Özlem Altıparmak
[email protected]
Çocukken sorarlar ya ne olacaksın diye, işte ben, ayda atılan adımların büyüsüne kapılmanın ve Milliyet Çocuk okumanın bir neticesi olsa gerek, hep astronot olmayı istedim. Hayat bu, düşlemek elbette güzel ve düşte insana, hele de çocuğa, sınır yok. Yıllar geçti, düşlerden uyanıldı ve nihayetinde meslek icabı üzerime giydiğim şey, astronot tulumu yerine avukatlık cüppesi oldu ve yaptığım uzay yolculukları, sulh hukuk mahkemesi duruşma salonu ile icra dairesi arasında sınırlı kaldı.
Yetiştiğim dönem ve içinde büyüdüğüm sanattan uzak ortam sebebiyle, küçüklüğümde müzelere, sergilere ya da daha genel ifade etmek gerekirse sanata, ne yazık ki hiç ilgim olmadı benim. Zaman içinde, bu konuda ilgim de ve algım da kısmen gelişti lakin kendi yaşadığım kentte -İzmir- her gün önünden geçip gittiğim arkeoloji müzesine gitmek bile, 30lu yaşlarımda nasip oldu bana.
Avukat olduğuma bazı durumlarda pişman olsam da, hukuku bilmekten ve öğrenmiş olmaktan hep keyif aldım, bir yerlerde ve bir şekilde hep işime yaradı hukuk bilmek.. Garip gelebilir ama bu ülke, sanatı bilmediğime, sanattan “anlamadığıma” pişman olduğum bir ülke de olmadı. Hatta sanattan anlamaz olma durumumun, devinip -çoğunlukla da debelenip- durduğum bu hayatta bir eksikliğini de çoğunlukla hissetmedim. Sahi, blok flüt üfleyerek müzikten ne derece keyif alabilirsiniz ki? Ortaokuldaki resim odasını hatırlıyorum da, elimdeki pastel boyalarla önümdeki boş kağıda bakarken, içimde kopan küçüklü büyüklü fırtınaların o kağıda akabileceğini, bende ve resimde böylesi bir gücün olduğunu hiç fark edemedim, bilemedim. Müziğin içime sızması, resme kıyasla çok daha çabuk ve sahici oldu. Kısaca resim, müzik kadar serpilip gelişemedi içimde ve bu da benim talihsizliğim oldu. O nedenle girdiğim müzelerde resim bölümlerinde çok oyalanmadım ve hep hızlı hızlı bakıp geçtim. Ta ki bir müzede Rembrant’ı görünceye dek…
Ben ilk kez Rembrant’a New York’un meşhur Metropolitan Müzesi’ni adeta koşturarak gezerken rastlamıştım. Metropolitan Müzesi öyle devasa bir müze ki, tamamını hakkıyla keşfetmenin bir haftayı bulabildiği söyleniyor. Her tablonun önünde saatlerinizi geçirebilirsiniz. Ben, sanata mesafeli duruşum ve sanata dair kıt bilgim sebebiyle müzedeki bir sürü tabloyu ve bölümü hızlıca tüketirken, girdiğim salonda Rembrant’ın özel sergisini görünce bir an durakladım ve sergiyi büyük hayranlıkla gezdim. Gördüğümü anlamak için ciddi bir çabaya gerek duymamak, resmin içine adeta dalıvermek, bir insan yüzünün tüm gerçekliği ile dörtyüz yıl sonra bile bana bakıyor olması ve tabloda boynu çevrelemiş tülün kıvrımına uzansam sanki dokunuverecekmişim gibi hissetmekti sanırım tablolarda beni etkileyen. Bu nedenle benim “sanatla imtihanım” ışığın ve gölgelerin ressamı Rembrant’la oldu diyebilirim.
Bazı bilgiler vardır; bunları bazen hayatta kalmak, bazen daha iyi yaşamak için öğrenirsiniz. İlk yardım gibi, deprem çantası hazırlamak gibi, ya da ne bileyim besinlerin kalorisi gibi... Hayat, ender durumlarda da olsa bunları bilmenizi gerektirir. Kimse size zorla öğretmez, bunlar ders değildir ancak işinize yarayacağınızı düşünürsünüz, bir şekilde öğrenirsiniz.
Biz öyle bir ülkede yaşıyoruz ki birazcık “hukuk” bilmezsek vay halimize… Hukuka ya da hukuki bilgiye duyulan ihtiyacın, kamu otoritesinin ya da gücü elinde bulunduranların bireyin hakkına duyduğu saygı ile ters orantılı olduğunu düşünmekteyim. Çünkü öyle durumlar olur ki bu ülkede, haklarınızı bilmezseniz, ikinci gününde yırtılan ayakkabınızı dahi değiştiremezsiniz; bir devlet dairesinde birisi size “yasak” der, “olmaz” der, yanınızda götürdüğünüz yönetmeliği göstermek zorunda kalırsınız; aylardır aramayan bir arkadaşınız arar, hal hatır sorar, “ya ben aslında birşey soracaktım...” der, boşanacaktır, kredi kartında problem olmuştur, hatta aslında tuttuğu başka avukatın kendisine verdiği bilgiyi teyit ettirmek ister, illa ki başına bir şey gelir bir arkadaşınızın, illa ki... İşte bu ülkede, haksızlığa uğrama ihtimalimiz, haksızlığa uğrama korkumuzla at başı yarışır durur. Sanata ise yolunuz bir türlü düşmez.
Her mesleğin doğası gereği kişide yarattığı bazı deformasyonlar oluyor. Doktorların hayat kurtarmakla ilgili tanrı sendromundan bahsedilir örneğin. Ben, içinde bulunduğum meslek gereği hukukçularda da benzer bir yanılsama durumu olduğunu, hukuk bilmekle bir nevi hayatın anlamını çözdüğümüzü düşündüğümüzü ve bildiğimiz kanunlar, kuşandığımız hukuki formasyonla adeta “kalp gözümüzün” açıldığına inandığımızı düşüyorum. Onlar konuşa dursunlar, işin aslını biz hukukçular biliriz. Ana haberlerin ve tartışma programlarının neredeyse yüzde sekseninin hukuk üzerine olduğu ve hukuku bilmenin, bir nevi kılıç kullanma sanatı haline dönüştüğü bir ülkede, böylesi bir yanılgıya düşmek elbette kaçınılmaz.
Öyle bir ülkede yaşayalım istiyorum ki, sanatı bilmemek içimizi ezsin, eksiklenelim. Gerekçesiz bir tutuklamanın zaten olmayacağı gün kadar açık olsun, kimseler bunu tartışmasın. Hukuk, sadece çatışma varsa çözsün, biz biraz da yaratıcılığın ve hayal gücünün ifadesine kafa yoralım.
Bu derde az da olsa bir deva olur mu bilemiyorum lakin paylaşmak isterim. Sakıp Sabancı Müzesi’nde, “Karanlıkla Işığın Buluştuğu Yerde” sergisini ziyaret etmek ve Rembrant’ı 10 Haziran’a kadar görmek mümkün. Kaçınız vakit ayırabilir ve bir hukukçudan gelen sanata dair bir tavsiyeye ne denli güvenirsiniz bilemiyorum, ancak yüzyılları kat edip Emirgan’da salınmakta olan Rembrant’ın görülmesini şiddetle öneririm. Gidelim ve akşam haberlerinde hukukun -hukuksuzluğun- derin sularına dalmadan önce uzun uzun soluklanalım…