"Boraltan Köprüsü Olayı ne kadar gerçek? İnternet ortamında ve konu üzerine yapılan diğer popüler yayınlarda bir hayli abartılı bilgiler dolaşmakta; ayrıca bu olay, İnönü ve CHP düşmanlığı yapmak için bir araç olarak kullanılmakta… Peki gerçek ne?
Aslında günümüz Türkiye’sinde Tek Parti Dönemi’ne dair ileri sürülen suçlamaların önemli bir bölümü Demokrat Parti döneminde, 1950’li yıllarda gündeme getirilmişti. Dolayısıyla günümüzdeki iddialar bir tekrar niteliği taşımaktadır. Tarihçilerde de doğal olarak “deja vu” hissi uyandırmaktadır.
Günümüzde Boraltan Köprüsü olayı olarak bilinen konuyu ilk kez gündeme getiren isim DP Tekirdağ milletvekili Şevket Mocan’dı. Tarih: 1951… Mocan, renkli bir simaydı. Mocan’ın renkli, kavgacı tavrı, aynı yıllarda DP içerisinde de devam etmişti. Orman Kanunu’na ilişkin istediği düzenlemeler nedeniyle dönemin Tarım Bakanı Nedim Ökmen ile de sıklıkla polemiğe girmişti. Bakan hakkında DP Meclis Grubu’nda gensoru vermiş, sonraki süreçte partiden atılmıştı[3]. Bir müddet sonra CHP’ye girmiş, ancak CHP’nin 1959 yılındaki İlk Hedefler Beyannamesi’ni beğenmeyerek DP’ye geri dönmüştü[4].
"Dönemin Adalet Bakanı Nasuhioğlu'nun yanıtlarına yer verilmemekte"
Şevket Mocan’ın Sovyetler Birliği’ne iade edilen Rus mültecilere ilişkin soru önergesi Mayıs 1951 tarihinde TBMM’ye verildi[5]. Önergenin TBMM’de gündeme geldiği tarih, 18 Temmuz 1951. Tek Parti Dönemi’ne yönelik Demokrat Parti iktidarı dönemi boyunca dile getirilen eleştirilerin, hesap sorma isteklerinin bir parçası olarak görmek mümkündür bu önergeyi… Ahmet Gürkan gibi milletvekillerinin İnönü’nün mal varlığını, Halkevlerini ve CHP’nin mal varlığını gündeme getirdikleri bu dönemde, söz konusu önerge, Türkiye’nin İkinci Dünya Savaşı’nın sonlarında Almanya ve Japonya’ya savaş ilan etmesi ve 1951 yılında da, Almanya’ya savaş haline son verilmesine ilişkin kanun tasarısının görüşülmesi sonrasında gündeme geldi[6]. Mocan’ın önergesine dönemin Adalet Bakanı Rüknettin Nasuhioğlu yanıt verdi. Günümüzde internet üzerinde konu hakkında yapılan yayınlarda Mocan’ın iddialarına yer verilmekte, İnönü suçlanmaktadır. Oysa Nasuhioğlu’nun yanıtlarına çok da yer verilmemektedir. Dönemin TBMM Tutanak Dergisi’nde konuyla ilgili bir hayli bilgi bulunmaktadır.
Mocan’ın soru önergesi şöyle idi:
“T. B. M. M. Başkanlığı Yüksek Katına
Aşağıdaki suallerimin sözlü olarak Başbakan tarafından cevaplandırılmasını rica ederim:
1. Muhtelif tarihlerde memleketimizde siyasi mültecilik haklarına dayanarak iltica etmiş (156) mülteci 1947 senesinde, milletlerarası hukuk kaidelerine tamamen aykırı olarak Sovyet Rusya’ya teslim edildikleri doğru mudur?
2. Facia kurbanlarının sevk şekli de kurban gönderilen mabudun usullerine uygun olmasından ve akıbetlerini görmesinden, teslim işinde vazifeli Yedek Subay Posta Müfettişi Reşat’ın asabi rahatsızlığa uğradığı ve sinir hastanelerinde elyevm tedavi olduğu doğru mudur?
3. 1945’te Almanya’daki öğrencilerimizi getiren İsveç bandıralı vaporla (Enver Anar ve Âdem) isminde iki münevver askerî Türk mülteci gencin senelerden beri memleketimizde tavattun etmiş amca ve teyzesinin yanından alınarak (Ankara’ya gönderiyoruz) diye Komiser Muavini Ali Rıza nezaretinde Kars’ta aynı mabuda kurban sundukları vâkı midir?”
Dönemin Adalet Bakanı ve Edirne milletvekili olan Nasuhioğlu, soru önergesine Dışişleri, İçişleri ve Milli Savunma bakanlıklarından aldığı bilgiler doğrultusunda yanıt verdi:
“Muhterem arkadaşlar, sorulan hususlar hakkında Dışişleri, İçişleri ve Millî Savunma bakanlıklarından alınan bilgilere göre:
İkinci Cihan Harbinin başından itibaren memleketimize muhtelif devletler tabiiyetini haiz askerî şahıslar iltica etmiş ve bunlar bitaraf bir Devlet olmamız itibariyle harbin sonuna intizaren Yozgad’da kurulan kampta enterne edilmişlerdir.
"Askerlerin mütekabiliyet esasına dayalı iadesi..."
23 Şubat 1945 tarihinde Almanya ve Japonya’ya karşı harb ilân etmemiz üzerine, müttefiklerimiz arasında yer almış bulunan Sovyet Rusya kendi tebaasından olan askerî mültecilerin iadesini istemiştir. Bunun üzerine Dışişleri Bakanlığınca Başbakanlığa yazılan 22.V.1945 tarihli tezkerede, Almanya ve Japonya ile harb hâline geçmemizden sonra memleketimize iltica etmiş olan müttefiklerimiz tebaasından asker olanların mütekabiliyet şartiyle iadelerinin uygun olacağı teklif edilmiştir. Keyfiyet Bakanlar Kurulunca incelenerek neticede ittihaz olunan Mayıs 1945 gün ve 3/2563 sayılı kararla; ‘Almanya veya Japonya veya her ikisi ile harb halinde olan devletler uyruğundan memleketimizde bulunan mültecilerin yalnız askerlik hizmetine mensup olanlarının mütekabiliyet esası çerçevesinde iade edilmeleri’ tasvip edilmiştir. Bu karar mucibince ve Ankara’daki Sovyet Sefareti ile mütekabiliyet esasını tesbit eden bir nota teatisi suretiyle (237) Sovyet askerî mültecisinden (195) i ilk parti olarak 6.VIII.1945 tarihinde Tıhmıs kapısından Sovyetlere iade edilmiştir. Fakat Sovyetlerin, Rusya’ya iltica etmiş olan bir subayımızla iki erimizi, izlerinin bulunamadığını beyanla geri vermedikleri ve bu suretle mütekabiliyet esasını ihlâl ettikleri cihetle, mütebakisinin ve ilk partisinin sevkı esnasında yolda kaçan birkaç kişinin iadesinden vaz geçilmiştir. Bundan sonra Başbakanlığın tensibiyle Dışişleri, İçişleri ve Millî Savunma bakanlıklarının temsilcilerinden kurulan komisyonca tanzim olunan rapor Bakanlar Kurulunun 1.IX.1947 tarihli toplantısında incelenerek, komisyon raporuna göre işlem yapılması uygun görülmüş ve böylece Yozgad kampının dağıtılarak yurdumuzda kalmayı arzu edenlerden Türk ırkından olanların vatandaşlığımıza alınması esası kabul edilmiştir.
Enver Anar (Enver Kaziyef) ile Kadri Başaran (Adem Kardeşbeyli) adındaki Kızılordu eski subaylarından iki kişinin de Sovyet Rusya’ya iade edilen yukarda yazılı (195) kişilik listeye dâhil bulundukları anlaşılmıştır.
Teslim işinde vazifeli yedek subay posta müfettişi Reşad’m asabi rahatsızlığa uğradığı ve elyevm sinir hastanesinde tedavi edilmekte olduğu hakkında bilgi mevcut değildir”.
Adalet Bakanı Nasuhioğlu’nun verdiği yanıt, Mocan’ı tatmin etmedi. Kürsüye gelerek Bakanı da eleştirdi:
"Tarihi mesuliyetler kayboluyor..."
“Muhterem arkadaşlarım, huzurunuza getirdiğim vakıalar geçmiş zamanda olmuş bitmişi basit hâdiseler değildir. Tahribatı bugün de devam etmekte olan tarihî mesuliyetlerdir ki, onları 9'uncu Büyük Millet Meclisinin huzuruna getirmemek, tarihe karşı bir suç olurdu; onun için getirdim. (Doğru sesleri) Ancak hâdiseler, Adalet Bakanının izahları gibi cereyan etmemiştir. Beni en çok müteessir eden nokta da budur.
Arkadaşlar, Bakanlık mesuliyetini verdiğimiz bir arkadaş, eski devir mesullerinin cürümlerini kapatmak için hazırlanmış dokümanları toplıyarak, sanki kendisi de o devrin Bakanı imiş gibi, o zamanın cürüm avukatlığını yapıyorlar. Çok ehemmiyetli suallerin mücrimlerinin adeta beraetine talip oluyorlar. Netice itibariyle bu tarihî mesuliyetler kayboluyor. Istırabım bundandır.
Hayatı tesmiyemizde çok ehemmiyetli suallerimiz oldu. Fakat ne yapalım ki, buna cevap veren arkadaşlar tamamiyle o devrin avukatı gibi konuşarak bunların beraeti cihetine gittiler.
Hiçbir zaman, izah ettikleri gibi, enterne edilmiş askerler değildir. Bir lahza bunun üzerinde durmanızı rica ediyorum: Bunlar askerî, enterne edilmiş, insanlar mıdır, yoksa siyasi mülteci midirler? Askerî mülteci diye, bizim bildiğimize göre, ya tayyaresi bozulup düşen yahut bir müsademede bizim hudutların içerisine girmeye mecbur olan askerî idarece enterne edilmiş insanlara denir. Fakat bir âkideden canını kurtarıp da hudutlarımıza iltica eden insanlara ancak siyasi mülteci denir. Bunların içerisinde bizim memleketimizle hiç alâkası olmadığı halde Fransa’daki kamplardan alınıp götürülürken Arnavutköy açıklarında gemilerden canları pahasına denize atlayıp balıkçılarımız tarafından kurtarılarak bize iltica edenlerde vardır. Bunlar siyasi mülteci değil midirler?
Muhterem arkadaşım, Enver ve Adem isminde iki azeri münevverden bahsettiler. Bunlar çok yakından tanıdığımız Konya Milletvekili Ziyat Beyin kayın biraderleridir. Çok evvel Rus ordusunda subaylık etmişler, fakat milliyetlerini unutmamışlar, o akideleri kabul etmiyerek Almanya’ya kaçmışlar, orada uzun müddet bulunmuşlardır.
Sonra memleketimize gelerek hemşirelerinin yanına, Ziyat Beyin hareminin yanına sığınmışlardır. Fakat yüz kızartacak bir hal olarak bunlar bir gün evden alınarak, Ankara’ya göndereceğiz diye, Komiser Ali Rıza refakatinde hududa götürülmüşler, ayni mabuda kurban sunulmuşlardır. Bu milletin tarihinde bir tek mülteci İsveç Kralı Şarl için harb etmiş şerefli hâdiseler çoktur; fakat siyasi mültecileri bir mabuda kurban sunar gibi sunmaya götüren yüz kızartıcı, gönül parçalayıcı, hicabaver bir hâdise daha yoktur. (Bravo sesleri).
"Burada sabık idarenin avukatı yok"
İbnisuud mutavaat etmedi, mültecileri vermedi, fakat bizdeki bir devrin adamları bizim tarihimize bu lekeyi yazdılar, mültecileri iade ettiler arkadaşlar (Doğru sesleri).
Arkadaşım Konya Milletvekili Ziyat [7], hâdiseyi ikmal ederek bu tarihî lekeyi, o devrin plâğı gibi tekrarlıyan Bakanlığın izahatı çerçevesinden çıkaracak, 9'ncu Büyük Millet Meclisinin tarihine mufassalan geçirmek üzere, benden sonra kendi sualiyle huzurunuza gelecektir”.
Mocan’ın eleştirileri üzerine Nasuhioğlu tekrar kürsüye gelerek şu cevabı verdi:
“Muhterem arkadaşlarım, Tekirdağ Milletvekilinin konuşma tarzındaki hususiyeti bilirim. Bendenizin burada vâki olan suale cevap verirken istinad etmiş olduğum dokümanlar şüphesiz ki bizim zamanımızdan evvel cereyan eden bir devrin mevcut dosyalarıdır. Burada eğer yüksek huzurunuzda yapmış olduğumuz tahkikatın neticesi böyle olmuştur, diye bir hüküm verecek vaziyette konuşmuş olsaydım o vakit sabık idarenin bir avukatı gibi konuşmuş olurdum. Fakat mesele sual müessesesinin mânası dâhilinde elimizdeki resmî dokümanların resmî ifadesi içinde kalarak bunu söylemektir. Nitekim mâruzâtımın başında şu şu şu vekâletten almış olduğum malûmata istinaden arz ediyorum, diye elimizdeki dosyaların yerini de göstermiş bulunuyorum. Bu itibarla sual soran zatın bu inceliğe dikkat etmesini bizzat kendilerinden rica ederim. Burada sabık idarenin ne avukatı vardır, ne de onun propagandasını yapan insan vardır.
Arkadaşlar, Yüksek Meclise hiçbir hakikat örtülerek gösterilemez. Hiçbir vaka ve bir hakikat örtbas edilerek buraya getirilemez. Niçin örtbas edeceğiz, ne var ki örtbas edeceğiz? Bizim icraatımız olsaydı belki onun avukatlığını yapmak ve örtbas etmek ithamı olabilirdi. (Bravo sesleri) Fakat kendi içinde bulunmadığımız bir devrin avukatlığını yapmaya ne lüzum ve ne de sebep vardır ki, Şevket Mocan mütemadiyen bize ihtar ediyor? Arz ediyorum bununla iyi bir harekette bulunmadı arkadaşlar. Burada yapılan müzakereler umumi efkâr üzerinde açılmış müzakerelerdir. Eğer bu müzakereler neticesinde yeniden bir tahkikata lüzum görülürse böyle bir tahkikat yapılabilir. Fakat hiçbir vakit sual müessesesi kendi hudut ve resmiyetini aşarak başka bir şekilde ifadede bulunamaz. Hakikat budur. Yine tekrar ediyorum, eğer mevzu bir tahkikat mevzuu ise o da ileride belki düşünülebilir.
Maruzatım bundan ibarettir” [8].
"Azeri kökenli Sovyet askerleri iade edildi"
İkinci Dünya Savaşı yıllarında Türkiye, savaşın uğramadığı ender ülkelerden biri idi. Bu nedenle de sıklıkla mülteci akınına uğramaktaydı. Bunların önemli bir bölümü Alman işgaline uğrayan Ege adalarındandı. Türkiye karasularından geçmek isteyen ve mülteci taşıyan gemileri de anmak gerekir[9]. Türkiye giderek artan mülteciler sorununu hukuki düzenlemeler de yaparak (1941) çözmeye çalışırken[10], diğer taraftan özellikle Almanya ve Sovyetler Birliği’nin husumetini çekmemeye gayret ediyordu. Çünkü izlenen denge politikası, saldırıya yol açacak bir gerekçe vermemeyi amaçlıyordu. Ülkenin yönetici kadrosu –İnönü başta olmak üzere-, Birinci dünya Savaşı’nda yapılan hatayı tekrar etmemek ve elden geldikçe savaşın dışında kalmak niyetindeydi.
Dönemin arşiv belgeleri mülteciler konusunda bir hayli bilgi içermektedir. Başbakanlık Cumhuriyet Arşivi’nde savaşın son iki yılına ait (1944-1945) belgelerin yoğunluğu dikkat çekicidir[11]. Bu konuda Genelkurmay ATASE Arşivi’nde belgeler bulunmaktadır[12].
Türkiye, savaş yılları boyunca izlediği denge politikası gereğince izlediği tarafsızlık politikasına son vererek –Yalta Konferansı’nın ardından- 23 Şubat 1945 tarihinde ABD-İngiltere-Sovyetler Birliği Bloku’ndan yana tavır aldı; Almanya ve Japonya’ya savaş ilan etti. Bu, elbette sonuna gelinen bir savaş için sembolik bir davranıştı ve Birleşmiş Milletlere kurucu üye olarak katılmayı da amaçlıyordu. Ancak yine de Türkiye, bu tavrıyla kazanan ülkeler grubunun yanında yer aldı ve politikalarını ona göre dizayn etti. Nitekim arşiv belgelerinden 14 Mart 1945 tarihli olanı Alman işgali altındaki adalardan mülteci kabulüne devam edilmesi konusunu ele almaktaydı. Oysa kazanan ülkelerden mülteci kabulüne son verilmişti. Bunlardan biri de Sovyetler Birliği idi. 15 Mayıs 1945 tarihli belge buna yöneliktir. 21 Mayıs 1945 tarihli belge ise, daha dikkat çekicidir ve doğrudan konumuzla ilgilidir:
“Almanya ve Japonya veya her ikisi ile harp halinde olan devletler uyruğundan memleketimizde bulunan mültecilerin, yalnız askerlik hizmetlerine mensup olanlarının, mütekabiliyet esası çerçevesinde iade edilmesi”ni konu alan bu belge, Yozgat’taki kampta[13] tutulan asker kökenli mültecilerin Sovyetler Birliği’ne iade edilmesinin önünü açmaktaydı. 30 Temmuz 1945 tarihli yazışma da, 6 Ağustos 1945 tarihinde Sovyetler Birliği’ne iade edilen Azeri kökenli Sovyet askerlerine yönelikti.
1945 yılının Şubat ayının ilk yarısında toplanan Yalta Konferansı’nın ardından Mart ayında Sovyetler Birliği Türkiye’ye bir nota verdi (19 Mart). 7 Kasım 1945 tarihinde sona erecek olan, 1925 tarihli Türk-Sovyet Dostluk ve Saldırmazlık Anlaşması’nı yenilemeyeceğini bildirdi. Gerekçe İkinci Dünya Savaşı sonunda ortaya çıkan yeni duruma uyum sağlamaması ve ciddi değişikliklere ihtiyaç duymasıydı. Türkiye’nin Almanya’ya karşı Müttefiklerin (Üçlerin/ABD-İngiltere-Sovyetler Birliği) yanında savaşa girmemesi, savaşın dışında kalmak için çaba harcaması ve savaş sürecinde izlediği denge politikası, savaşın dışında kalmasını sağlamıştı ama tam da bu nedenle Türkiye -savaşın tahribatından kurtulsa da-, savaşın sonunda yalnız bir ülke durumundaydı. Kazananlar arasında yer alan Sovyetler Birliği’ne karşı, ABD ve İngiltere’nin desteğini sağlaması hiç de kolay değildi. Nisan ayı başında Türkiye, Sovyetler Birliği’ne verdiği karşılık notasında yeni koşullar ışığında gelecek tekliflere açık olduğunu, bunları dikkatle ve iyi niyetle inceleceğini bildirdi. Haziran ayı başında Sovyet Dışişleri Bakanı Molotov, Moskova Büyükelçisi Selim Sarper’e, bir anlaşma imzalanabilmesi için Türkiye’nin kabul etmesi mümkün olmayan şartlar ileri sürdü. Bunlar arasında Türk-Sovyet sınırında Sovyetlerin lehine değişiklikler yapılması, Boğazların ortak savunulması, Sovyetlere Türkiye’de kara ve deniz üsleri verilmesi ve Montrö Boğazlar Sözleşmesi’nin gözden geçirilmesi de vardı. Türkiye, istekleri reddetti. Bunun üzerine Sovyetler Birliği, Bulgaristan ve Kafkasya’daki askeri birliklerini faaliyete geçirdi. Haklı olarak Doğu Avrupa ve Balkanlardaki Sovyet işgalinin benzerinin yaşanabileceği, ABD ve İngiltere’nin Türkiye’yi yalnız bırakabileceği endişesi vardı. Buna rağmen Türkiye, hem Sovyetlere direndi ve taleplerini reddetti hem de ABD ve İngiltere’yi gelişmeler konusunda bilgilendirdi. Temmuz ayında toplanan Potsdam Konferansı’nda Sovyetler Birliği, taleplerini ABD ve İngiltere’ye de iletti. İngiltere ve ABD, Türkiye’nin tam da arkasında durmadılar ve sorunların iki ülke arasındaki görüşmelerle çözülmesini istediler. Dolayısıyla Türkiye, Sovyet talepleri karşısında kısmen de olsa yalnız kalmıştı[14]. İşte bu ortamda, Sovyet tehdidi bu kadar kendini hissettirirken ve kağıt üzerinde de olsa birlikte Almanya ve Japonya’ya savaş ilan etmişken, müttefik ülkelere ait asker kökenli mültecilerin mütekabiliyet ilkesi çerçevesinde iade edilmesi, son derece olağandı. Nitekim Sovyetlerin karşılıklılık ilkesine uymaması üzerine de, iadelere son verilmişti.
Sonuç olarak iade edilenlerin öldürülmeleri, son derece üzücüdür. Ancak dönemin koşullarının kısıtlayıcılığı ortadadır. Yaşananlar, eleştirilmeyi elbette hak etmektedir[15]. Ortaya sürülecek hiçbir gerekçe yaşanan dramın büyüklüğü ortadan kaldırmayacaktır. Bununla birlikte ilginç bir şekilde eleştirilenin CHP ve özellikle de İnönü olması -milliyetçiliği ile ünlü dönemin başbakanı Şükrü Saracoğlu’nun adının hiç anılmaması-, dikkat çekicidir.
Bu makale İsmet İnönü Vakfı'nın sitesinden alınmıştı.
Makale 2012 yılına aittir