Habertürk'ün yeni yazarı Umur Talu, umre yolculuğu ile ilgili yaptığı eleştiriyle yeni bir polemik başlattı.Talu, Ertuğrul Özkök ile Ahmet Hakan'ı nasıl eleştirdi?
Siyasal arenada giderek sertleşen ve yer yer hakarete varan söylemler, medyadaki kamplaşmanın saflarında da karşılığını buluyor. Gazeteciler, yazarlar birbirlerine kavgada bile ağza alınmayacak sözcükleri, köşelerinde savuruyorlar. İşte böylesi bir ortamda, yoğun siyasal eleştirilerine rağmen centilmenliği elden bırakmayan Türk medyasının saygın kalemlerinden, usta gazeteci Umur Talu, Gazete Habertürk ailesine katıldı...
Ve yeni gazetesine ilk röportajını verdi:
Sert siyasi makaleler kaleme almanıza rağmen, kendinizi polemiklerden nasıl uzak tutmayı başarıyorsunuz?
Ben kimsenin özel hayatına, zaafiyetlerine dokunmam. Bunları yazmayı benimsemem. Çok yanlış bulsam bile kimsenin eşine, çocuğuna, özel hayatına dair yazı yazan biri değilim.
Engin Ardıç’la bir tartışmanız olmuştu yanılmıyorsam...
Ergenekon meselesinde, Amerika’daki neoconların bir kanadının bağlantısının gözardı edilemeyeceğine dair bir şeyler yazmıştım. Engin Ardıç da isim vermeden alay eden bir şey yazdı ve ben ona sert bir cevap verdim. Tek polemiğim de oydu Sabah içinde. Kimse bana açıkçası bulaşmadı. Belki saygıdandır. İkincisi de haksız bulaşana çok sert de cevap veririm. Sadece kalp değil, belini kıracak ölçüde ama kimseye durup duruken bunu yapmam. Bu nedenle son dönem medyadaki birbirini aşağılayan üslubu da çok irkilerek karşılıyorum. Ve bunu özellikle daha genç insanlar yapıyor. “Dayanışma mayanışma” derken bu acayip bir şey. Tartışabilirsiniz. Gazetecilik o değildir, şudur. İşte o haber böyle okunmaz, böyle okunur. İdeolojik farklılıklar olmazsa zaten olmaz. O şudur, onun özel hayatı budur. Bunun üzerinden inanılmaz bir şey yükseliyor. Bunu insanlar okur, belki izlerler de ama tiksinirler. Emin olun tiksinirler.
Röportaj teklifimi Bebek Parkı’nda değil de, evinizde yapmayı kabul etseydiniz bizi terlikle mi karşılardınız ve fotoğraf verirdiniz?
(Gülümsüyor) Bunu yapana da saygı duyarım. Ben de evin içinde bazen öyle ayakkabıyla dolaşmıyorum her dakika ama gelen misafirime de, “Ayakkabını çıkar” demiyorum. Çıkarmak isteyen çıkartır. Kimsenin evinin içine de ayakkabıyla girmem. Bir de ben kendi evimin içini de açmam. Benim orada eşim, çocuklarım var. Onların da hayatı var. Benim hayatım onların hayatı demek değil tamamiyle.
“Haberin Klu Klux Klanları” deyimini de siz kazandırdınız medyaya. Neydi buradaki hedefiniz?
Ben onu özellikle Ertuğrul Özkök’ün, “Haber öldü” anlamına gelebilecek bir yazısı üstüne söylemiştim. Haber nasıl ölebilir? Bu o kadar ikiyüzlü bir şey ki. Kendileri haber olmaya çalışan insanlar haberin öldüğünü söylüyorlar. Baktığınızda “Haber öldü” diyenin haberi önemsememesi lazım ama onlar kendilerini bir haber olarak önemsiyorlar. Diğer yandan da toplumun birçok kesiminin sesini duyuracak, bir hakikati gösterebilecek haberlerleriyse reddediyorlar.
Umreye gidecek misiniz bu arada?
Ben 1982’de Suudi Arabistan’a gittim. Epey de kaldım orada. Çok genç bir gazeteciydim henüz. Umreye de gittik Mekke’ye. Çok da mutlu oldum gitmekten, görmekten. Ama o gün bile aklıma gelmedi kendi fotoğraflarımı yayımlamak... Ama şimdi kendini anlatma modası var. Yani milyonlarca insanın yüzlerce seneden beri yaptığı dini bir vecibeyi, siz yapınca o birden bire müthiş bir olay
haline geliyor. Olayı bırakın, her şey, birden bire fonksiyona dönüşüyor. Bir gün Anıtkabir sizin için bir fonksiyon, bir gün umre, bir gün bir peygamber, bir gün Atatürk, bir gün başka bir değer... Her şey, sizin kendinizi ön plana çıkarmanız için bir araca ve aracıya dönüşüyor. Bu hem o değerlere karşı bir saygısızlık; çünkü insanlar o değerlere inanıyor ve saygı duyuyorlar. İkincisi de, ayıp denen bir şey var.
Nasıl bir ayıptır bu?
Şöyle bir şey var: Siz kendinizi haber yapmaya çalıştığınız ölçüde var oluyorsunuz. Şöhretinizi sürekli gündemde tutmak için beslemeniz gerekiyor. O şöhret de doymak bilmeyen bir şey. Sürekli yem atmak zorundasınız ona. Bir yandan da nesneleşiyorsunuz. Önce her şeyi kendi özneniz için nesne haline getiriyorsunuz. Biraz önce saydığım değerler de dahil. Arkadan bir bakmışsınız; siz de artık fotoğrafta bir nesnesiniz. Bir pozda bir nesneniz. Gazetecinin özne olmaya da nesne olmaya da hakkı yok demeyeyim. Herkesin her şeye hakkı var ama bu meslek o meslek değil. O meslek, başka bir meslek.
Hem beyaz hem zenci Türk’üm
Sizin için “Beyaz Türklüğü de, zenci Türklüğü de vardır” deniyor. Peki siz hangisisiniz?
- (Gülüyor.) “Beyaz Türk” kısmı herhalde soyum sopumla ilgili olmalı. Sonuçta doğduğumda mülkiyet ya da ilişkiler anlamında o beyaz epey bir gri olmutu zaten. Çünkü yaşamının son döneminde, otel odasında kalırken ölen bir dedenin (Ercüment Ekrem Talu) torunuydum ben. Kiralık bir evde doğmuştum Bağlarbaşı’nda. Annem memurdu. Babam da öldüğünde SSK’da maaşı zor bağlanan 30 yıllık parlak bir gazeteciydi. Aslında Galatasaray Lisesi’ne gidince beyaz oluyorsunuz ama bunların içinde de hep bir zenci tarafınız var. Sokak çocuğusunuz, mahallede büyüyorsunuz. Yalnız büyüyorsunuz, babasız büyüyorsunuz. Yatılı büyüyorsunuz, Beyoğlu’nda büyüyorsunuz... Ve tüm bu beyazlığın içinde koyu siyahlar da var. Sonrasında da Boğaziçi Üniversitesi’ne kaydoldum ama oradan daha çok Yenikapı’daki Demiryolu Sendikası’na gidiyordum.
Türk burjuvazisi hep raporlu
Aileniz çok köklü bir geçmişe sahip. Edebiyatçılar, felsefeciler, söz yazarları... Siz hiç şiir yazmayı denediniz mi?
- Ben gençken şiir yazdım ama iyi şiirler değilmiş. Üniversiteye yeni girmiştim, hazırlıktaydım Boğaziçi’nde. Türkiye İşçi Partili’yim, üye değilsem bile öyle bir dönemim. Çocuğum daha, bir gün şiirleri aldım. Cağaloğlu’nda yeni çıkan Birikim Dergisi’ne götürdüm, Murat Belge’ye. O da sonuçta edebiyat eleştirmeni. Şiirlere baktı. “Başka neden anlarsın?” dedi. “Ben” dedim, “Daha yeniyim ama ekonomi öğreniyorum. Şimdiden Kapital’i okumaya başladım.” “Bir şey diyeyim: Sen daha çok ekonomiyle ilgilensene” dedi. Anladım; şiirlerim kötüydü. Haklıydı da. Sonra iyi ekonomi öğrendim hakikaten. Marsist ekonomyi özellikle iyi öğrendim. Ödev olarak mesela, “Türkiye imalat sanayiinde artı değer hesaplaması”nı yaptım ben. Böyle bir ödev kategorisi yoktu. Ben bunu yapacağım dedim ve yaptım.
Dedelerinizden Recaizade Mahmut Ekrem’in “Araba Sevdası” eseri, edebiyat derslerinde okutulan Türkiye’nin ilk realist romanı denebilir. Roman cumhuriyet yıllarında yeni yükselen burjuvazinin aşırı batı özentiliğini eleştiriyordu. Sizce o günlerden bugüne Türkiye’de burjuvazi nasıl değişti?
- O tarihlerden bu yana, bugün üçüncü kuşaklar varlar. İkinci kuşaklar biraz daha sanki olur gibi oldular. Şimdi onların çocuklarının tam durumunu bilmiyorum açıkçası. Çünkü birinci kuşaklar sermaye birikimini, ikinci kuşaklar incelmeyi temsil ediyordu. Kabaca üçüncü kuşaklarsa daha bir rantiyeliği temsil ediyor olabilir. Çok büyük araştırma yapmadım ama çünkü üçüncü kuşakların ne çok müthiş girişimci veyahut innovatör (yenilikçi) ne de çok özgürlükçü olmalarına gerek kalmadı. Onlar, biraz daha başka bir döneme, yani spekülatif bir dünyanın içine düştüler. Ama Türkiye’de tabii raporlu bir burjuvazi var. Güzel raporlar hazırlayan ama kendi içinde tam demokrat olamayan. Mesela ben TESEV’e (Türkiye Ekonomik ve Sosyal Etüdler Vakfı) veyahut bu tür demokrasi raporları hazırlayan kuruluşlara da sordum: Neden hiç sendikalardan hiç söz etmiyorsunuz? Sendikaların demokraside bir yeri yok mu? Yani sivil örgütlenmenin yeri yok mu? Dolayısıyla hep raporlu bir burjuvazi. İki manada raporlu: Çok geciktiği için mazeret bildirmek adına raporlu Bir de hâlâ tam sağlığı yerinde olmadığı için raporlu. Yani zihinsel sağlığı tam yerinde olmayan bir burjuvazi var.
Gazetecilikte dönüm noktası ‘Eylül’ler
Galatasaray Liselisiniz, Beşiktaş’ın sizin için bir tutku olduğu biliniyor. Nereden geliyor bu Beşiktaş tutkusu?
- Babam (Muvakkar Ekrem Talu) Galatasaray Lisesi mezunu. Hatta Galatasaray futbol takımında biraz oynayıp sonra Beşiktaş’a geçmiş. Beşiktaş’ın 100. yıl formasında ismi de var. O formayı gururla saklıyorum. Babamın içindeki muhaliflik, siyasi olarak değil de, kulüple dışarı vurmuş. Hem biraz kendi babasına muhalif, hem biraz o camiaya muhalif. O dönem çok zor konumda olan Beşiktaş’a cebinden forma parası vererek futbolcu olmuş. Sonra şanssız bir sakatlık geçirmiş.
Kötü bir ameliyat geçirmiş, sonra da erkenden futbolu bırakmış. Ben doğduğumda, hem aileden dolayı hem gazetenin, hem Beşiktaş’ın içine doğdum. 3 yaşında maça gittim. Babam radyoda maç anlatırdı, ondan sonra bana futbol çalıştırırdı. Tabii hayatım boyunca hiç unutamayacağım bir şey: Babam öldüğünde 6 yaşındaydım ve Beşiktaş bayrağına sarılı bir tabutla gömüldü. Babamın ölümünden
birkaç ay sonra da Galatasaray’ın ilkokuluna girdim ama ben hep Beşiktaşlı kalmıştım. 10 küsur sene falan da hiç şampiyon olmadan dayandım. (Gülüyor.)
12 Eylül darbesi sonrası gazeteciliğe başlamışsınız. 1992’yi Eylül ayında Milliyt’ e genel yayın yönetmeni olmuşsunuz. 13 Eylül’de de Habertürk Gazetesi’nde yazmaya başlıyorsunuz. Eylül ayları gazetecilik kariyeriniz için hep belirleyici mi oluyor?
- Tabii gazeteciliğimi 12 Eylül’e borçluyum. (Gülüyor) Tuhaf bir şekilde kaderim yine bir 12 Eylül sonrasında beni yeni bir gazetede, Habertürk’te başlatıyor.
Habertürk, tabii medyada, bir kriz döneminde çıktı. Hem de çifte bir kriz dönemiydi bu. Hem medyanın kendi içinde blunduğu kriz, hem dünya ve Türkiye’deki ekonomik kriz döneminde yayına başladı. Biçimsel sınırları zorlayarak bir başarı öyküsü elde etti. Son yıllarda medyada bu kadar büyük bir başarı öyküsü de yok. İkincisiyse hem patron, hem çalışanlar, yöneticiler olarak Sabah’taki bildiğim insanlardı