Gündem

Camilerde 'tabure cemaati' tartışması

'Bazıları plastik tabureleri evlerinden getiriyor, bazıları devamlı camide tutuyor. En arka safı zaptetmişler'

14 Mayıs 2012 16:03

A. Turan Alkan
(Zaman, 13 Mayıs 2012)


On gün kadar önce Sinan Korkmaz ismindeki okuyucum, ekinde küçük bir fotoğraf bulunan bir mektup gönderdi.

Mektubunda, en az on seneden beri kimselere anlatamadığı bir şikayetini dile getiriyor; özetle şöyle: İstanbul Büyük Şehir Belediyesi vaktiyle -herhalde bir şirkete- hani o ağır demirden döktürülen kanalizasyon kapakları yaptırmış. Okuyucum diyor ki, "Kapağın üstünde görünür şekilde, eski yazıyla Lâfz-ı Celâl yazıyor."

Yahu, olacak iş değil; hiçbir belediye yöneticisi, durup dururken değil Müslümanları, hiçbir kimseyi incitecek şeyleri ayak altına yazdırmaz! Fotoğrafa baktım, bir şey göremedim. Cevaben, "Alınganlık gösteriyorsunuz. Ben bir şey göremedim" diye yazdım; bu defa daha büyük ve ayrıntılı bir fotoğraf geldi ve gördüm ki, evet baştaki elifi eksik olsa da "Lâm-lâm ve güzel he" harfleri açıkça görünüyor bir kenarda. Hani, karşılaştığı her şeyde gizli harfler, gizli anlamlar arayan ve bulan sırlı işlere meraklı takımı vardır; evvela Sinan Bey'i onlardan sandım ama gördüm ki hassasiyeti sebepsiz değil. Cevaben, "Bu kapaklar hâlâ kullanılıyor mu, hangi semtlerde?" diye sordum. "Eminönü'nde hayli var" cevabı geldi.

Ben henüz kendi gözümle bizzat görmüş değilim ve usûl gereği en az bir örneğini görmüş olmam gerekirdi fakat fotoğraf yeterince açık; en azından vaktiyle böyle bir kapağın varlığı tartışılamaz.

Eğer varsa kaldırılmalı ve Elifsiz de olsa böyle bir ayıba göz yumanlar uyarılmalı.

*

Gelelim öteki meseleye.

Camiye sıkça yolu düşenler biliyor; arka duvarda saf şeklinde sıralanmış kimisi plastik kimi tahtadan imal edilmiş oturaklar, portatif iskemle veya sıralar var. Herhangi bir sebeple oturma, eğilme veya diz kırma problemi yaşayanlar bu oturaklar üzerinde namaz borçlarını edâ ediyorlar. Bir ara geçici bir sıkıntı sebebiyle benim de başıma geldi.

Câmi ahalisinden bazıları bu uygulamaya karşı. "Yeni bir bidat ihdas ediliyor" diye feveran halindeler. Bir başka okuyucum, duyduğu rahatsızlığı güzel bir üslupla özetlemiş. Diyor ki, "Uzun uzun araştırıp soruşturdum, son saftaki tabure cemaatinin şu durumunun kesinlikle caiz olmadığı kanaatine vardıktan sonra size yazmaya karar verdim. Bazıları plastik tabureleri evlerinden getiriyor, bazıları devamlı camide tutuyor. En arka safı zaptetmişler. Hatta yakın zamanda gezmek için gitmiş olduğum İznik'te çinileriyle ünlü Yeşil Cami'de ikindi namazını kılmak için girdiğimde gözlerime inanamadım. En arka safa ahşaptan, parklardaki bank benzeri sabit uzun oturma yerleri yapılmış, tam da -hâşâ- kiliselerdeki oturma yerlerinin benzeri. Görünce gerçekten içim acıdı. Bazı cami imamlarının tabureleri camiden attırdığını, bazılarının ise cemaate bu konuda telkinde bulunduğunu da işittim hepsi de duyarsız değil tabii elbette ama Yeşil Cami'deki olay tam da taburelerin bir sonraki seviyesi; bir sonraki safha, herhalde ikinci oturma sırasının imalatı olur. Her şeyi hallettik de bunlar mı kaldı diye düşünülebilir fakat dinî ve içtimaî hayatımızdaki iyileşmelere bu kısımları da dahil etmekte bir beis olmadığını düşünüyorum."

Eh, belki yine biraz başım ağrıyacak ama hareketleri engelli vatandaşlar için arka sıralarda bir sıra oturma yeri bulundurulması, bana hakikaten yeni bir bidat, dinin özünü bozucu bir şey gibi görünmüyor. İlerdeki saf nizamını bozmamak kaydıyla (çünkü ön safa plastik tabure koyanları bile gördüm) engellilere anlayışla bakmak gerektiğini düşünüyorum ama herhalde nihai söz bu konuda Diyanet İşleri Başkanlığı'na düşecektir. Onların açıklaması ve düzenlemesi ile bu küçük pürüz ortadan kaldırılabilir.

Ne var ki okuyucumun takıldığı bir husus daha var ki, ona bütünüyle iştirak ediyorum.

 

Camilerdeki localar!

 

Tâbir bana değil, okuyucuya ait ama tam yerinde. Diyor ki okuyucu: "Bazı camilerde normal vakitlerde sadece 3-4 saf oluştuğu halde müezzin efendi ve yanındaki bazı iştirakçileri vakit namazlarında lutfedip cemaatin içine, saflara dahil olmadan özel localarında (yani müezzin mahfilinde) namazlarını kılmaktalar. Mikrofon kullanmanın buna bahane olacağını da zannetmiyorum çünkü normal vakit namazlarında zaten 3-4 saf ancak toplanmakta, kısık sesle dahi okusa okuyacaklarını tüm cemaatin duymamasına bir engel yok diye düşünüyorum."

Eskiden müezzinler kaamet getirdikten sonra normal safa girer, görevlerini orada yerine getirirlerdi. Tabure konusunda ısrarlı değilim fakat müezzin mahfillerinin bir nevi, "müezzinin ahbabları locası" haline getirilmesi benim de dikkatimi çekiyor. Safa katılmak dururken âdeta uzay gemisi Atılgan'ın kumanda odası haline getirilmiş ve çok gerekliymiş gibi saf hizasından yüksek tutulmuş bir yerde ayrıca yârenleri bir araya getirerek yeni bir gelenek ihdâsına lüzum yoktur. Namazın ve saf nizamının ruhuna aykırı bir uygulama.

Ha, teravih kılınırken, bayram namazlarında hep bir ağızdan salât'ü selam getirileceği durumlar müstesnâ tabii.

*

Bilirsiniz, Kurban Bayramı'nın namazı kılındıktan sonra bütün cemaat Itrî'nin (Bazıları Itrî'ye ait olmadığını ileri sürüyorlar ama...) en meşhur ve güzel bestesi sayılmak lazım gelen Tekbir'i getirirler. Bunca yıldır gözlemim şu olmuştur: Tekbir'in bestelendiği şekline yakın bir güzellikte ve âhenk ile icra edildiğine hiç şahit olmadım. Müzik kulağımızın olmadığından mıdır bilemem. Cemaat tekbir getirirken birbirinden farklı kakofonik tonlar halinde yükselen seslerden hangisine uyacağınızı şaşırırsınız.

Cemaate müzik eğitimi verip mükemmel bir koral icraatla ahenkli tekbir getirmelerini sağlamak, kabul ederim ki zor iştir ama daha kolay üstesinden gelinebilecek aksaklıklar konusunda da muzdaribiz. Bunların başında, camiye girerken ayakkabıları eşikte bırakmak geliyor.

Eskisi gibi değil halbuki, her camide ayakkabı dolapları, raflar, hatta etrafı kirletmesin diye poşetler var ama bu raflar boş da olsa bir kısım cemaat eğilmeye bile lüzum görmeden ayakkabısını eşik dibine bırakıp dalıyor içeriye. Çıkışta ayakkabınızı giymek için ayak basacak yer bulamıyor, sinir oluyor, homurdanıp duruyorsunuz.

Basit meseledir. İmamlarımız on gün ısrarla bu meselede ikazda bulunsalar iş hallolur; tabii bir şartla: Onbirinci gün yapılacak iş, onca ikaza rağmen hâlâ ayakkabısını eşik düzlüğünde bırakanların ayakkabılarını -onlar namazda iken- bir çuvala doldurup en yakın çöp kutusuna tıkıştırıvermektir.

*

Her renge boyandık da fıstîkî yeşil mi kaldı demeyelim; ayrıntıları fark etme ve düzenleme kabiliyetimizi köreltmeyelim. Her yerin bir âdâbı olduğu gibi mâbedlerin de âdâbı vardır ve bu âdâbın ilk ve son maddesi, içten gelen samimi bir nezâketle başkalarının haklarına saygı göstermektir.