27 Kasım 2016 15:46
Türk edebiyatının en çok kazanan yazarlarından Nermin Bezmen, merakla beklenen Shura'nın devam hikayesini yazdı. Kitabında Shura'nın Paris'te 1924-26 yılları arasında yaşadıklarını anlatan Bezmen, son anda geri çekilen cinsel istismar önergesi hakkında da bir kadın edebiyatçı olarak "Canım ülkemin canım insanları için düşünülen, hazırlanan gelecek o kadar içimi acıtıyor ki. Bir tabir vardır ya; 'gözyaşlarım kurudu' diye. Yaşadıklarımız..." diye konuştu.
Nermin Bezmen'in Hürriyet'ten Cengiz Semercioğlu'na verdiği söyleşi şöyle:
Yeni kitap “Shura”, kasımın ilk haftasında çıktı. Nasıl geri dönüşler aldınız şimdiye dek?
- Evet, Kasım’ın 6’sı gibi dağıtımı yapıldı. Çok heyecanlıyım ve kitabı okuyanlardan çok iyi yorumlar alıyorum. Okurla tekrar buluşmak gerçekten heyecan verici.
Son kitabınızın ardından ne kadar ara verdiniz?
- 3 sene oldu.
Peki bu 3 senelik arada bir yazar ne yapar?
- Ben araştırma yaparken, sadece odaklandığım konuyla ilgili kitaplar okuyorum. Diğer kitaplardan uzak duruyorum. Dolayısıyla büyük bir açlığım oluyor. Böyle aralarda deli gibi bir okuma krizine giriyorum.
“Kurt Seyt&Shura” ve “Kurt Seyt&Murka”dan sonra seriye “Shura” ile devam ediyorsunuz...
- Aslında “Kurt Seyt&Shura” ve “Kurt Seyt&Murka”ya “Mengene Göçmenleri” de dahildir. Bir de “Dedem Kurt Seyt ve Ben” diye bir kitabım var. O biraz deneme-anı kitabı gibidir. Ama son kitabıma konu olan kahramanlarımla birebir bağlantılı olan üç kitap vardı, bu dördüncü oldu.
Son kitapta hangi dönemi anlatıyorsunuz?
- Birinci kitapta okurlarımın hayranlığını kazanmış bir kadın vardı; dedem Kurt Seyt’in büyük aşkı Shura... Biz onu ilk romanın sonunda 1924 baharında Paris’e gitmek üzere Karaköy rıhtımından uğurlamıştık. Okurlarım çok mutsuz olmuşlardı. Ama gerçek bir öykü olduğu için ben onu allayıp pullayıp istendiği gibi bir netice yaratamazdım. Hüzünlü biten bir romandı. Akabinde hemen Shura’nın hayatını yazmaya niyetlenmiştim. Ama birinci kitapta dedem esas kahraman olduğu için, devamında dedem paralelinde 1924 ve 1944 yıllarını yazmıştım. Şimdi tekrar 1924’ün baharına dönüp, Shura’yı gittiği noktadan ele alıyorum.
Peki Shura’yı Paris’e uğurladıktan sonra ne oluyor?
- O kadar enteresan bir dönem ki Fransa için... Harpten sonra sanat ve edebiyat dünyasının müthiş bir devinim yaşadığı, avangart sanatçıların en iddialı şekilde ortaya çıktığı bir dönem. Shura’mız beyaz Rus diasporasının içinde belki de hayatının en renkli bölümünü yaşıyor. Çünkü Rasputin’in katili olan Prens Felix Yusupov’un karısı Prenses Irina’yla beraber açmış olduğu bir moda evi var. Shura orada mankenlik yapıyor. Diğer mankenlerin çoğu kontes, barones vs. Çalışanlar hep asiller, hepsi beyaz Rus göçmeni. Ve onun çevresinde de İvan Bunin, Gaito Gazdanov ve Nina Berberova gibi beyaz Rus yazarların ilk kalem oynatarak Paris’te hayat kazanma çabaları, yine Picasso’nun yeni yeni kendini duyurmaya başladığı bir dönem var ve hep bu çevrenin içerisinde Shura. Dolayısıyla sadece Shura’yı anlatarak geçemedim.
Hangi yıllar arasında bu dönem?
- 1924 ve 1926 yılları arası... Shura’nın yine hayatında dönüm noktası olacak bir karar verdiği 1926 yılına kadar geldim. Orada da bitti. Zaten 554 sayfa olmuştu. Devamını şimdi yazıyorum.
Devamı gelecek yani?
- Evet. Devamı da artık hayatının sonuna kadar olan kısmı olacak.
O son kitap mı olacak?
- Shura’yla ilgili son kitap olacak.
Dedenizin ve Shura’nın hikayesi, sizin edebiyat hayatınızda çok önemli bir yer tutuyor. Neden bu kadar etkiledi bu konu sizi?
- Herhangi bir çocuğun dedesine duyduğu sevgi, ilgi veya meraktan farklı bir sevgi ve bağlılıktı benimki. Bir kere, onu tanıma şansına ermedim. Fakat çok küçüklüğümden beri gördüğüm sepya fotoğrafları ve annem, anneannem tarafından anlatılan hikayeleriyle beslendim. Çocukken en etkilendiğim kahraman dedemdi. Okuduğum bütün masalların, hikayelerin içindeki kahramanlar bir yana, dedem bir yanaydı. Bir de sanırım anneannemin çok iyi bir masalcı olmasının tesiriydi. Çünkü o kadar tiyatral bir şekilde anlatırdı ki, dedemi görür hale gelirdim. Ve derdim ki hep o küçücük yaşımda; “Dedem de çok müthiş bir kahraman. Niye onun kitabını hiç kimse yazmamış?” Tabii yaşım ilerledikçe, yaşımın anlayabileceği detaylar da bana sunulmaya başlandı. Gittikçe büyüdü benim hayalimde.
Ve hayatını kaleme almaya başladınız...
- Beni romana yönlendiren en büyük faktör şu oldu; birdenbire geçmişimle geleceğim arasındaki son kuşak olduğumu fark ettim. Ailem için kütüphanemize bırakacağım bir arşiv dosyası olsun diye başladım yazmaya. Fakat çalışmam, ruhen de, zihin olarak da, kalben de beni çok içine aldı. Dünyam değişti diyebilirim. Anneannemle 2 sene boyunca oturduk, tekrar hikayeyi konuştuk. Artık o olgun yaşın getirdiği soruları sorarak ve dinleyerek not aldım. Sonra 1-2 sene de ansiklopedik bir arşiv çalışması yaptım. O dört senenin sonunda yazmaya oturduğumda, kendiliğinden yazıldı gitti. Kendimi dedeme o kadar yakın hissettim ki... Belki onun için âşık olduğu kadını o kadar sevdim. Anneannemin kıskançlığına rağmen...
Öyle mi?
- Sonuna kadar kıskanarak yaşadı.
Anneannenizi ne zaman kaybettiniz?
- 1996 yılında. 90 yaşındaydı.
Kitaptan haberdardı o halde?
- Kitap yazdığımı biliyordu, fakat maalesef teyzem kendisini bizden uzaklaştırmıştı. Kitabımı gösterdiklerini düşünmüyorum.
Teyzenizin bu engellemesinden sonra hiç görüşemediniz mi?
- Yok. Teyzem görüşmememiz için her şeyi yaptı maalesef.
Teyzenizle de görüşmüyorsunuz anladığım kadarıyla...
- O da vefat etti. O konu da hüzünlü... “Kurt Seyt&Murka” kitabında anlattığım, çok gerilere; Birinci Dünya Savaşı zamanlarına kadar giden bir aile içi yanlışlık yüzünden hassas bir noktadaydı teyzemle ilişkimiz.
Peki Shura’da kendinizi bulduğunuz yanlar var mı?
- Çok... Çok severek yazmamın sebeplerinden biri de bu... O çok naif, kırılgan karakterine rağmen müthiş dirençli, özgüvenli, şikayet etmeden hayatı göğüsleyebilen ve o büyük aşkı arayan, onun için de her türlü cefayı keyifle göze alan bir kadın. Onu yazdıkça daha çok sevdim. Sevdikçe de daha çok yazmak istedim. Aslında romanı yazarken “anneannemle dedemin öyküsü olacak” diye yola çıkmıştım. Ama dedemin hayatından geçen tüm aşkları, hepsiyle tanışa tanışa yazdım. Üstelik bunlar anneannemin anlattığı hikayelerdi hep. En çok da onun için kendisine müteşekkirim. Çünkü yaşarken büyük kırgınlık duyduğu ve unutmak istediği şeyleri bana bütün detaylarıyla anlattı. Belki de geçmişiyle bir hesaplaşmaydı bu. Şöyle demişti bana; “Dedeciğin çok uğraştı ama ben ona bir türlü ayak uyduramadım. Ah bugünkü aklım olsaydı...”
Siz kimleri okursunuz?
- Çok severek okuduğum yazarlar var. Böyle seçerek isim vermek istemiyorum. Fakat ben yazardan ziyade içeriği seçerek okuyorum.
Neleri mesela?
- Zekayla duygusallığın iç içe olduğu öyküleri seviyorum. Tarih, mitoloji, felsefe, psikoloji kitapları da kaynak olarak gördüğümden çok keyifle okuduğum kitaplar. Son 1 senedir belki 250 kitap okumuşumdur.
“Shura”da anlattığınız bir göçmen hikayesi aslında. Göçmenlik, günümüzün sorunlarından. Günümüzden bir göçmen hikayesi yazmayı düşünmez misiniz?
- Benim zaten bütün ailem, gönülsüz göçmen. Sürgünlerle, zoraki göçlerle yer değiştirmiş insanların torunuyum ben. Benim kendi göç hikayem de çok. Belki de o sebepten yaşanan acıyı çok içimde hissediyorum. O duyguyla çok da güzel yazarım aslında ama günlük olayları takip edip yazan birçok yazarımız var. Onların içinde benzeri bir hikayeyle çıkmaktansa, kendime ait olanları anlatmayı tercih ediyorum.
Senaryo yazmaya neden devam etmediniz?
- Ne kadar tüketici olduğunu gördüm çünkü... Romanın bağımsızlığını seviyorum ben. Yazarlık çok bağımsız yapılan bir iş. Yalnızlığın içinde yarattığını kalabalıkla yaşamak çok farklı bir şey. Noktalayıp da okurla buluşturana kadar müdahale eden hiç kimse yok.
Dizi işinde ise yapımcı, yönetmen, oyuncu var...
- Çok yönlü ve herkesin kendi sanatının gözünden farklı gördüğü, yorumladığı bir şey. Ben romanımı kendi gördüğüm ve göstermek istediğim şekilde yazıyorum. Aynı romanı okumalarına rağmen; yapımcı ticari kaygılarını giderecek bir portre çıkarıyor. Senarist, işten yeni bir çocuk çıkarmak istiyor. Yönetmen, vizörün arkasından ne görmek istiyorsa onu görüyor. Bir de oyuncu devreye giriyor. Dolayısıyla çok katmanlı, farklı süzgeçlerden geçip ortak paydada buluşulan bir sanat oluyor...
Başka bir şeye dönüşüyor her durumda... Sizin kitabını okuyup da filmini izlediğiniz ve çok beğendiğiniz bir eser var mı?
- Kitabıyla filminin birebir olduğu hiçbir şeye rastlamadım.
Peki okurlarınız diziyi nasıl buldu?
- Benim çok fanatik okurlarım o değişiklikleri sevmedi. Gerçek bir öykü olduğunu bildikleri için, farklı kurgularla yönlendirilmesi hoşlarına gitmedi. Ama bir de ekranın farklı olduğunu bilip “Aynısı değil ama bu da çok güzel” diyenler oldu. Nitekim Ay Yapım, gerçekten şapka çıkarmak lazım, son ana kadar öyküyü hiç harcamadı. Son dakikaya kadar yeni yatırım yaparak öyküyü besleyecek karakterler koydu. Mesela Fahriye Evcen’in devreye girmesi... Hakikaten hiçbir fedakarlıktan kaçınmadan diziyi son ana kadar layık olduğu şekilde ayakta tutma çabalarına hayran oldum.
Memnun kaldınız o halde?
- Gayet memnun kaldım. Ay Yapım’la çalışmaktan memnun kaldım, onu söyleyeyim.
Çıkan işten?
- Ondan da memnundum.
Dizideki Shura’yı beğendiniz mi?
- Çok güzel bir Shura oldu. Açıkçası ben çok ürkerek bekliyordum. Böyle botokslu filan birini oynatırlar diye korkuyordum. Ama hakikaten oyuncuları cımbızla seçtiler. Shura’yı Farah Zeynep Abdullah’ın oynamasından çok mutlu oldum. Su gibi duru bir güzelliği var. Çok güzel yaşattı.
Peki ya Kıvanç Tatlıtuğ?
- Onu da çok beğendim.
Neden kısa ömürlü oldu peki dizi?
- Siz bu camianın içindesiniz. Reytinglerin nasıl hesaplandığını benden daha iyi biliyorsunuz. İkincisi; fanları Kıvanç’la Farah’ın kimyasının tutmadığı inancındaydı. Hissettiğim kadarıyla Kıvanç’ın yanına kimseyi yakıştıramıyor sevenleri. Bir de kimine dans fazla geldi, kimine Rusya kısmı. Halbuki bir masal gibi izlenebilirdi orası...
Belki dizi Türkiye’de başlasa, Rusya kısmı daha sonra flashback’lerle hikayeye yedirilse daha iyi olurdu...
- Kitap öyle başlıyordu. Yaşanan çöküşün kuvvetini hissetmek için Rusya’daki o şatafatı görmek önemliydi. Bunun dışında “Çarlık Rusyası’nda Türklerin Kırım’da ne işi vardı?” diyenler de oldu. Tarih bilmeyenlere de bir şey anlatamadık.
Sizin de senaryoya çok müdahale ettiğiniz söylendi...
- Öyle mi?
Evet. Kitabın çizdiği çerçevenin dışına çıkılmasını istemediğiniz sektörde çok konuşuldu. “Nermin Hanım çok karışır” deniyordu.
- O zaten anlaşmamızda vardı. Ben aynı zamanda senaryo danışmanı olarak projedeydim. Sevgili Ece Yörenç, her hafta yazdıklarını bana gönderiyordu. Fakat ben de daha önce senaryo yazdığım için ekran dinamiğinin romandan farklı olduğunu biliyorum.
Hangi senaryoları yazmıştınız?
- “Sırça Tuzak” diye bir senaryo yazmıştım. Most Yapım, Faruk Bayhan değerlendirecekti. Sonra romanlaştırdım ben onu.
Ben okumuştum o hikayeyi. Yıllar önce Faruk Abi, “Nermin Bezmen sıfırdan bir hikaye yazdı” demişti...
- Evet, o kitaba senaryo olarak başlamıştım. Onun için temposu çok hızlıdır. Çok beğendiler, çekimler başlayacaktı ama kanalla bir anlaşmazlık oldu. O kadar acıdım ki emeğime. “Ben bunu böyle bırakamam” dedim ve işte o zaman ekranın ne kadar acımasızca tükettiğini fark ettim. Düşünebiliyor musunuz bir bölümlük senaryodan 357 sayfalık roman çıktı. Dizilerde de bir bölümde bir roman gidiyor aslında. Ece Yörenç de her sorduğum konuda bana kendi açısından izahını yapıyordu. Fiziki olarak bazı şeylerin niye imkansız olduğunu veya romanımda ölmüş olan bir karakterin niye hâlâ yaşaması gerektiğini anlatıyordu. Hiçbir zaman da “Hayır böyle olmayacak” demedim. Sadece bir tartışma, konuşma sebebi yaratıyordum. Bir müddet sonra ondan da vazgeçtim. Nitekim çok değişiklik yapıldı. Ana hikayeden uzaklaşılmadı ama karakterler ilave edildi, ölenler yaşatıldı, daha devam edenler çıkarıldı...
Bunlardan mutsuz oldunuz.
- Mutsuz oldum demeyeyim. Anlayışlı olmaya başladım diyeyim. Esnedim.
Amerika’da nerede yaşıyorsunuz?
- New Jersey’de.
Uzun zamandır mı oradasınız?
- Son 1 senedir ağırlıklı olarak oradayız. Bir kızım ve bir oğlum var. Oğlum Türkiye’de, kızım Amerika’da.
Kızınız ne iş yapıyor?
- İlaç sanayisinde yöneticiydi. Fakat gördüklerinden sonra daha fazla o sektörün bir parçası olmak istemedi. İsyan edip işten ayrıldı. Birkaç senedir fotoğrafçılık yapıyor. Üç uluslararası ödül aldı. Oğlum da şirketini kapattı, resim, heykel işine girdi. Gayet para kazanmayan işlerde çoğalan bir aileyiz yani!
Siz Türkiye’nin en çok kazanan yazarlarındansınız. Geçen yıl kaçıncı oldunuz?
- Geçen yıl yeni kitabım olmadığı için sıralamada yokum. Birkaç senedir de listeye girmiyorum. Çünkü o listede asıl gözüktüğünüz zaman, yeni kitabınız çıktığı zaman.
Evet, en son 3 sene önce çıkarmıştınız...
- Benim için önemli olan; insanın sevdiği işten para kazanması. Bu konuda çocuklarımı da hep destekledim. Çok sevdiğim ve hobi olarak yaptığım bir işten hayatımı kazanıyorum, bu çok büyük mutluluk. Çok şanslı hissediyorum kendimi. “Boş durunca ne yaparsın?” diye soruyorlar, yine kitap yazarım ben.
En çok satan kitabınız hangisi?
- Tabii “Kurt Seyt&Shura”. 44-45 baskıya ulaştı.
Kaç satmıştır toplamda?
- 250 bin civarında.
Yurtdışı satışı oldu mu?
- 8 ülkeye tercüme edildi. En son Rusya’da çıkmak üzereydi. Daha ziyade Slav ülkelerinde yer buldu.
Toplam kitap satışınız 1 milyona yakın sanırım...
- Yakındır. 750-800 bin civarında.
Bu büyük başarı...
- Çok güzel bir şey. Zaten onun için kalıcı olmak istiyor insan. “Yüreğini, kütüphanelerini açtı insanlar bana, devam edeyim” diyorsunuz.
Yeni bir kitabınızın senaryolaştırılmasını ister misiniz?
- Yine Ay Yapım ciddiyetinde olursa isterim.
Bence “Aurora’nın İncileri” mutlaka uyarlanmalı...
- “Sır”ın devamıdır o. Ama Rusya’dan buraya gelişi bile yabancı karşılayan seyirci için çok farklı bir kültürde kalacak o kitap. Bir de cinsellik öğesi yoğun.
Film olabilir belki?
- Belki...
Teklif var mı peki?
- Var.
Hangisi için?
- “Sırça Tuzak” için görüşmeler var. “Sır”ın da sinopsisini Amerika’ya göndermiştim. Amerikalı bir yönetmene. Gittiğimizde konuşacağız.
Bir Hollywood yapımı mı olacak?
- Daha bağımsız. Fakat sanırım biraz da Hollywood desteği arıyorlar.
Neticede “Sır”, bir yabancı prodüksiyon olarak film olabilir...
- Zaten Amerika’da geçiyor hikaye. Dolayısıyla onlara daha cazip gelebilecek bir öykü. Pazartesi Amerika’ya dönüyoruz, inşallah güzel şeyler olur. Tolga’yı dizide ben oynatmadım
Torunlar kaç yaşında?
- Oğlumdan olan Pia, 6 yaşında. Pamira’mın kızlarının da biri 5 yaşında, diğeri 6 aylık. Bir de Tolga’cığımın oğlu Atilla var, o da 9 yaşında.
Nasıl bir duygu anneanne ve babaanne olmak?
- Çok büyük keyif. Ben zaten içindeki çocuğu yaşatmaya çalışan bir insanım. Onlarla beraber yeniden bebeklik, çocukluk dönemimi yaşıyorum.
Torunlar olunca “Eyvah yaşlandım!” demediniz mi?
- Aksine, bana arkadaş geldi gibi düşündüm. Çok enerji veriyorlar bana.
Tolga Bey ne yapıyor?
- Hem oyunculuğu açısından bir yerlere müracaat etti hem de araba alıp restore ediyor. Çok sevdiği bir iş.
Klasik arabalar mı?
- Hayır, klasik değil. İkinci, üçüncü el bir arabayı alıp onu pırıl pırıl bir hale getirmek üzere uğraşıyor. Hem çok sevdiği hem çok iyi bildiği bir iş. Şimdilik onunla uğraşıyor.
Tolga Savacı “Kurt Seyit ve Şura” dizisinde oynayınca bayağı eleştirilmiştiniz...
- Tolga dahil hiçbir oyuncuyla ilgili müdahalem yoktu. Biz dizi başlamadan önce toplantı yapmıştık. Senaristimiz Ece, yönetmenimiz Hilal (Saral) ve sanat ekibiyle buluştuk. Benim onlara bütün hikayeyi elimdeki arşivle anlattığım, canlandırma yaptığım bir gündü. Herkesin çok etkilendiği bir anda Tolga’yı gördüler. Hilal, “Ben Tolga Bey’i dizide oynatmalıyım, bu gözlerin rengini göstermeliyim” dedi. Hatta Tolga’yı önce Rus komutan Bogoevski’nin amcası olarak düşünmüşler. Yalnız o arada Tolga’nın tiyatro oyunu vardı. Dolayısıyla Rusya çekimine gitmesi mümkün değildi. Sonra “Daha kalıcı bir rol olsun” dediler. Tolga da İstanbul’daki karakterlerden birini oynadı. Yani benim hiçbir etkim olmadı. Ama dizide olmasına çok mutlu oldum. Çünkü hakikaten isterdim benim bir eserimde sevdiceğimin oynamasını.
Son anda geri çekilen cinsel istismar önergesi çok tartışıldı. Siz ne diyorsunuz?
- Canım ülkemin canım insanları için düşünülen, hazırlanan gelecek o kadar içimi acıtıyor ki. Bir tabir vardır ya; ‘gözyaşlarım kurudu’ diye. Yaşadıklarımız sonrasında benim de günlerce ağladığım zamanlar oldu. En içimi acıtan da kadınlarımızın bir kısmının da buna onay vermesi. Bunu bir yaşam şekli olarak rahatlıkla kabul edebileceklerine dair yorumlar yaptılar. O erkeklerin koyduğu tavırdan daha çok rencide ediyor beni açıkçası. Önerge kanunlaşmasa da, kadına karşı, çocuğa karşı benzer şekilde uygulanan ve derin yaralar yaratan o kadar çok şey var ki... Bunlar zaten toplumun parçası, yaşam şekli olmaya başladı. Bu kadar insafsızca bir geriye dönüş nasıl kabul edilebilir? Yorum yapamıyorum...
Üç torun sahibi biri olarak karamsar mısınız peki?
- Endişeliyim. Çok endişeliyim. Bu yaşıma kadar Türkiye’nin çok değişik dönemlerini, çok iniş çıkışlarını gördüm. Hani “Ne olacak bu ülkenin hali” edebiyatı vardır ya; artık “Bu ülke ne hale geldi” diyecek duruma geldik. Ona çok üzülüyorum. Bütün yeni doğanlar için, gençler için, hayatının baharında ve başında olan herkes için çok endişeliyim. Mümkün olsa da kollarımın arasına alıp koruyabilsem duygusuyla bakıyorum çocuk gördüğüm zaman. Ulaşamadığımız, ailelerinin de artık razı olduğu o kadar büyük vahşetle, dehşetle, tecavüzle karşılaşıyor ki çocuklarımız... Bu durum korkutuyor ve endişelendiriyor beni...
© Tüm hakları saklıdır.