01 Kasım 2014 12:06
Bir şarkıcının hayatı üzerinden kamerasını şimdiki zamanda ve 70’lerde dolaştıran Çağan Irmak’ın, son filmi ‘Unutursam Fısılda izleyici ile buluştu.
Irmak Gezi’den Altın Portakal’daki sansüre düşüncelerini Hürriyet’ten Uğur Vradan’a anlattı. Sansürün bir ikiyüzlülük olduğunu savunan yönetmen “Sigara içmek kötü bir şeydir ama bunu bir filmde gördüğünde insanlar deli gibi sigara içmiyor. Ya da rakı sofrası kurulan sahneleri izleyenler alkolik olmuyor. Bu tamamen sistemli bir oyun ve en kötüsü de bir grup seyircinin sansüre alkış tutması. Şöyle örnekler var: Adam ‘Erotik kanal’ satın alıyor ve bunu RTÜK’e şikâyet ediyor. Böyle ikiyüzlülükler var” dedi.
‘Düzeyli bir aşk filmi çektik” şeklindeki bir tabirin mümkün olmadığını savunan Irmak “Söyle şeyler duyuyorum: “Biz bir aşk filmi çektik. Çok düzeyli.” Nasıl yani? Aşk dediğin salyaları olan bir şeydir. Kardeşim sen bir yönetmen olarak nasıl böyle bir cümle kurabiliyorsun, bu ‘Yalan muhafazakârlık’ neden? ‘Muhafazakârlık’ demiyorum, ‘Yalan muhafazakârlık’ diyorum. Bu, bana çok büyük yalan geliyor. Sen böyle davranarak iyi aile çocuğu oluyorsan, lütfen sanatçı olma” ifadelerini kullandı.
Çağan Irmak’ın Hürriyet gazetesinde yer alan söyleşisi şöyle:
Neden böyle bir konu, neden böyle bir dönem filmi, neler itti seni böyle bir öykünün peşinden sürüklenmeye?
- Öncelikle bu film benim için “Eski günler ne güzeldi, ne kadar nostaljikti” cümlelerini barındırmıyor... Bir şarkıcının bütün bir hayatını, var olmayan bir şöhretin biyografisini çekmek istedim. Aslında biyografi de yanlış bir ifade, bir şarkıcıya hayat biçtik ve öykü günümüzde bittiği için geriye gittik diyeyim. Hikâye 70’lerde bitseydi 40’lara gidecektik, sonuçta geçmiş gerektiği için var.
‘O güzel günler’ cümlelerini barındırsa ne fark ederdi ki? Bu ifade kötü bir şey mi?
- Böyle bakmaktan, bu tür ifadeler kullanmaktan hoşlanmıyorum. Eskiden belki öyle düşünüyor olabilirim ama artık günümüzün kıymetini bilip bugünü de yadsımamak gerektiği kanısındayım.
Bu, yaşla ilgili olabilir mi?
- Olabilir ama şunu da sevmiyorum: “Ah biz de güzel geçirdik, şimdiki çocuklar ne kadar şanssız.” Bunu bilmiyoruz ki, belki onlar daha şanslı. Ben geçmiş ya da gelecek kuşakları yargılamamaktan yanayım. İlk olarak hepsini anlamam gerektiğini düşünüyorum...
‘Unutursam Fısılda’ kuşkusuz görselliği ve biçimci yanıyla ön plana çıkan bir film. Belki yakın dönemde gösterilmesinden dolayı ilk elde ‘American Hustle’ı akla getiriyor. Bir kısım izleyici de belki renklerden dolayı Almodovar havası hissetti. ‘Ayperi’ karakterinde
Rafaelle Carra izleri bulanlar bile var.
- Valla sanırım genel olarak ‘Kitsch estetiği’ diyebiliriz. Bir sinema dergisi “Bu film kitsch gibi duruyor” demiş. Evet öyle, bu o yılların estetiğiydi ve zaten yapmaya çalıştığımız da buydu. Dönemin kitsch’liğini, ruhunu yansıtmayı hedefledik. Türkiye’de bir zamanlar ‘Çiçek çocuklar’ vardı, cinsel devrimin yansıması yaşanıyordu. Şimdiki gençler bu filmi görünce, “Bu ülke gerçekten böyle miydi?” diye sorabilir. Evet, bu ülke o dönemlerde böyleydi, kasabalar bile böyleydi.
Dolayısıyla yeni nesli bu gerçeklerle, geçmişle yüzleştirmek derdindeydim. Gençlerin bu filmi görmesini çok istedim, onların çok sevdiği bir ismi, Kerem Bürsin’i kadroya dahil ettim. Onda dönemin tipini, çizgilerini temsil edecek bir hava buldum. Çalışmaya başlayınca da tavrıyla, iş disipliniyle kendisini çok sevdim.
Hikâyenin yazılma süreci hakkında neler söylersin?
- Bu aslında sinopsis halinde ‘Babam ve Oğlum’ zamanında kafamda olan bir öyküydü. Hümeyra’ya bahsetmiştim. Sonra bir kenara attım, zaman zaman Hümeyra bana hatırlatıp “Ne zaman çekeceksin?” diyordu. Sonra bir gün başka bir senaryo yazmak için yola çıkarken bir de baktım ki bunu yazıyorum.
Mehmet Günsür’ün canlandırdığı Tarık’ın yaşı karakterine göre büyük mü, bu yönde eleştiriler duydum da.
- Daha genç biri olabilir miydi bilmiyorum ama ben biraz da o karakterde o yaşta birini gördüm. Müzik yapmak istemiş, başaramamış, kasabaya gelmiş; bu tip biri sanırım o yaşlarda olurdu.
İsmiyle de müsemma; Tarık Akan tadı vardı sanki bu karakterde...
- O dönemde o tatlar vardı hep. Ayrıca Tarık o zamanlar çok moda bir isimdi, belki ondandır...
Senin de içinde bulunduğun sinemacı kuşağının filmlerinde bir ‘Taşra meselesi’ görüyoruz... Elbette hepimizin farklı bir tarifi var; masumiyet temsilcisi, kaçış alanı ya da kentin birebir yansıması. Metropollerde yaşayıp oraları anlatıyorsunuz; bu, Freudyen bir yansıma mı?
- Olabilir. Benim sinemam üzerinden konuşacaksak yaşamın daha kolay olduğu yerler biraz daha masum kalıyor tabii ki. Ama benimki o masumiyete öykünmek ya da övmek değil. Benimkisi daha çok var olanı betimlemek gibi geliyor bana.
Senin taşran ‘Ege odaklı’ olmasından dolayı belki İtalyan sineması tadı, bazen de ‘Amarcord’ esintisi oluyor.
- Yüzlerce film izledim çocukluğumdan, öğrenciliğimden beri... Farkında olmadan o anıların renkleri, kokuları siniyor sanki. ‘Amarcord’u da çok severim bu arada. Mesela geçenlerde bir filmimi bir kez daha seyrettiğimde bir de baktım ki, Allahım bu bir Lütfi Akad planı. Bilmeden, farkında olmadan, belki de bir bilinçaltı refleksi olarak filmime koymuşum böyle bir planı.
Zaman zaman dizi de çekiyorsun. Dünyada da artık bazı ünlü yönetmenler, mesela David Fincher bir tür meydan okumaya soyunarak bu sularda yüzmeyi deniyor. Bu konuda neler söylersin?
- Ben de bu noktaya dikkat çekecektim. Keşke TV sektöründe alternatif işler, diziler çekme olanağı olsa. O kadar sevinirim ki. Başta ben böyle işlere talip olurum. İnsanın ezberini bozan şeyler yapmak isterdim ama sistem buna izin vermiyor
ne yazık ki...
Peki bu tablo yani para kazanmak için dizi çekmek ama öte yandan asıl alanın sinema olduğunu bilmek şizofrenik bir durum yaratmıyor mu?
- Evet, biraz yaratıyor. Ama ben yukarıda da söylediğim gibi ezber bozan diziler çekmek istiyorum. Bir taraftan da diziler çaktırmadan form tutmanı sağlıyor, bir tür eskiz oluyor senin için...
Gelelim son Antalya’daki sansüre... Yaşananlar hakkında ne düşünüyorsun?
- Hâlâ bunu konuşmak bile bana çok acı veriyor desem yeterli mi?
Acı veriyor ama konuşmaya devam edeceğiz çünkü sadece sinema değil son gelişmeler doğrultusunda artık tiyatro da sansürün kıskacında...
- Artık yaşamın her alanında bizi sansürleyen bir zihniyet var; bir şeyin hükümet karşıtı olması gerekmiyor, her şey sansürlenmeye başlandı. Bu, beraberinde tek yönlülüğü getiriyor; en kötüsü de sanatın ılıman sularda hareket etmesine neden oluyor. Tam tersini düşünüyorum, sanat yaramaz bir çocuktur. Bırakın insanları istedikleri gibi hareket etsinler. Evet, sigara içmek kötü bir şeydir ama bunu bir filmde gördüğünde insanlar deli gibi sigara içmiyor. Ya da rakı sofrası kurulan sahneleri izleyenler alkolik olmuyor. Bu tamamen sistemli bir oyun ve en kötüsü de bir grup seyircinin sansüre alkış tutması. Şöyle örnekler var: Adam ‘Erotik kanal’ satın alıyor ve bunu RTÜK’e şikâyet ediyor. Böyle ikiyüzlülükler var...
Son dönem sinemamızın hakkında neler söyleyebilirsin?
- Valla şunu söylemek istiyorum: ‘Art-house sinema’yı dışarıda tutarsak popüler de demiyorum, ‘Anaakım’ ifadesi daha doğru sanırım, ‘Anaakım’da son 10-20 yılda bize şöyle tutup sarsacak, ezberimizi bozacak bir kişi çıkmadı. Genç çocuklar görüyorum, ne yazık ki küçük küçük tribünlere oynayan, birer küçük Nuri Bilge taklitleri çıkıyor. Bu ne yazık ki iyi bir şey değil, bunun adı ‘Kişisel’ olmuyor kardeşim, ‘Taklit’ oluyor. Oysa senin kendine özgü rengini koyman lazım, sesini, ruhunu koyman lazım...Çok açık olacağım, biri de beni gaza getirsin istiyorum... ‘Anaakım sinema’, bir ülke sinemasının can damarı...
Robert Zemeckis gibi, Christopher Nolan gibi, biraz eskilere gideyim Fred Schepisi gibi isimlerimiz, sistem içinde farklı işler yapan yönetmenlerimiz çıkmıyor ne yazık ki...
Kendi kuşağına ait isimler hakkında neler söyleyebilirsin?
- Zeki (Demirkubuz) hâlâ ne çekecek diye heyecanla bekliyorum, filmleri vizyona girdiğinde ilk günden izlemeye gidiyorum. Nuri Bilge’nin ‘Kış Uykusu’nu çok çok beğendim, bizden bir film Oscar alacaksa bu mutlaka ‘Kış Uykusu’ olmalı. Reha Erdem’e gelince: Bu benim seyirci olarak kişisel duygum diyeyim; ondan ‘Kaç Para Kaç’ ve ‘Korkuyorum Anne’ gibi yapıtlar hâlâ bekliyorum. Bu, son dönemlerde çektiklerini eleştirdiğim anlamına gelmesin ama hani vardı ya o neşeli, coşkulu adam, bir kere daha görmek istiyorum onu...
‘Gezi’ye geçelim. Sen o dönem ‘hareket’in yanında yer alan sanatçılardan biriydin. Bugünden bakıldığında ‘Gezi’ için neler düşünüyorsun?
- Niye ordaydım? Her şeyden önce bir yönetmen olduğum için ordaydım... Mesleki olarak ordaydım, orada olmak zorundaydım zaten. Çünkü sen bir sinemacıysan kapını, hele hele ülkende olup bitenlere kapatamazsın. Orada insanların ‘anarşizm’ dedikleri şey anarşizm falan değildi. Farkında mısınız hep şöyle olur: İnsanlar bir halkın kahramanlığını ya da isyanını bir filmde gördüklerinde alkış tutarlar ama aynı şey kendi ülkelerinde olduğunda ‘Tu kaka’ derler, yüz çevirirler. Orada yaşananlar birçok zihni bulandırdı, birçok zihni de farklı bir şekilde açığa çıkardı, berraklaştırdı. Tabii ki o kayıplar hiç olmasaydı ama hayatımıza kattıkları ve önümüze getirip koyduğu o vizyon şu anda farklı şekilde biz görmeden devam edecek. Gezinin savunucusuydum çünkü mesleğim gerektiriyordu.
Sadece meslek mi, ‘vicdani’ bir gereklilik?
- Evet, o da var. Ben nasıl hissediyorsam öyle davrandım. Korkmadım, “Bana film yaptırmazlar, ekmek vermezler” diye hiç düşünmedim... Korksam zaten bu işi yapmam. Seferihisar’da evimde otururum.
Benim sinemam steril değildir. Hâlâ küfrü de, öpüşmesi de, sevişmesi de vardır. Yani ne gerekiyorsa o vardır. Söyle şeyler duyuyorum: “Biz bir aşk filmi çektik. Çok düzeyli.” Nasıl yani? Aşk dediğin salyaları olan bir şeydir. Kardeşim sen bir yönetmen olarak nasıl böyle bir cümle kurabiliyorsun, bu ‘Yalan muhafazakârlık’ neden? ‘Muhafazakârlık’ demiyorum, ‘Yalan muhafazakârlık’ diyorum. Bu, bana çok büyük yalan geliyor. Sen böyle davranarak iyi aile çocuğu oluyorsan, lütfen sanatçı olma. Sinema niye çıktı? Sinema en başından beri bir başkaldırıydı. Trenin gara girişinden, Charlie Chaplin’den beri bu bir karşıt söylem biçimidir. Bana gelince: Muhalefet de başa geçse ben yine muhalif olacağım... Her şeye muhalif olmak zorundayım zaten, zorundayım çünkü mesleğimin gereği bu. Yoksa niye yapıyorsun bu işi, yapma o zaman. Futbolcuya ‘Sahada koşma’ demek gibi bir şey bu.
Peki bu gidişat nereye varacak? Bir sanatçı olarak öngörülerin neler?
- Bir süre sonra bu yalan durum ortadan kalacak gibi geliyor bana. Ama daha erken ayılanlar olacak, daha geç ayılanlar olacak. Bu, merdivenleri ufak ufak çıkmak gibi... Mesela sosyal medya sayesinde bir sürü yalan ortaya çıktı ama yine de bazıları inanmaya devam ediyor. Problem burada. Bu yalanın rahatlığıyla yaşamayı seviyorlar... Ben kendi adıma var olan insanlardan değil belki ama yeni gelenlerden umutluyum. Çünkü gözünü açmış bir gençlik geliyor.
Hayatının filmini sorsam?
- Tabii hayatımın ‘art-house’ filmleri de var ama benim bu soruya cevabım popüler bir film olacak: Robert Zemeckis’in ‘Contact’i... Neden dersen, uzayda ya da insan zihninde yazılmış bir şiir bu film benim için. Kitabını da okudum (meraklısına not: Yazarı Isaac Asimov’dur), filmi kitabından daha iyi olan nadir yapımlardandır. Akademi bu filmi es geçmişti. ‘Contact’e ödül vermemelerinin ardından da Oscar’a olan inancımı kaybettim!
Peki kendi filmlerin içinde ilk sırayı hangisi alır?
- Bunun cevabını hemen verebilirim: ‘Dedemin İnsanları.’ Çünkü o hiçbir zaman değişmeyecek o benim ve dedemin hikâyesiydi. Orada sinemacı kimliğimi bir kenara bırakıp profesyonelce düşünmeden davranıyorum.
İmkânın olsa dünya sinemasından kimleri oynatmak isterdin filmlerinde?
- Kathy Bates, Jessica Lange gibi oyuncuları...
Son demlerinde olanları tercih ediyorsun yani!
- Ben yaşlı oyunculara göre öyküler yazıyorum galiba...
Ölmüşleri de katarsak hangi isimleri sayardın?
- Ölmüş değil ama Gena Rowlands’ı da isterdim. John Cassavetes’in filmlerini çok seviyorum...
En son hangi filme gittin?
- Bir boş zamamın vardı, ‘Annabelle’ diye bir filme gittim. Beğendim de. Hakikaten beni ürpertti. Korku filmlerinde korkmam ama bu filmde birkaç sahnede ürperdim.
© Tüm hakları saklıdır.