Kültür-Sanat

'Bir ihtiyaç olarak Tanrı ve diğer eksiklerimiz'

'Biz 'biz'volmayabilirdik. Başlangıcımız, her birimizin başlangıcı –kelimenin etrafında dolaşmaya ne hacet— küçük birer “mucize”ydi işte!'

25 Ağustos 2012 11:41

Yasemin Çongar

(Taraf, 25 Ağustos 2012)

 

Biz senin ölümünü gördük. Boşluğun kenarında yürüyordun. Sınırda. Her yer seninmiş gibi, sınırlar yokmuş gibi, her sondan sonra yeni bir şey başlarmış gibi. Öyle donmuş bakıyordum sana; yerimden kalksam, seslensem irkilirsin diye çekindiğimden, sadece bakıyordum. Bakıyorduk. Sen de bize baktın. Bir an. Durdun, baktın. Sonradan zihnimdeki binbir yavaş-çekim tekrarında, sonsuzluğun ta kendisi olduğunu kavrayacağım kısacık bir an boyunca durdun ve, “her şey, işte şimdi, şuradan şöyle…” diyen mânâsız bir cümleyle sustun sanki. Yüklemini kaybetmiş bir özne. Sonra, boşluğun kenarından dönüş varmış gibi, yerçekiminin hikmetinden suâl edercesine, tepeden tırnağa duman rengi bir nispete dönüştürdün kendini. Döndün. Biz senin dönüşünü gördük. Önce boşlukta açılan ayakların, ardından sırrını kimselere vermeyen küçük ketum kafan kaydı terasın kenarından. Kaydın. Kayboldun. Kalakaldık. Bir an. Sadece bir an, sessiz bir soruyla birbirimize baktık. Baktık ve anladık: Bu kâbustan hiç uyanmayacağız. Gözbebeklerimize bir kor parçası değdi çünkü. Sekizinci kattan düştün sen. Ve biz hayatla ölüm arasındaki o sonsuz ânın başladığını gördük, bittiğini gördük.

“Ne güzeldir, pek çok şeyi açıklar…”

Tarihin en ünlü diyaloglarından biridir; güneş sisteminin istikrarını ilâhi kudretle açıklamakta beis görmeyen büyük ustası Isaac Newton’dan tam bir asır sonra, Satürn’le Jüpiter’in yörüngelerindeki değişimin seküler teorisini kurmayı başaran Pierre-Simon Laplace, gururlu bir sunumun bitiminde, Napoleon’un sorusuyla karşılaşır: “Mais où est Dieu dans tout cela?” (Ama bütün bunların içinde Tanrı nerede?) Laplace’ın Fransız imparatoruna verdiği samimi cevabı, pragmatist felsefe kadar postmodern ilâhiyatın da belkemiği sayabiliriz bugün: “Sire, je n’avais pas besoin de cette hypothèse-là.” (Böyle bir hipoteze ihtiyacım olmadı efendim.) Dünyanın sonradan Victor Hugo’dan öğrendiği üzere, Napoleon da aslında susmamıştır bu cevap karşısında: “Ah ! C’est une belle hypothèse; ça explique beaucoup de choses.” (Ah! Güzel bir hipotezdir bu; pek çok şeyi açıklar.) Ama sihirli anahtarı bize Laplace’ın verdiğini düşünüyorum ben: Tanrı’yı yapan ihtiyaçtır!

Muğlak olandan emin, kesin olandan şüpheli

Bir tesadüf olduğumu biliyorum. Doğmam, bu dünyaya “ben” olarak gelmiş ve “ben” olarak yaşıyor olmam bir tesadüften ibaret; sayısız şarta bağlı bir ihtimaldim yokluğumda; varlığım hiçbir zaman kesin değildi. Tohumundan filizlendiğim erkeğin, rahminden çıktığım kadının, rahmimi dölleyen erkeğin, rahmimden çıkan çocuğun başlangıcı da öyle… Hepimiz “rast” geldik bu dünyaya. Tesadüfen geldik. Gelmeyebilirdik. Biz “biz” olmayabilirdik. Başlangıcımız, her birimizin başlangıcı –kelimenin etrafında dolaşmaya ne hacet— küçük birer “mucize”ydi işte! Tıpkı henüz olmayanlar gibi —“şimdinin hiç kimsesi” ve “istikbâlin herkesi” gibi— bizim de, gün gelip olacağımız kesin değildi. Başlangıcımız bir ihtimaldi. Sonumuz bir ihtimal değil oysa; sonumuz kesin. Her birimiz ve hepimiz er geç, istisnasız, mucizesiz öleceğiz. O kadarı kesin.

Hâl böyleyken, nasıl oldu da aksine inandırdık kendimizi? Zihnimizi muğlak olandan emin, kesin olandan şüpheli kılan nedir? Tesadüflerin bahşettiği hayatiyetimize başka türlüsü imkânsızmış, hiçbir tesadüfün değiştiremeyeceği nihayetimize ise başka türlüsü mümkünmüş gibi yaklaşmamız, insan olmanın en tuhaf hasletlerinden biri değil mi?

Ölümle aramızdaki –bir kandırmacadan ibaret olduğunu elbette bildiğimiz– o mesafe hissinin bizi yaşattığını düşünürdüm eskiden; yaşlandıkça, kendi başlangıcımızla ilgili hüsn-i kabûlümüzün daha kuvvetli bir iksir olduğuna inanmaya başladım. Bizatihî varlığımızda mündemiç bir hak iddiası, bir sebeplilik evhamı var zira bizim. “Olmalıydım, olacaktım, oldum” diyen bilgiç bir iç sesimiz var ki, maaşallah hiç susmuyor: “Boşuna gelmedik ya bu âleme! Yoktan varolduysak bir sebebi, bir mânâsı, bir amacı vardır elbet. Vardır değil mi canım? Olmalı değil mi hadd-i zâtinde?”

Sizi bir Möbiüs şeridi gibi katlıyor…

İmzasını New Yorker ve New York Review of Books dergilerinde, daha ziyade matematiğin, fiziğin ve felsefenin günlük hayatla alışverişi üzerine yazdığı makalelerden tanıdığım Jim Holt, yeni kitabına Britanyalı romancı Martin Amis’in bir sözünden yola çıkarak karar vermiş. Amis, bir televizyon programında, herhalde varoluşla ilgili gizemli bir vecize ümidiyle kendisini sıkıştıran muhatabına, “Evrenin varoluşunu açıklamaktan beş Einstein kadar uzağız” deyiverince, Holt haklı bulmuş onu: “Amis’in tahmini doğru görünüyordu ama bu Einsteinlardan herhangi biri bugün etrafta olabilir miydi acaba? Onlardan biri olmaya heves etmenin haddim olmadığı aşikârdı, fakat ya onlardan birini bulabilirsem ya da ikisini, üçünü, hattâ dördünü; ve sonra onları makûl bir sıraya dizer gibi yaparsam… Eh, işte bu, mükemmel bir serüven olurdu.”

Holt’un, Einstein’ın kafa yorduğu şeyler üzerine bugünlerde düşünen matematikçi, fizikçi, evrenbilimci, felsefeci, ilâhiyatçı ve romancılardan bazılarıyla ve hep aynı sorular çevresinde konuşarak yazdığı kitabın adı: Why Does The World Exist? An Existential Detective Story (Âlem Niye Var? Varoluşsal Bir Polisiye). Adından ve “iki ya da üç ya da hattâ dört Einstein” aramasından herhalde anlaşıldığı üzere, “hafifmeşrep” bir bilim kitabı bu; Holt, hepimizin sorduğu sorulara hepimizin veremediği cevapların peşine düşmüş çapkın bir hafiye gibi yazıyor hakikaten; eğlenceli, akıcı bir üslûbu, en karmaşık fikirleri berraklaştıran basit ve sağlam bir dili var. Ama üç yüz küsur sayfanın sonunda, hiç de öyleha-ha-ha hi-hi-hi bir popüler bilim kitabı okumuş gibi “hafiflemiş” hissetmiyorsunuz kendinizi. Aksine, kitaptaki felsefî terennüm, bir bütün olarak, sizi hangi noktadan yola çıkarsanız çıkın hep aynı noktaya döndüren bir Möbius şeridi misali orta yerinizden büküp, kendi üzerinize katlıyor sanki; her zamankinden daha “düz” ve daha “zor” bir düğüme dönüşüyor zihniniz. Ve ben, Holt’un kitabını asıl bu yüzden sevdim.

Üç asırlık taze bir soruya taptaze cevaplar

Ezelden gelip ebede gider gibi görünen bir soru bu; oysa sormakta çok geciktik. Hiçliği merak etmek, Aristo’nun, Thales’in, Heraklit’in aklına gelmedi nedense. Ve Gottfried Wilhelm Leibniz 1714’te, “Neden hiçbir şey yerine bir şeyler var” sorusunu beşeriyet adına ilk kez sorduğunda, sadece muhtemel cevapların sonsuzluğuna davet etmiyordu bizi. Bir soru cümlesi mi sayacaktık bunu, yoksa bir ünlem cümlesi mi? Cevapları bulmak mıydı mesele, yoksa şaşırıp kalmak mı? Heidegger’in mesela, şaşırmayı tercih ettiğini hatırlatıyor Holt; “genç”Wittgenstein’ın ise önce şaşırdığını, sonra şaşırmaktan vazgeçtiğini yazıyor.

“Neden hiçbir şey yerine bir şeyler var”daki çocuksu merakı bile onun için imkânsız kılan Katolik terbiyenin tortusunu kendinden yavaş yavaş kazırken, bir yandan da Platon’dan Hume’a, Schopenhauer’den Sartre’a ve tabii illâki Kant’a, illâki William James’e uzanan okumalarını anlatıyor Holt. Kitabı “taze” kılansa, Amerikalı yazarın, ABD’nin çeşitli üniversitelerinde ve bu arada Oxford’da, Londra’da, Paris’te bulduğu çağdaş “Einsteinlarla” yaptığı konuşmalar kuşkusuz. Leibniz’in üç asırlık sorusuna verilen güncel cevaplar, insanın insanı anlama konusundaki eksiklerinin bir özetini oluşturduğu ölçüde, “boşlukları neyle doldurabileceğimiz” sorusuyla da başbaşa bırakıyor bizi. İhtiyaçlarımız hiç bitmiyor.

Grünbaum, Deutsch, Swinburne, Updike...

Boşlukların kadrini bilmeyi öğrenmemiz de mümkün tabii. 1923 Köln doğumlu, daha ziyade “Freudyen psikanalizin yeminli düşmanı” olarak ünlenmiş olan, halen Pittsburgh Üniversitesi’nde ders veren bilim filozofu Adolf Grünbaum mesela, kendisini şaşırtanın varlık değil hiçlik olduğunu anlatıyor Holt’a. “Leibniz’in ve Schopenhauer’in, Wittgenstein’ın ve Heidegger’in ve Dawkins’in ve Hawking’in ve Proust’un aksine” diyor Holt, “sayısız çağdaş filozofun, bilimcinin ve ilâhiyatçının ve hemen her sıradan mütefekkir insanın aksine, Grünbaum, âlemin varolmasını hiç de şaşırtıcı bulmuyor.”

Niye? Çünkü Leibniz’in aklını kurcalayan şeye “varoluşun temel sorusu” adını veren Grünbaum, bu merakın da meşruiyetini sorguluyor ilkin. Bütün “niçin” soruları gibi, gizli önkabullere dayanıyor soru. Sadece âlemin varlığının bir açıklaması olduğu önkabulüne değil, aynı zamanda, âlemin bir açıklamaya ihtiyaç duyduğu önkabulüne de dayanıyor: “Sanki her şeyi açıklayan bir sebep ya da mantık olmazsa, hiçlik galip gelecekmiş gibi. Ama niye hiçlik galip gelsin ki? Bizimki gibi —hayatla, yıldızlarla, bilinçle, karanlık maddeyle ve daha henüz keşif bile etmediğimiz envayi çeşit şeyle dolup taşan— bir âlemin varolması karşısında hayrete düşmeyi meslek haline getirenlerin, Hiç Âlem’i kayıran entelektüel bir önyargısı var gibi geliyor bana. İçten içe hiçliğin doğal bir durum, ontolojik açıdan varsayılan seçenek olduğuna inanıyorlar. O zaman da sadece hiçlikten sapmalar gizemli oluyor, onların açıklanması gerekiyor.”

Bu girizgâhın bizi nereye taşıyacağını tahmin edebilirsiniz. Hiçliğin “basit, doğal, el değmemiş” bir durum olduğu kabulünü reddediyor Grünbaum; “Başlangıçta hiçbir şey yoktu” diye başlayan Tanrıcı söylemin gölgesini görüyor hiçliğin üzerinde ve diyor ki, “Fizik bizim geçmişi düşünürken, ‘şu tekil olaydan –mesela Büyük Patlama’dan– önce hiçlik vardı’ dememize müsaade etmez… Büyük Patlama modelinden çıkarılacak ders, o ilk durumdan önce zamanın olmadığıdır.”

Grünbaum’ın tezini okurken, yine boşlukları düşündüm ben. Hiçliği salt “mekânsal” bir durum gibi, cismani ya da ruhani ama illâki “yer” kaplayan şeylerin yokluğu gibi algıladığımı anladım hayretle; içi boş bir kova, yıldızsız bir gökyüzü, rüyasız bir uyku geliyordu aklıma; hiçlikte, zamanın da olmadığını kavramam zaman aldı!

Meseleyi ister Büyük Patlama’ya yani on dört milyar yıl öncesine dayandırın; ister Tanrı’nın bundan hepi topu üç bin dört yüz yıl kadar önce Musa’ya yazdırdığı rivayet olunan beş kitaba inanıp, üzerinde yaşadığımız dünyayı altı bin beş yüz yıllık ter ü tâze bir küre sayın, aslında her başlangıç hikâyesi, geriye doğru sonsuz sayıda soruya yer açıyor: “Başlangıçta ne vardı”; ve cevap ne olursa olsun, “Peki, ondan önce ne vardı?”

Holt, bu soruyu “doğal ilâhiyat” okulunun önemli temsilcilerinden ve Richard Dawkins gibi ünlü ateistlerin başrakiplerinden 1934 doğumlu Britanyalı din filozofu Richard Swinburne’e soruyor. Yanan çalıların ardından Musa’ya “Ben neysem oyum” diye seslenen Tanrı, “Peki ben nereden geliyorum” diye hiç sormuş muydu kendine ve eğer sorsaydı ne cevap verirdi acaba? Tanrı, kendisinin “şartlara bağlı bir varlık” olmasının “ziyadesiyle ihtimal dışı” olduğunu söylerdi Swinburne’e göre. Okurken, “Öyle ya, Tanrı bu” diye mırıldanıyorum, “rast” gelmiş bir kul değil nihayetinde! Sonra içimdeki bilgiç ses, “Senin de bir sebebin var” diyor. Bu kadar mı özenilir Tanrı’ya!

Biraz da kendimden silkinmek için, Swinburne’den ayrılıp, Dawkins gibi ateistlerin yakın müttefiklerinden birine, 1953 Hayfa doğumlu Britanyalı kuantum fizikçisi David Deutsch’a dönüyorum yüzümü. Deutsch tam benlik konuşuyor: “Gerçekliğin nihai bir açıklamasının mümkün olduğunu sanmıyorum. Bu, neyi ne kadar açıklayacağımızın bir sınırı olduğunu düşündüğüm anlamına gelmiyor ama. Hiçbir zaman üzerinde ‘BU NOKTADAN SONRA AÇIKLAMA YOK’ yazan bir duvara toslamayacağız. Öte yandan, ‘BU HER ŞEYİN NİHAİ AÇIKLAMASIDIR’ yazan bir duvar da çıkmayacak karşımıza. Esasen, bu iki duvar hemen hemen aynı şey olurdu. İmkânsız olmasaydı ve nihai bir açıklamaya erişseydiniz, bunun niye gerçek açıklama olduğu –gerçekliğin niye böyle olduğu ve başka türlü olmadığı— konusundaki felsefi problem yine de sonsuza dek çözülemezdi.”

Peki ama başlangıçta ne vardı? 1990’larda ABD’ye göç eden, halen Stanford Üniversitesi’nde ders veren 1948 doğumlu Rus teorik fizikçi Adrei Linde’nin “kaotik enflasyon” teorisi, biraz da CERN’deki “Tanrı Parçacığı” deneyi sayesinde, benim artık bir parça “yontulabilmiş” aklımı makûl bir cevaba en fazla yaklaştıran şey belki de. “Bu teoriyi geliştirirken” diyor Linde, “bizimki gibi bir evreni başlatmak için bir gramın yüzbinde biri kadar maddeye ihtiyaç olduğunu keşfettim. Bu, patlayıp, etrafta gördüğümüz milyarlarca milyarlarca galaksiyi oluşturabilecek küçücük bir boşluk yaratmak için yeterliydi.”

Yine boşluk ve aklımda yine “mekânsal” büyüklükler… Neyse ki Linde beni sarsmakta gecikmiyor: “Evrenimizin, başka bir evrendeki biri tarafından sırf canı istediği için yaratılmış olabileceği ihtimalini ihmal edemeyiz.” Kaçınılmaz soruyu ise haliyle Holt soruyor: “Laboratuvarda Büyük Patlama’yı yaparsanız, yarattığınız bebek evren birden büyüyüp sizin kendi âleminize yayılmaz mı, insanları öldürmez mi, binaları yıkmaz mı, her yeri kaplamaz mı?” Cevabı çok seviyorum: “Merak etmeyin” diyor Linde, “Yeni evren kendi içine genişleyecektir. Uzayı öylesine bükülecektir ki, yaratıcısına temel bir parçacık kadar görünecektir. Esasen, onun dünyasında tamamen yitip gitmesi bile mümkün.”

Sonra bir başka bölümde, varoluş meselesini romanlarının baş konusu yapan, Holt’un, ölümünden bir yıl önce konuştuğu Amerikalı yazar John Updike (1932-2009), usulcacık bir fiske konduruyor şakağıma: “Kusura bakma ama benim sürüngen beynim bu teorilere güvenmeme izin vermiyor. Değil bütün evrenin, sadece Dünya’nın bile bir zamanlar bir bezelye kadar küçük olduğunu hayal etmem imkânsız.” Ağzımı açıyorum; tam “Belki de hâlâ bezelye kadarız” diyecekken vazgeçip, gülümsüyorum sadece. Nihayetinde, 1933 doğumlu Amerikalı teorik fizikçi Steven Weinberg’in söylediği gibi, “Evreni anlama gayreti, insan hayatını kaba güldürü seviyesinin üzerine çıkarıp, ona trajedinin zarafetinden bir parça kazandıran çok az şeyden biridir.” Hayatını vakfettiği evreni anlama gayretinde “epik” bir yön yerine, trajedinin zarafetini gören Nobelli bir bilimadamının tevazuundan daha öğretici ne olabilir ki? Holt’un kitabını kapatıyorum. Sen, sekizinci kattan düştüğünün ertesi günü, dört ayaklı bir mucize gibi oturuyorsun not aldığım kâğıtların üstünde. Otur. Klavyenin tıkırtısını dinle. Bak, yazmaya başlıyorum nihayet: Biz senin ölümünü gördük.

(Yasemin Çongar’ın bu yazısı YA DA köşesinde değil, EX LIBRIS / DÜNYA BUNLARI OKUYOR adlı köşede yayımlanmıştır.)