Kültür-Sanat

Çapaklanmış kalpler ve yalnızlığın iki hali

Yasemin Çongar’ın "Çapaklanmış kalpler ve yalnızlığın iki hali" başlıklı bu yazısı EX LIBRIS / DÜNYA BUNLARI OKUYOR adlı köşede (23 Temmuz) yay

23 Temmuz 2011 03:00

T24 - Taraf Gazetesi Genel Yayın Yönetmen Yardımcısı Yasemin Çongar’ın "Çapaklanmış kalpler ve yalnızlığın iki hali" başlıklı bu yazısı EX LIBRIS / DÜNYA BUNLARI OKUYOR adlı köşede (23 Temmuz) yayımlandı.



Çapaklanmış kalpler ve yalnızlığın iki hali


Dilin kudreti, kelimelerinin kıtlığındadır bazen. Bu kıtlığı bir yoksulluk işareti sayıyoruz oysa çoğumuz; kültürün tıfıllığıyla, aklın tembelliğiyle açıklıyoruz hatta. Ama illa ki bir zaaf mıdır her bir halin adını koymamış olmak? Ayniyete direnme hakkı yok mudur bir şeklin, bir lezzetin, bir derdin, bir duygunun? Adsız kılmak da, bu hakkın tanınması değil midir bir bakıma? Benzerlikleri kadar benzemezliklerinin de sonsuzluğunda serbest bıraktığınız, mânâlarına tek tek kelimelerle set çekmeksizin, anonimliğin magmasında sabırla demlendirdiğiniz duygularınız yok mu sizin; onları tanımadığınızı söyleyebilir misiniz? “Adı yoksa, kendi de yok” diyebilir misiniz içinizdeki o boşluk hissi için? Hem bu iflah olmaz anlatma çabamız, biraz da adlandıramamamızdan kaynaklanmıyor mu? Tarif, teşbih, ve son tahlilde edebiyat, tekil kelimelerle zapturapt altına alınmamış hallerimiz sayesinde var olmuyor mu? Her biri ayrı birer kılcal damar misali kimliksiz ama bir başına çatlayıp kanamaya da pekâlâ muktedir anlamlarla beslenmiyor mu hissiyat dediğimiz o gevşek ilmekli, bol düğümlü doku?


Böyle bütün gün oynayabilirim ben; bu soruları ve bu soruları aklıma düşüren loşlukları seviyorum çünkü. İki ayrı hali tek nefeste anlatan “yalnızlık” kelimesini seviyorum mesela.
 Başkalarıyla aramızdaki fiziksel ya da duygusal irtibat biz istemeden kesildiğinde aklımızı kemirmeye başlayan o yoksunluk hissiyle, bizzat tercih ettiğimiz bir tekliğin, tenhalığın verdiği o huzurlu özgüven hali arasındaki farkı, adlardan ziyade tariflerde aramayı seviyorum.


Anglosaksonlar oysa, ayrı kelimelerle anlatırlar bu iki hissi: İngilizcede, mesela, yalnızlığın lonelinesshali, tedaviye muhtaç bir maraz gibi girmiştir psikolojinin diline; buna karşın yalnızlığın, Latincesolus’tan türeyen solitude hali, başlı başına bir tedavi gibi önerilir hasta ruhlara. Almancada kezâ,alleinsein ile einsamkeit kelimeleri, benzer görünseler de iki ayrı veçhesini anlatırlar tek başınalığın. Alleinsein iyidir de, einsamkeit kötüdür sanki; bu kelimelerin kisvesinde, tabii veya iradi bir “yalnız olma” hali ile, gayrıtabii, gayrıiradi bir “yalnız kalmışlık” hali çatışır. Buna karşın neo-Latin diller, bu halleri kelimelerle ayırmazlar birbirinden: Fransızca solitude, tıpkı Türkçe “yalnızlık” gibi, müspet de olabilir menfi de; İspanyolca soledad, bir yaranın, bir azabın, bir kâbusun adı olduğu kadar, müstakil bir kudretin ifadesine de dönüşebilir. Bu durumda, kelimenin kendisi kifayetsiz kalacaktır haliyle; adlandırmanız yetmeyecek, daha söze girerken meramızı anlatmaya başlamanız gerekecektir.


Le magazine littéraire
 dergisi, Temmuz- Ağustos sayısındaki özel dosyasında tam da bunu yapıyor.“Ovid’den Blanchot’ya Yalnızlığın İki Bin Yılı” başlıklı geniş dosyada, Kierkegaard kadar Karen Blixen’ın, Defoe’nun Robinson’ı kadar Camus’nün Mersault’sunun tek başınalığını da okurken, yalnızlığı yokluktan varlığa, tekillikten çoğulluğa, zaaftan zenginliğe taşıyan bir edebî çabaya tanıklık ediyorsunuz aslında. Dosyanın editörlüğünü üstlenen Maxime Rovere’in başyazısındaki iyimserlik de, ancak böyle bir çabadan süzülebilir sanırım:


“Yalnızlık hissimiz, olduğumuzdan daha iyi de edebilir bizi. Evet, işlevlerimizi yerine getiremediğimiz veya kendimizi bir rolle özdeşleştiremediğimiz zaman, kuluçka dönemlerinin en haz vericisine ya da özgürlüğümüzü yaşayabileceğimiz bir kenarda kalmışlık haline de kavuşabiliriz pekâlâ.”

 

Post-modern zamanlarda bir Tartuffe


Kudretle zayıflığı, özgürlük duygusuyla yoksunluk hissini harmanlayan haliyle “yalnızlığın” romanını okuyorum şimdi. 1962 Inverness doğumlu İskoç kökenli Britanyalı yazar Ali Smith, Türkçesi Dost Körpe’nin tercümesiyle Everest’ten çıkan 2005 tarihli romanı Accidental ’dakine (Rastlantısal) benzer bir fikirle çıkmış yola. Yine bir “yabancı” var orta yerde, yine “ait” olmadığı bir çevreye sızıyor ve biz yine bu “yabancı” sayesinde, zamanın iktidarı ve tesadüflerin hükmü üzerine düşünüyoruz. Ama bu yeni roman, Accidental ’dan farklı olarak, bir ailenin –yine o “yabancı”nın müdahalesiyle kristalleşen– iç dinamiklerinden ziyade, birbiriyle tamamen ilgisiz, ayrı yaş, cinsiyet ve kişiliklerde dört insanın kendi hayatlarıyla hesaplaşmalarının tanığı kılıyor bizi. Romanın “yabancı”sı Miles Garth, orta yaşlı bir adam; bir arkadaşıyla birlikte akşam yemeği için gittiği ve bizzat tanımadığı bir ailenin evine, Molière’in üç buçuk asır önce ruh verdiği Tartuffe karakteri misali “davetsiz” biçimde yerleşiyor. Ama “işgalci” Tartuffe’ün ikiyüzlülüğünden eser taşımayan, iyi niyetli, handiyse naif bir “sığınmacı” Miles. Ana yemekle tatlı arasında sofradan kalkıp, sessizce üst kattaki misafir yatakodalarından birine kilitliyor kendini ve izleyen günlerde oradaki varlığıyla –ve aslında yokluğuyla– huzurunu kaçırdığı katı, zengin, sıkıcı ailenin olmasa bile, hayatlarına usulca dokunduğu dört “yalnız” ve “yabancı” insanın monoton iç monologlarında incecik birer çatlak yaratabiliyor. O çatlaklardan sızanın, bu dört karakterin her birini olduğundan daha iyi yapabilecek bir başka “yalnızlık” ihtimali olduğunu, okudukça kavrıyorsunuz.

 

Kurtarıcı ve yap-bozcu işleviyle tesadüf


Smith, yeni romanına tercümesi imkânsıza yakın bir ad vermiş: There but for the (Eğer olmasaydı). Esasen, İngilizcedeki eski bir deyişin ilk bölümünden oluşuyor bu ad; “There but for the grace of God, go I...” “Eğer Tanrı’nın merhameti olmasaydı ben de gidecektim” ya da “Başıma çok kötü şeyler gelebilecekken Tanrı beni korudu” anlamındaki bu söz, bugün artık dinsel içeriğinden âzâde biçimde, daha ziyade bizdeki “verilmiş sadakası olmak” deyimi gibi, bir kazayı, bir belayı biraz da “şans eseri” olarak zarar görmeden atlatmak anlamında kullanılıyor. Sözün özü, tesadüfü işaret ediyor.


Kelimelerle oynamayı, deyimleri tersyüz etmeyi, çift anlamlılık üzerinden okura sürpriz yapmayı çok seven bir yazar Smith; bu kitabında da bolca oynuyor, üstelik bu oyunları sadece anlatının bir “aracı” olarak değil, karakterlerin bizatihî bir “eğlencesi” olarak da kullanıyor. Başta kitabın dört anlatıcısından biri olan, dokuz yaşındaki, yalnızlığı zekâsından menkul Brooke adlı kız çocuğu olmak üzere, romanın bütün “sempatik” karakterleri, mecazlarda, cinaslarda, kafiyelerde mahir oldukları kadar, bu maharetleriyle bizzat dalga da geçebilen tipler. Bu sayede, oyuna siz de katılarak, adla anlam, mânâyla ima, teşbihteki hatayla çağrışımdaki işaret üzerine düşünerek okuyorsunuz romanı.


There but for the
 adı da oyunun bir parçası. Smith, odaya kapanan Miles’ın hikâyesini, daha doğrusu onun farklı zamanlarda farklı aynalarda bıraktığı sûretlerin hikâyesini dört ayrı karakterin gözünden anlattığı dört bölüme, sırasıyla “There,” “but,” “for,” “the” başlıklarını veriyor ve her bir bölümü bu kelimelerle başlatarak, bir yandan geleneksel bir deyişi parçalayıp yeniden kurarken, bir yandan “şans” ya da “tesadüf” dediğimiz şeyin, hayatlarımızı her an benzer bir yapısökümden geçirebileceğini hatırlatıyor bize.

 

Hayatın anlamı üzerine terennümler


Evsahibesi tarafından Miles’ın geçmişinden kazınarak, eski arkadaşını odadan çıkmaya razı etmesi için çağrılan ve Miles’ı pek az tanımasına, daha da az hatırlamasına rağmen, çağrıya uyarak odanın kapısını tıklatmayı kabul eden ilk kişi, romanın ilk bölümünün anlatıcısı aynı zamanda. Adı, Anna. Kırkbeş yaşlarında işini yeni bırakmış, “orada olmanın” anlamı üzerine kafa yoran bir kadın. Kısa bir süre önce, bir gece, rüyasının orta yerinde uyanıveriyor:


“Göğüs kafesinin içindeki kalbini görmüştü. Atmakta çok zorlanıyordu, çünkü kalın kabuklu, sabahları uyandığımızda gözlerimizin kenarından temizlediğimiz şeye benzeyen bir zarla sarılmıştı kalbi. Uyandı, oturdu ve elini kalbinin üzerine koydu. Sonra kalktı, banyodaki aynaya gitti ve baktı. İşte oradaydı.”


Orada olmak dediğimiz şey görülmek mi yoksa? Görünür olmak mı? Anna, otuz yıl önce, bir kompozisyon yarışmasını kazanan liseliler grubuyla yaptığı ve “bu kadar utangaç olduğunu bilmediğini” ilk kez anladığı Avrupa seyahatinde, kısacık bir süre için de olsa onu yalnızlığın melankolisinden çekip çıkaran Miles’ı hatırlamaya çalışırken, zamanımızın yeni yalnızlık biçimlerini de düşünüyor:


“Belki de yeni bir psikoz vardı, Tenisçilerin Psikozu (TP)… Her an, her hareketinden derinlemesine etkilenen, her tepkinde, her önemli ânında neşeyle / heyecanla / hayal kırıklığıyla / üzüntüne sevinerek tepki veren bir seyirci kitlesinin seni izlediğine inanarak geçiyordun hayatın içinden. Herhalde bütün profesyonel tenisçilerin ve belki de hâlâ Tanrı’ya inanan herkesin bir ölçüde buna benzer bir şeyi vardı. Ama bu şeye sahip olmayanların, bu dünyada daha az var oldukları anlamına mı geliyordu bu ya da en azından, kendilerini daha az izlenir hissettiklerinden daha farklı var oldukları anlamına mı geliyordu? Tenisçilerin tanrısına dua etsek iyi olacak, diye düşündü.”


İkinci bölümün anlatıcısı, yaşı altmışa dayanmış bir BBC çalışanı, evli bir adamla ilişki yaşayan bir eşcinsel, kendisi küçükken intihar eden ressam annesinin hayaletini sürekli omzunda gezdiren ve Miles’ı yemek davetine getiren kişi olan Mark ise, Anna’dan alabildiğine farklı bir tip. Ama biraz da, Miles’ın mahpusluğu, onu kendi sanal hapishanesiyle yüzleştirdiği için, Anna’nınkiyle kesişen bir hesaplaşma yaşıyor. Internette porno sitelerine girdiği iki seferde de, hemen ardından başka sitelere girme ihtiyacı duymasındakine benzer, umarsız bir arınma ihtiyacı taşıyor içinde:


“İkinci seferinde Google’ın görseller kutusuna sadece ‘güzel bir şey’ diye tuşladı. Güneşe bakan yaprakların resmi geldi ekrana. Fotoşopla pürüzsüzleştirilmiş, uyuyan sarışın bir kadınla bir bebeğin resmi geldi. Bir kuş resmi. Rahibe Theresa’nın resmi. Parlak metalden yapılma modernist bir binanın resmi. Kendi ellerine bıçak saplayan iki kişinin resmi. Google çok tuhaftı. Her şeyi vaat ediyordu ama her şey yoktu orada. İhtiyacınız olan şeyin adını tuşluyordunuz ve o anda ihtiyacınız olan şey, aynı anda hakikaten ihtiyacınız olan şeylerin gölgesinde anlamsız hale geliveriyordu ve bunların hiçbirinin cevabı Google’da yoktu.”


Sanal âlem ya da romanın üçüncü anlatıcısı olan seksen dört yaşındaki May’in manidar bir yanılgıyla adının “intimate” (mahrem) olduğunu sandığı internet, sadece Mark’ın düşünceleri sayesinde değil, Miles’ın gönüllü oda hapsini, “en son çılgınlık” olarak haber sitelerinde takibe alıp, onu bir tür postmodern kült liderine dönüştürerek, etrafında “sanal” bir cemaat oluşturacak kadar mütecaviz olabilmesiyle de kitapta merkezî bir konuma yerleşiyor.


Esasen Smith, Miles’ın dış dünyayla irtibatını büsbütün keserek, dört duvar arasında bir başına varolmayı denemesinin, internet sayesinde bugün artık bir “tercih” bile olmadığını gösteriyor bize. 
Her şeyi vaat etse de, hakikatte hiç bir vaadini yerine getiremeyen sanal âlem, tekbaşınalığın kudretini bile yasaklıyor bize. Ve uğradığımız sitelerin, sığındığımız sohbet odalarının, yalnız olmadığımızı haykırdığımız yüz kırk karakterlik mesajların hiçbiri, kalplerimizin çapağını temizlemeye yetmiyor aslında.


Geriye, dokuz yaşındaki Brooke’un, Anna’dan duyduğu “involuntary” (gayrıiradi) kelimesini yüksek sesle tekrarlamasının nedenini açıkladığı o harika cümle kalıyor. “Anlamını biliyorum; sadece söylemenin ağzıma nasıl bir his vereceğini anlamak için söyledim.”


Sürekli birilerince takip edildiğimizi bilerek, sürekli bir ihtiyacımızı tuşlayıp, ekran başında cevap bekleyerek gömüldüğümüz yalnızlığımızı derinden hicvediyor Smith. Ama sadece ağızdaki hissi için bile söylemeyi seçtiğimiz, oyunları ve cilveleri hiç bitmeyen, hiç bitmeyecek olan kelimelerimizle çoğullaşan yüksek sesli bir tek başınalığın önünde eğilmeyi de ihmal etmiyor.