini biz yazmadık'' yanıtını verdiler bana.

Ana akım medya bu gibi örnekler nedeniyle, bizim girip çalıştığımız sokaklarda çalışamıyor. Bir darp veya linç gibi davranışlarla karşılaşmıyorlar ama halka soru sorduklarında yanıt alamıyorlar. Biz gittiğimizde de, halk nereden olduğumuzu soruyor. Halkın da, devletin de 'ajan' paranoyası var.

Ama medyanın yaşadığı baskıyı kriminalize edip sadece muhalif medya yaşıyor da demiyorum. Tabii bizim üzerimizdeki baskı ana akım medyayla kıyaslanamaz. Bazı arkadaşlarımız tutuklandı, bir çoğumuz ölümle tehdit edildik. Medyanın tamamı bölgede baskı ve şiddet altında.

 

'Bir adım fazla atsan belki de o kurşun sana isabet edecek'

 

- Can güvenliği problemi yaşıyor musun?

Gezi Parkı eylemlerinde, 17 - 25 Aralık sürecindeki eylemlerde, 1 Mayıs'larda, IŞİD'in Kobane'ye saldırılarında sınır hattında çalıştım. Oralarda da çok gergin anlar yaşanıyordu ama güvenli bir alanımız vardı. Bölgedeki çatışmalarda, can güvenliğimiz yok. Ana caddelerden ara sokaklara ateş açılıyor ve ateş açanın kim olduğunu dahi göremiyorsun. O sırada belki bir adım fazla atsan kurşun sana isabet edecek. Adım atmamış olman hayatını kurtarıyor.

Sur'da bir polis sana ve yanındaki gazeteciye ''Sıkın şunların kafasına'' demişti geçen hafta. Neler yaşandı orada?

Çatışmalardan kaçan halk şehrin başka yerlerine göç ediyordu. Ben de o göçün fotoğraflarını çekmeye gitmiştim. İnsanlar evlerinden kaçıyorlardı. Ben de bölgedeki polislere ''Buraya girebiliyor muyuz?'' diye sordum. Polisin tarif ettiği bölgeye de doğru gittim. Halkın içindeydim, insanlar eşyalarını taşıyordu. Polislerin güvenli bölge dediği yere birden operasyon başladı. İtiş kakış yaşandı, polisler beni ve yanımdaki gazeteciyi halkın içinden alıp, bir duvarın dibine götürdüler. 

- Ne hissettin o an?

Çok gerilmiştim. Normalleşmeye çalıştım önce. Bir polis ''Sıkın bunların kafasına'' diyip gitti. O an beni hemen öldüreceklerini düşündüm. 

- ''Sıkın kafasına'' dendikten sonra herhangi bir hareketlenme oldu mu?

Hayır olmadı. Yanımızda iki polis kaldı. Diğerleri operasyona gittiler. Ertesi güne başlarken, bizi götürdükleri duvarın oraya gittim ve çalışmaya orada başladım

- Nasıl bıraktılar seni?

Bir polis adımı sordu. Söyledim adımı. Sonra bana ''Murat biliyor musun, sabah benim bir arkadaşım şehit oldu ve ben onun cenazesine gidemedim'' dedi. Psikolojisinin bozuk olduğunu açık bir şekilde söyledi bana. Sonra tansiyon giderek düştü. Yanımızda kalanlarla sohbet etmeye başladık. ''Doğruları yazmıyorsunuz'' dedi bir tanesi. Gördüklerimi yazdığımı ve kendileriyle diyalog kurmama izin vermediklerini söyledim ben de.

Başımızda bekleyen bir polis ''Sor sorularını. Yakaladın bir özel harekatçı. Ne istiyorsan sor şimdi'' dedi. Savaşın ne zamana kadar süreceğini sordum. ''Yaşananlar bir savaş değil. Savaş devletler arasında olur. Burada yaşanan terör'' yanıtını verdi. ''Bende sokaklarda tanklar var ve bombalar patlıyor. Bu açık bir savaş tablosu değil mi?'' diye sorunca cevap vermedi. Koşullarımız çok da röportaj koşulları olmadığı için daha fazla soru soramadım. Çünkü o an gözaltındaydım ve az önce bir polis bizi göstererek ''Sıkın bunların kafasına'' demişti.

Aynı polis ''Gerginsin, gerilmene gerek yok. Biraz önce arkadaşım sinirlendiği için öyle söyledi'' dedi bana. Ben de ''Elinde silah var, üzerinde bombalar var, cephanelik gibisin, benim sadece kameram var'' dedim. ''Senin kameran benim silahımdan daha tehlikeli, daha büyük. Bizim cahil olduğumuzu mu sanıyorsun?'' cevabını verdi polis. 

''Kimlik taraması yaptıktan sonra bıraktılar ve çekip gittiler. Biz de serbest kaldık. Ertesi güne başlarken, bizi götürdükleri duvarın oraya gittim ve çalışmaya orada başladım. Bunu yapmasaydım kendime olan güvenimi kaybedecektim. 

 

'Askerin, polisin ölmesine üzülüyorlardı ama Taybet İnan'ın cenazesinin günlerce sokakta kalmasıyla üzüntü yerini öfkeye bıraktı'

 

- Sadece polisle değil, YDG-H’lilerle de karşılaşmışsındır bölgede bulunduğun süreçte. Onların tavırları nasıldı? Askeri, polisi nasıl tanımlıyorlar kendi içlerinde?

Yaşam alanımızı savunuyoruz, diyor benim karşılaştıklarım. Askerin, polis ölmesini onlar da istemiyor. Elinde silah olan bir YDG-H’linin ‘’Askerler öldüğü zaman biz de üzülüyoruz’’ dediğine tanık oldum.  Ama yaşananların Kürt halkını imha politikası olduğunu düşünüyorlar. Zaten o yüzden hendeklerin arkasındalar. Konuştuğum YDG-H’lilerden biri, Cizre’de esnaf olduğunu söylemişti. Çatışmalardan önce polislerle halı sahada maç yaptıklarını anlatmıştı. Halı saha da top oynayan iki grup şimdi birbirine kurşun sıkıyor. 

Ama bu üzülme hali, Taybet İnan’ın cenazesinin günlerce sokakta bekletilmesiyle, 3 aylık Miray bebeğin hayatını kaybetmesinden sonra gördüğüm kadarıyla yerini öfkeye bırakmış. Son olarak Cizre’deki bodrumlarda yaşananlar bütün bağları kopartmış gibi duruyor. İlk günlerde hakim olan ‘’Biz savaşıyoruz ama, savaştığımız unsurlarla barışmaya da hazırız’’ düşüncesi yok artık. 

- Halkın davranışları, psikolojisi nasıl çatışma bölgelerinde?

Herkes çatışmaların bir an önce sonlanmasını istiyor. Ama bir yandan da öfke büyüyor. Devletin kendilerini gözden çıkardığını düşünüyorlar. 

- Barış talebi dillendirilmiyor mu artık?

Daha çok yaşlılar barış istiyor ama bu barış talebi aynı zamanda 'birlikte yaşam' talebi değil. İzmir'deki bir Türkle birlikte yaşayalım demiyor insanlar. Savaşın bitmesine yönelik bir barış talebi. İnsanlar, 'çatışmalar bitsin, buradan çıkıp gitsinler, hayat normalleşsin' diyorlar. İkisi birbirinden farklı. Duygusal kopuş denilerek tartışılan şeye ramak kaldı diyebilirim. 

Ama bu durumu, çatışma ortamının yarattığı duygusallık olarak da görebiliriz. Batıdan dayanışma ziyaretlerine gelen bir Türk'e ya da bir heyete teveccühle yaklaşıyor insanlar. Hatta silahlı kuvvetlerden bir kişi silahı kenara bırakıp halkın arasına girse ve ''Düşman değilim. Aranıza geldim'' dese, kimse ona saldırı girişiminde bulunmayacaktır. O silahın bırakılması çok önemli bir sembol. Çünkü halk devleti 'silahtan ibaret' görüyor. 

- Hayatını kaybeden sivillerin yakınlarıyla hiç görüşme fırsatı buldun mu? Onların tepkileri nasıl?

İnsanlar cenazelerini gömüp, evlerine dönüp acısını yaşamak istiyor aslında. Bu acıyı bile yaşayamıyor insanlar şu anda. 

 

'90'larda hendek mi vardı?'

 

- HDP'li Altan Tan ''Hendek, barikat siyasetini yanlış buluyorum'' demişti. Halkın hendeklerin kazılmasına ve barikatların kurulmasına yönelik tavrı nasıl? Altan Tan gibi mi düşünüyor bölge halkı?

Çok farklı görüş var insanlar arasında. Mesela, Nusaybin'de bir kadın ''90'lı yıllarda hendek mi vardı burada? Biz aynı acıları 90'larda da yaşadık. Geldiler, evlerimize girdiler, çocuklarımızı alıp götürdüler. Kimisi kaybedildi, kimisi cezaevine konuldu'' dedi. 

Ama ''Hendekler olmasaydı bu çatışmalar evimizin önünde olmazdı'' diyenler de var. Çatışmalar genelde yoksul mahallelerinde oluyor. Buna karşı da bir tepki var.

Diyarbakır'da Sur halkı içinde ''Neden Diclekent'te, Bağlar'da çatışma olmuyor, hayat orada normal akıyor da, biz bu savaşın yükünü taşıyoruz'' diyenler de var. Bir yandan da savaşı ranta çeviren gruplar var. 

- Kimler bunlar?

Mesela nakliyeciler arasında bunu yapanlar var. Normalde 50 liraya taşıyacağı eşyaya Sur'da yaşanan büyük göç sırasında 400 lira fiyat çekiyor. Zaten Diyarbakır Büyükşehir Belediyesi de inceleme başlattı bu durum için. Diyarbakır özelinde acı bir tespitim daha var. O da savaşın yükünü bölüşmemiş oluşudur. Bana göre Diyarbakır'ın kendi içinde gizlediği bir Serhıldan ruhu var. Ama bu Serhıldan'ın ne zaman olacağına ne örgüt, ne siyasal partiler ne de demokratik kitle hareketleri karar veriyor. 

 

- Sur halkının ''Diclekent'te, Bağlar'da hayat olağan akışında devam ediyor. Savaşın yükünü neden biz taşıyoruz'' dediğini aktardın. Hendekler için neden Sur tercih edildi?

Sur'da sokaklar dar. Savaş için koşullar uygun görünüyor orada. Diclekent dediğiniz yer, 10 katlı, 15 katlı apartmanlardan, sitelerden oluşuyor. Oraya neyin hendeğini kazacaksınız ki. Zaten Kürt burjuvazisinin böyle bir deneyimi de yok. Ama Sur içinde yaşayan insanlar, 90'larda boşaltılan köylerden, savaştan kaçıp gelen insanlar. Biraz askeri - stratejik bir şey anladığım kadarıyla Sur'un seçilmesi. İdil'de de, Nusaybin'de de zaten her yerde hendekler yoktu. Bu benim çok da üzerine yorum yapabileceğim bir şey değil.

Diyarbakır'daki hendek algısıyla, Cizre'deki, Nusaybin'deki hendek algısı da birbirinden çok farklı. 

- Ne fark var?

Cizre’de, Nusaybin’de hendekler sahipleniliyor. Halk hendeklerin kendi güvenlikleri için olduğunu söylüyor. Halk kaçıp gitmeyi ihanet olarak değerlendiriyor. Kalmak istiyorlar ama, bir savaşın ortasında kalmış olmaktan da çekiniyorlar. 

Diğer yandan da, hendeklerin arkasında duranlar, orada yaşayanların çocukları. Hiçbir ana da evladını ateşin içinde bırakıp gitmek istemiyor. Öleceksem ben de evladımla birlikte ölürüm düşüncesi hakim orada. Sur içinde, yasakların olduğu bölgelerde, 2 bin kişini olduğu söyleniyor. 

 

'Kürt basınından bir muhabirin habere duygusunu katmaması mümkün değil'

 

- Kürt medyasının durumu nasıl çatışma koşullarında?

Kürt basınından arkadaşlar, zor şartlarda, devletin baskısı altında bölgede habercilik yapmaya çalışıyorlar. Bir de yaşanan ölümlerin, çatışmalarda yaşanan trajedilerin, acıların muhattapları, onlara çok uzak insanlar değil. Bazısının kapı komşusu ölüyor, bazısının arkadaşı ölüyor. Yaşanan acılar, Kürt basınında çalışan arkadaşlar için büyük bir empati zemini doğuruyor. Dolayısıyla bu haberi sunuş tarzına ve diline de yansıyor. Bir CNN Türk muhabiri gibi dümdüz bir şekilde haberi vermesi mümkün olmuyor yani. 

 

'Barış için, gerçeğin peşinde olan insanlara ihtiyaç var'

 

- Çalıştığın yerler içinde en çok nerede zorlandın?

Hava kararınca her yer zor. Bir yerden başka bir yere gitmek, arama noktalarından geçmek… Her şey zor. Herkese kendini anlatmak zorundasın. Halka da, hendek arkasındaki gence de, arama noktasındaki polise de gün içinde defalarca bir fotoğraf için derdini anlatmak zorundasın. 5 aydır bir gün bile telefonumun alarmına uyanamadım mesela. Her sabah bomba sesleriyle, patlama sesleriyle uyandım. Ama bunu yapmak da zorundayız. Çünkü barış için, gerçeğin peşinde olan, kamuoyunu bilgilendirme çabasında olan insanlara ihtiyaç var.  

'Bizim için artık çok geç'

 

- Psikolojik olarak yıpranmış hissediyor musun kendini?

Psikolojimin iyi ya da kötü olduğunu tartacak kişi ben değilim. Depresyona girecek vaktim de yok açıkcası. ‘Bizim için artık çok geç’ diye bir sloganım var bölgede çalışan gazeteciler için. Ölüm, acı, üzüntü… Her şey normalleşiyor. Bir gün barış olursa ve kendi evimde oturursam belki o zaman yüzleşebilirim yaşadıklarımla.


Fotoğraflar: Murat Bay