Gündem

Can Dündar Çağlayan'dan yazdı: Erdoğan şiir okumaktan mı mahkûm olmuştu?

"Her devrin muktediri, adaletsizliğine bir kılıf uydurur"

19 Aralık 2015 10:20

MİT TIR’ları ile ilgili yaptığı haber yüzünden tutuklanan Can Dündar, Adalet Bakanı Bekir Bozdağ’ın eski bir tekerlemeyi tekrarladığını söyleyerek “Hapisteki gazeteciler, gazetecilik faaliyetinden ötürü tutuklu değiller” sözlerini hatırlattı. Dündar, her devrin güç sahiplerinin adaletsizliğe bir kılıf uydurduğunu söylerken “Erdoğan şiir okumaktan mı mahkûm olmuştu? O zaman asker bir kulp buluyordu, şimdi de siz…” dedi.

Can Dündar'ın Cumhuriyet'te "Güneşi tutmaya çalışmak" başlığıyla yayımlanan (19 Aralık 2015) tarihli yazısı şöyle:

Aralık güneşi nazlı, ürkek, sönük. Günlerdir çatıdan kafasını uzatıyor. Avlunun 7 metrelik duvarından sarı bir uçurtma gibi aşağı süzülüyor. Avluya insin de kavuşalım diye bekliyorum. Ama hayır, 3 metre kala haince geri çekiliyor. 

İnsan güneşe zıplar mı? 

Parmak uçlarımla olsun dokunmaya çalışıyorum; ne mümkün. Hızla telleri aşıp telaşla uzaklaşıyor. 

Sana kalan, gün boyu ıslıklı, soğuk, bir beyaz ışık yayan, florasan...

***

Tutukluluğumun 22. gününde ilk kez Silivri dışına çıkarken güneşle buluşmayı, ona dokunup tenimde hissetmeyi hayal ediyordum. 

Ama kirli bir kış yağmuru, mendebur bir çehreyle karşıladı beni... Günlerdir çatıda oynaşan kış güneşi, nemrut bulutların ardına saklanmış. 

Günlerden 17 Aralık... 

Ve ben 17 Aralık yazılarımın hesabını vermeye gidiyorum. 

Ama kararlıyım! 

Hesap vermeyecek, hesap vermesi gerekenlerden hesap soracağım. Aynı araçtaki gencecik jandarma erine bakıyorum. Hesabını sorduğum şey onun parası, ülkesi, geleceği... 

Tek kişilik ring aracı kapıya yanaşıyor ve bu zulüm seddinin ardında “büyük yolculuk” başlıyor. Dostların önünde nöbet tuttuğu “Son Çare Büfe”nin önünden otoyola çıkıyoruz. 

Tabelalardaki tanıdık semt adları, uzak kıta isimleri gibi şimdi... Şehir, ilk kez derin bir kafes ardından gösteriyor kendini, bölük pörçük, paramparça, uzak, ıslak... 

Onlarca ring aracı peş peşe gidiyor; esaretle ümit arasında seyahat eden, seyyar hapishaneler... Ve birinin içinde ben, Kaçak Saray’dakinin hakaret iddiasını, adalet sarayında cevaplamaya gidiyorum.

 

***

 

3 haftanın yalnızlığı, caddelerdeki kalabalığa garipseyerek bakıyor; sert bir rüzgârın sırtından ittirdiği telaşlı insanlar, eski ışıklı yılsonlarını özleyen yüksek binalar... 

Ve nihayet Çağlayan’da, adalet arayanların son durağı: 

Saray... 

Kapının önü kalabalık... Millet henüz takipsizlik kararı vermemiş, belli... Bir aracın içinde yapayalnızken, haykıranların dilinde adını işitiyorsun: 

“Yalnızlığı göze alan, kalabalıklaşır” diye mırıldanıyorsun içinden... Yalnızlığın tuzla buz oluyor. 

Seyyar hapishane, sarayın bağırsaklarında ilerler gibi döne döne yerin 7 kat dibine iniyor. 

Ve demir kapı, sadece tutsakların girebildiği, gürültülü bir yeraltı dünyasına açılıyor. 

Burası tutukluların mahkeme sırasını bekledikleri eksi yedinci kat... Bana eşlik eden jandarmalarla birlikte. 

Bir hengâmenin içine düşüyoruz. Kavga kıyamet... Tutuklular birbirine saldırıyor, görevliler ayırmaya çalışıyor. Beni apar topar bir kafese sokuyorlar. “Kafes” dediysem gerçek kafes... 3 yanı duvar, bir yanı tavandan zemine kadar demir parmaklık olan bir taş oda... Bir tek parmaklığın önünde “cinsi: insan” yazısı eksik. 

Jandarmalar mahcup; “Sizin güvenliğiniz için” diyorlar: “Buradakilerin sağı solu belli olmaz.” 

Kafesimin önünden elleri kelepçeli tutuklular geçiyor. Göz göze geliyoruz. Çoğu genç, yorgun bedenler, yılgın bakışlarla yürüyor jandarmaların arasından... 

En büyük suçlu kitlesi hırsızlık sanıklarıymış. 

Ardından uyuşturucu tayfası geliyormuş. 

Ve aralarında bir “casus”... 

“Günter Wallraff, buralara girebilmek için can atardı” diye geçiyor aklımdan... “Adalet Sarayı” denilen buzdağının zindanlarındayım. 

Zemin kata çıkıp gözleri bağlı adalet tanrıçasının terazisinde tartılmayı bekliyorum. 

Sonra vakit geliyor. 

Kafesimin kapısı açılıyor. 

Uzun bir koridor, bizi küçük bir asansöre bağlıyor. Küçük asansör büyük bir salona çıkıyor. 

Salona girer girmez bir alkış tufanı kopuyor. Salonda 100 gülen yüz. 

En önde eşin, oğlun, yine dimdik... Ardında meslektaşların, akrabaların, sevenlerin, sevdiklerin, savunmanların... 

Güneşe dokunmuş gibi oluyorsun. Sıcak. 

Yalnızlık eriyor. 

Yalnızlığı göze alan, kalabalıklaşıyor.

Erdoğan şiirden mi yatmıştı? 

Adalet Bakanı eski bir tekerlemeyi tekrarlamış. 

“Hapisteki gazeteciler, gazetecilik faaliyetinden ötürü tutuklu değiller” demiş. 

Her devrin muktediri, adaletsizliğine bir kılıf uydurur. 

Adalet Bakanı, Saray’a çıkıp sorsun bakalım: 

Erdoğan şiir okumaktan mı mahkûm olmuştu? 

O zaman asker bir kulp buluyordu, şimdi de siz...