Kültür-Sanat

Cannes Film Festivali'nin en kötü dört filmi

"O kadar kötüleri ki merak edip izlemek isteyeceksiniz"

30 Mayıs 2016 19:04

Sanatatak yazarı Alin Taşçıyan, 69. Cannes Film Festivali'nin Resmi Programı'ndaki en kötü filmleri seçti.  "O kadar kötüleri ki merak edip izlemek isteyeceksiniz" diyen Taşçıyan'ın en kötü film listesi şöyle: 

Alin Taşçıyan'ın "Mahşerin dört palmiyesi" başlığıyla yayımlanan yazısı şöyle:

69. Cannes Film Festivali'nin Resmi Programı'ndaki en iyi filmler tartışılır ama en kötü dört film pek tartışma götürmüyor! En iyileri kare as diye tanımladığımıza göre en kötülere de Mahşerin Dört Atlısı diyebiliriz! O kadar kötüler ki merak edip izlemek isteyeceksiniz!

1- “Beyaz kurtarıcı” fantezisiyle: The Last Face

Özellikle bir numarada yer alan Sean Penn’in “The Last Face”i hakkında söylenen ve yazılanlar hazmedilir gibi değil, ama hak etmediğini kimse savunamaz! Neresinden tutsak elimizde kalan, hem sinematik hem ahlaki açından düşkün bu filmin hakkındaki onlarca yergi duyduk ve okuduk, bir tane olumlu görüş beyan eden çıkacak mı merak ediyoruz… En çok zıtlaşan eleştirmenler bile Afrika’daki Medecins de Mondeüzerinden bir “beyaz kurtarıcı” fantezisi kuran bu filmin üstenci bakışını, duyarsızlığının skandal düzeyinde olduğunda hemfikir. Filmin başta neden bahsettiğinin ayırdına varamamak düzeyinde senaryo ve karakterler olmak üzere sinema açısından yetersizliğiyle Altın Palmiye’ye aday olabilmesi ise başka bir skandal… 19 Mayıs sabahı yapılan basın gösteriminde daha jenerikte filmin konusunu şairane biçimde özetlemeye çalışan bir yazı geçince gülüşmeler başladı. Ancak filmin Liberya’daki iç savaşta görev yapan doktorların kahramanlığına ve aşkına odaklanan politik açıdan yanlış ötesi bir niteliğe sahip olduğu ortaya çıkınca utançtan gülemedik bir daha. Sonunu getirebilenler ise Cannes geleneğine uygun olarak yuhalamış filmi, onlar arasında değildim çok şükür!

2-’80’li yıllar Yeşilçam filmi: The Neon Demon

İki numarada Nicolas Winding Refn’ın The Neon Demon'ı yer alıyor. B sınıfı ve gore meraklısı Danimarkalı yönetmen “Pusher” filmleriyle tanındı, söylemesi zor geliyor ama “Bleeder” ile Saraybosna Film Festivali’nde FIPRESCI Ödülü almışlığı bile var! Vaktinde Nazileri anlayabildiğini beyan ederek kendini Cannes’dan aforoz ettiren Lars von Trier’in yokluğunda, Danimarkalı deha kontenjanından “Sürücü / Drive” ile yarışmaya seçilip tartışmalı bir En İyi Yönetmen Ödülü kazanınca ciddiye alınmaya başlandı. “Sadece Tanrı Affeder / Only God Forgives” ile yeniden Altın Palmiye için yarıştı. O zaman da birbirinden olumsuz eleştiriler aldı ve kariyerinin bu doğrultuda devam edemeyeceği ileri sürüldü… Ama Refn, daha da zevksiz ve abartılı bir filmle yine Cannes’da. Xavier Dolan’ın “Juste la Fin du Monde”(Sadece Dünyanın Sonu) filminden sonra ve Sean Penn’in “The Last Face”inden önce gösterildiği için şamar oğlanı olmaktan kurtuldu. Refn’dan yeni bir Tarantino çıkacağını bekleyen varsa istismar sinemasına daha çok katlanacağız demektir! Elle Fanning, “The Neon Demon”da güzelliğiyle herkesi büyüleyen, taşradan Los Angeles’a gelir gelmez moda dünyasında parlayan, 16 yaşında kimsesiz masum kız rolünü üstleniyor. Ama Refn, koyu renk dipleri görünen sarıya boyalı ve özensizce ondüle yapılmış saçlarının dahi doğal olduğunu ileri sürerek hakikaten baltayı taşa vuruyor! Filmin içeriği ’80’li yıllar Yeşilçam filmi, estetik düzeyi zaten ’80’li yıllar Beyoğlu pavyonu, dekorundan, kostümünden ışıklandırmasına varıncaya dek! Diş kamaştıran dişileri kanla yıkamak da Refn’ın sinemasının olmazsa olmazlarından biri…

3- O kadar yapay, özenti: Sadece Dünyanın Sonu

Xavier Dolan ise önüne serilen kırmızı halıdan yukarı gururla tırmanmaya devam ediyor ama her basamakta başka türlü sendeliyor. “Annemi Öldürdüm / J’ai tue ma mere” gibi etkileyici bir filmle başlayan yönetmenlik macerasında “Mommy” ile hala anlam veremediğim bir doruğa ulaştı. Hangi yeni yetme yönetmene ustaların ustası Jean - Luc Godard ile Cannes’da Jüri Ödülü paylaşmak nasip olur ki! Kanadalı Dolan’ın, bu hak edilmemiş başarıyla başı döndüğü yetmezmiş gibi bir de Fransız film endüstrisinin olanakları önüne serilmiş. Dönemin en gözde aktrislerinden Marion Cotillard ve Lea Seydoux’yu bir araya getirmek meseleyken bir de Gaspard Ulliel ile Vincent Cassel’i bir araya getirip Nathalie Baye’ın ustalığıyla hepsini taçlandırma şansına erişmiş. O da kamerayı hepsinin yüzüne dayamış! Yakın planlarda abartılı mimiklerinden duygu yansıtmaya çalışmış, ama karakterlerin durmaksızın bağırıp çağırmasından ve tartışmasından izleyiciyi serseme çevirmiş. Her şey o kadar yapay, özenti ve inandırıcılıktan uzak ki onlarla duygusal bağ kurmak mümkün görünmüyor.

4-Riccardo Scamarcio’ya yazık: Pericle il Nero

Stefano Mordini imzasını taşıyan ve yapımcıları arasında Dardenne Biraderler’in bulunduğu “Pericle il Nero” ise bir noir için bile tuhaf ve aşağılayıcı bir yapıt. Esasen ironik olması planlanmış ama kendini ciddiye alınca tonunu tutturamamış bir film. İlk basıldığında göze çarpmayan, Fransa’da yayınlanıp başarılı olunca İtalya’da yenilen basılan Giuseppe Ferrandino imzalı bu romanı Abel Ferrara uyarlamayı planlamış… Belçika’daki İtalyan toplumu içinde geçen film İtalyan göçmenlere karşı önyargıları körükleyecek önyargılarla dolu! Belki tam da bununla alay ediyordur ama bunu filmden okumak mümkün değil! Adını Atina’nın tarihindeki en iyi hükümdarlardan biri olan Pericles’ten almasına rağmen mafya tecavüzcüsü bir anti-kahramanın öyküsünü anlatıyor. Napoli kökenli Don Luigi beğendiği pizzacıları zincirine katmak için Pericle’yi gönderip onlara tecavüz ettirir! Aileden biri ‘gibi’ olan Pericle’ye ödeme bile yapmaz, hayatını pornografik filmlerde çalışarak kazanır! Don Luigi’nin, Pazar ayininde kendisini eleştiren rahibe de tecavüz etmeye gönderdiği Pericle yanlışlıkla rakip mafyanın liderinin kızkardeşini öldürünce ortadan kaybolmak zorunda kalır… Gülmemiz gereken durumlarda dehşete düştüğümüz, Napoli, mafya, şiddet ve pizza ile özdeşleştirilen bir göçmen altkültürüne odaklı olması dolayısıyla meseleyi iyice zıvanadan çıkaran filmde Riccardo Scamarcio’ya yazık olmuş! Üstelik yapımcılardan biri de hayat arkadaşı, şahane kadın oyuncu Valerio Golino! Muhtemelen belgeselden uzun metraja geçen yönetmenin kurbanı oldular!