Kültür-Sanat

Bir çınar daha devrildi

Çok yönlü sanatçı kimlikleriyle Türkiye'de bir döneme damgasını vuran bir aydın kuşağının son temsilcilerinden olan Nail Çakırhan, 98 yaşında hayata veda

11 Ekim 2008 03:00

Ünlü şair, edebiyatçı ve Uluslararası Ağa Han Mimarlık Ödülü sahibi Nail Çakırhan 98 yaşında hayata veda etti. Muğla Özel Yücelen Hastanesi´nde 16 gündür kolon kanseri tedavisi gören Çakırhan´ın ölümü edebiyat ve sanat dünyasını yasa boğdu.

Şiirden mimarlığa uzanan geniş bir yelpazede adını tüm dünyaya duyuran, Cumhuriyet dönemi aydınlarından Nail Çakırhan 98 yaşında hayata gözlerini yumdu. Gökova sevdalısı ve Akyaka´nın mimarisine damgasını vuran Çakırhan üç yıl önce kolon kanserine yakalandı. Beldede çok sevilen ve örnek alınan şair İstanbul´da tedavi gördü. Çakırhan son zamanlarda durumunun ağırlaşmlaşması üzerine Akyaka´da Yücelen Hastanesi´nin sahibi, yakın dostu Hamdi Yücel Gürsoy´a ``Muğla topraklarında ölmek istiyorum'' dedi.

Çakırhan 16 gün önce Özel Yücelen Hastanesi´ne kaldırıldı. Ağrı tedavisi gören Çakırhan geceyarısı hayata gözlerini yumdu. Özel Yücelen Hastanesi Başhekimi Dr. Necdet Doğu, ``Rahatsızlığı ilerlemişti. Burada ağrılarını dindirmek için tedavi uyguluyorduk. Maalesef yaşam savaşını kaybetti'' dedi. Özel Yücelen Hastanesi sahibi Hamdi Yücel Gürsoy da, ``Sanat, edebiyat ve mimarlık dünyası yaşayan en büyük devini kaybetti. Ben onu baba kadar severdim. Onun sözleri, şefkati, hayata bakış açısı ve sevgisi hepimize örnek olmalı'' dedi. Nail Çakırhan´ın cenazesi pazartesi günü Akyaka Camisi´nde öğle namazının ardından kılınacak cenaze namazından sonra ailesinin isteği ile Akyaka Mezarlığı´nda toprağa verilecek.

Akyaka'yı Akyaka yapan adam

Akyaka´nın bugünkü mimarisinde önemli rol oynayan Nail Çakırhan, 1980´li yılların başında yaptırdığı Ula mimarisi tarzındaki evi ile 3 Eylül 1983´te Uluslararası Ağa Han Mimarlık Ödülünü kazanmıştı. İki ustanın yardımıyla inşaata başlayan Çakırhan, geleneksel mimarinin bugünün koşullarıyla buluştuğu, çevreyle ve doğayla bütünleşen, zarif işlemelerle bezeli, ahşap balkonlu, iki katlı evi ile tüm Akyaka´ya damgasını vurmuştu. Sosyal ve ekonomik yaşantının ihtiyaçlarına cevap verecek şekilde yapılan binada, Nail Çakırhan yörenin doğal kaynaklarından yararlanmıştı. Akyaka´da Nail Çakırhan evi bir gelenek ve kültür haline gelmişti. 1998 yılında bu müze-ev bir kültür ve sanat merkezi olarak hizmete girdi. Bunun ardından Akyaka´da yaptırılan evler, pansiyonlar hatta bazı oteller de aynı tarzı benimsedi. Çakırhan, Letonia, Montana gibi tatil köyleri ile Dalyan, Bodrum, Muğla, Datça ve Fethiye´de de binalar yaptı.

Can Yücel, en büyük mimar için ''Yüksek mimardan geçilmeyen bu ülkede yüksek olmayan mimar bir tek Mimar Sinan var" diyordum. Bir ikincisi var yüksek olmayan bir mimar NAİL...'' yorumunda bulunmuştu.

Nail Çakırhan kimdir?

Nail Çakırhan içindeki şiiri gençlik yıllarında şair olarak, olgunluk döneminde ve ileri yaşlarda mimar olarak ortaya koyan bir yaratıcı.

1930'da Nazım Hikmet'le birlikte yayımladıkları '1+1=Bir' adlı şiir kitabında ve 1930'lu, 40'lı yıllarda dergilerde çıkan şiirlerinde Nail V. imzasını kullandığı için edebiyat çevreleri onu daha çok bu adla tanıyor. Adı Nail Vahdeti olan Nail Çakırhan'ı ise neredeyse bilmeyen yok. Ünü ülke sınırlarını çoktan aşmış.

1910 Ula doğumlu, Molla Ahmatlar'dan Halise Hanım'la Hacı Çakırhan'dan Ali Efendi'nin ilk çocukları. O tarihlerde nüfusu yaklaşık 3.000 olan Ula, geniş bahçeler içindeki beyaz badanalı evleri, ulu ağaçların gölgelediği çarşısıyla; neşeli, sakin, sevecen insanları ile derin izler bırakmış Nail Çakırhan'da.

Çocukluğunun en mutlu dönemi 1914'te Birinci Dünya Savaşı'nın patlamasıyla gölgelenir:

"Hatırladığım ilk görüntüde, gece ocak başında yan yana oturmuş büyükler var. Herkes ağladı ağlayacak durumda. Koleradan, kireç kuyularından bahsediyorlar. Harp ne demek henüz bilmiyorum ama anlatılanları can kulağı ile dinliyorum..."

Gençlerin çoğu askere gitmiş. Tarlalarda yalniz kadınlar ve yaşlı erkekler çalışıyor artık. Açlık kapıda...

"Dedemi harırlıyorum. Gençliğinde cepken işleyen bir terziymiş. Ben bildiğim zaman terziydi. Kısa boylu, sakalı göbeğinin üstüne kadar uzayan bir ihtiyar... Koca ovanın ortasında oturmuş, elinde sopasıyla patates çıkaran uzun sakallı kücük bir adam fotoğrafı olarak hep gözlerimin önünde."

Babası Kafkas cephesine gönderilmiştir. Annesi hamile.

"Günün birinde babamdan mektup geldi. Çiçek bulduğunu yazıyor. Seviniyorum. Çiçek bulmanın çiçek hastalığına yakalanmak olduğunu söylemiyorlar bana...

Birgün dedemle dükkanın önünde otururken yoldan çok zayıf bir adam geçti. Sırtında torbası ile hayalet gibi biri... Kimse tanıyamadı. Babammış! O yakışıklı adam çiçeğin harap ettiği yüzünü kimseye göstermek istemiyor..."

Çocukluğu baba evinden çok dedesinin bitişikteki ahşap işlemeli toprak boyamalı evinde geçer. Okuma yazmayı daha okula başlamadan, evde amcasından öğrenir. Kaydı, sınavla doğrudan ikinci sınıfa yapılır ve altı yıllık rüştiyeyi birincilikle bitirir.

1921'de Muğla'daki İdadiye yazılır. Ula dışına ilk çıkışıdır bu. Arkadaşlarından biriyle kiraladıkları han odasında yatıp kalkarlar. Tatil günlerinde Muğla'dan Ula'ya iki buçuk-üç saatlık yolu atla, at olmadığında yürüyerek gidip gelmesi gerekir. Yaşıtlarından çok büyüklerle birlikte olmaktan hoşlanan, içe kapanık bir çocuktur. Boş zamalarının tümünü okul kitaplığında geçirir. Okul bittiğinde kitaplıkta okumadığı kitap kalmamıştır.

1925'te vali muavini olarak Konya'da bulunan bir hocasının aracılığıyla Konya Lisesi'ne yatılı öğrenci olarak girer. Orada Ahmet Hamdi (Tanpınar), Saadettin Nüzhet (Ergun) gibi değerli hocalarla karşılaşır. Onuncu sınıfta "Kervan" adında bir dergi çıkarır. Bu dergide 1927 yılında yayımladığı bir şiiri yüzünden kadınlara hakaret ettiği gerekçesiyle mahkemeye verilir. Oysa Faruk Nafız Çamlıbel'in okul kitaplığında bile yer alan dizelerine öykünmekten öte birşey değildir yazdığı. Ön sıraları kadınların doldurduğu kalabalık duruşma gününde savcı, mahkumiyetini, başka suçu olmadığı için cezasının tecilini talep eder.

"Tecil nedir bilmiyorum. Dinleyiciler arasında 'tecil isteme!' diye bağıranlar oldu. Ben de 'Tecil istemiyorum' dedim. Mahkeme heyetindekiler gülerek içeri çekildiler, on dakika sonra geldiler. Hakim, 'Karar verilecek, Ayağa kalkın!' dedi. Ben ayaktayım ama boyum kısa... 'Ayaktayım' dedim. Dinleyiciler, avukatlar gülüşmeye başladılar. Karar açıklandı: Beraat."

'Bırakın çocuklar ayıptır'

Lise sonda da yine arkadaşlarıyla çıkarığı 'Halka Doğru' dergisinde yayımlanan 'Alev Yağmuru' başlıklı şiiri yüzünden derde girer başı. Müstebitlerden, derebeylerinden söz eden bir şiirdir bu. İhbar üzerine Konya Emniyeti tarafından gözaltına alınır. Tam da bakalorya (olgunluk) sınavlarına hazırlanmaktadır. Sorgulamalardan sonra, onun yanında, yetkililerle Ankara arasında bir telefon konuşması geçer. Telefonun öteki ucundan verilen talimatı çok net olmasa da duymuştur? 'Bırakın çocuğu! Ayıptır...' Atatürk'tür bu talimat veren.

"Ben bu şiirle Atatürk'ü değil, Muğla'daki ağaları benzetmiştim derebeylerine. Atatürk biz gençler için müthiş bir deha, taptığımız bir insandı. Ona hakaret etmeyi düşünmem bile münkün değildi. İşgüzarın biri şiiri ters yorumlamiş ve nezarete attırmıştı beni. Sınavlara polis refakatinde gidip geldim."

Aynı siiri yüzünden bir kez de İstanbul'da dava açılır hakkında. Resimli Ay dergisinde çalışmakta olan Nazım Hikmet çok beğendiği şiiri Hukuk Fakültesi öğrendilerinin çıkarmakta oldukları 'Hareket' dergisinde yayımlatmıştır. Üstelik de tam sayfa ve iri puntolarla. Konya'da takipsizlik kararı aldığı halde İstanbul'da ki davada altı ay ceza yer. Ancak, temyiz bu kararı resen bozar ve beraatına karar verir. Nazım Hikmet'le de bu olay dolayısıyla tanışırlar.

Lise bitirme ve olgunluk sınavlarında çok iyi notlar almış, yüksek öğrenimini parasız yatılı olarak yapma hakkı kazanmıştır. İstanbul Tıp Fakültesi'ne yaptırır kaydını. Bir süre sonra doktorların geçim kaynaklarının başkalarının hastalığına bağlı olduğu düşüncesiyle Tıbbiye'yi bırakıp Hukuk Fakültesi'ne geçer. Benzer düşüncelerle oraya da fazla ısınamaz. Nazım Hikmet'in önerisiyle basında çalışmaya karar verir. Bir yandan Cumhuriyet gazetesinde düzeltmenlik yapar, bir yandan Edebiyat Fakültesi Felsefe Bölümü'ne devam eder ve bol bol şiir yazar.Yazdıkları Resimli Ay'da yayımlanır.

Nazım ile cezaevi arkadaşı

Nazım'la dostlukları kısa sürede ilerlemiştir. 1930'da ortak kitapları '1+1=Bir'i çıkarırlar. Bir dönem Nazım Hikmet'in babasının evinde birlikte yaşarlar. İki yıl sonra da 'komünist teşkiları kurmak'tan gözaltına alınırlar.

"Cağaloğlu yokuşundaki polis teşkilatında bir ay boyunca işkence gördüm. Sonra da otuz arkadaşla birlikte cezaevine düştük. Bursa Cezaevi'nde Nazım'la aynı koğuştaydık. İki buçuk yıl kaldık. O bol bol şiir yazıp durdu..."

1933'te, Cumhuriyet'in onuncu yılı nedeniyle çıkarılan genel aftan yararlanır ve 1934'te serbest kalırlar. İş istemek için yine memleketlisi Yunus Nadi'ye başvurur. Cumhuriyet gazetesiyle birlikte Hayat Ansiklopedisi'nin düzeltmenliğini üstlenir.

Uğruna işkence gördüğü, hapislerde yattığı sosyalizmin ne olduğunu tam olarak bilmiyordur. Öğrenebilmek amacıyla 1934'te kimseye haber vermeden ortadan kaybolur. İstanbul'dan Hopa'ya, oradan da bir arkadaşının yardımıyla Sovyetler Birliği'ne gider. Komintern'le ilişki kurar ve Moskova'da Puşkin Meydanı'na yakın bir yurtta üç ay Rusça öğrenir. Ardindan Moskova Doğu Halkları Üniversitesi'ne (KUTV) girer. Orada iki buçuk yıl sosyalizm ve ekonomi görür. Stalin, Tito, Hoşimin, Kurşçev, Dimitrov gibi önemli siyasetçilerin bazılarını görür. Bazılarıyla tanışma fırsatı bulur. Öğrenimi sürerken bir yandan da uygulamaları yakından görmek ister ve kendi isteği üzerine Moskova yakınlarında bir tekstil fabrikasına gönderilir.

'Evlendim'

"Fabrika da dört bin kadar kız çalışıyor, hepsi de 18-20 yaşlarında. On kadar da erkek... Nasıl kurtulursun dört bin kızdan? Evlendim."


Evlendiği kızın adı Taisa'dır. Yönetimin pek hoşuna gitmese de engel olunmamıştır evlenmelerine. Sekiz ay sonra bir talimat gelir: İkinci Dünya Savaşı Çıkmak üzeredir. Orada bulunanların savaş sırasında çalışmalarını kendi ülkelerinde sürdürmeleri uygun görülmüştür. Hemen yola çıkması istenir.

1937 yılının 27 Nisan günü sekiz aylık hamile karısından apar topar ayrılıp birkaç Türk'le birlikte Odesa'ya gider. Oradan da bir takaya binip İstanbul'a doğru yola çıkar. Limanlara uğramadan dört gün açık denizde yolalan takadan Rumelihisarı'nda iner. Geceyi Beyoğlu'nda bir hamam da geçirir be Bandirma-İzmir üzerinden gizlenerek memleketine ulaşır. Daha birinci hafta onu Ula çarşısında gören nahiye müdürünün ihbarı üzerine yakalanır. Tutuksuz olarak yargılanır ve sınırı pasaportsuz geçmekten başka suçu olmadığı için aldığı hafif ceza tecil edilir.

Yurda dönüşünün ilk ayında askere alınır. Manisa Piyade Tümeni'nde muhasebe işlerine bakmakla görevlendirilir. Subaylık hakkından yoksun bırakılsa da iyi, muamele görür askerde. 1937 sonlarında sağlık nedenleriyle hava değişimi alır, sonra da çürüğe çıkarılır.

1938'de Tan gazetesinde çalışmaya başlar. Bir dönem kitapçılık yapar, Çocuk Esirgeme Kurumu'nda muhasebeci olarak çalışır. Bugün emekli olan ama bilimsel çalışmalarını aralıksız sürdüren ünlü arkeolog Profesör Halet Çambel o sırada üniversitede asistandır. Türkiye'nin Olimpiyatlara katılan ilk bayan sporcusu, Sorbonne mezunu genç bir hanım... Atatürk'ün yakın arkadaşlarından Hasan Cemil Çambel'in kızı. Aile evlenmelerine karşı çıkar, ama onlar kararlı davranır ve gizlice evlenirler. Sevgi, dostluk ve dayanışma temelinde yükselen örnek beraberliklerinin ilk yıllarında, geçimlerine katkı sağlamak için çeviriler yaparlar.

1945'te Sabiha ve Zekeriya Sertel'in çıkardıkları Görüşler'in dergi sekreteridir Nail V. Yakın tarihimizin bu önemli dönemecinde çıkan Görüşler'in ilk sayısı o güne kadar görülmedik bir rekor kırarak 55 bin satar. Ne varkı ikinci sayı çıkamayacak, 4 Aralık 1945'te Tan Matbaası yakılacaktır.

1946'da kurucuları arasında yer aldığı Türkiye Sosyalist Emekçi Partisi'nin kapatılması üzerine tutuklanır ve dört yıl yattıktan sonra 1950 affından yararlanarak serbest kalır. On beş gün sonra da yurtdışında tedavi görmekte olan Halet Çambel'in yanına giderek İtalya, Fransa, İsviçre, Avusturya'da toplam bir buçuk yıl kalır.

İşsiz bir adam olarak Türkiye'ye dönüşü, kendisinin de öngörmediği yeni bir evreye doğuşun ilk adımıdır. Adana Karatepe'de Prof. Bossert'le birlikte kazı yapmakta olan Halet Hanım'ın yanına gider. Kazıda çıkan arkeolojik buluntuların restarosyonu, korunması ve sergilenmesi için geniş bir alanın saçaklıkla örtülmesi gerekmektedir. İşe başlayan müteahhit bırakıp gitmiş, yerine yenisi bulunamamıştır. Avan projesini mimar Turgut Cansever'in yaptığı işi yürütmek Nail Çakırhan'a kalır. Oysa hiçbir deneyimi yoktur bu konuda, çivi bile çakmamıştır. Harıl harıl kitap okur, ustalarla konuşur ve son derece başarılı bir uygulama çıkarır ortaya. Türkiye'nin ilk açık hava müzesi ve ilk geniş saçaklı 'çıplak beton' uygulamasıdır bu. İş bu kadarla kalmaz: kazı evi, karakol, orman bölge şefliği binaları, bölge yatılı okullarının inşaatı gelir ardından. Bu süreç, aynı zamanda, idealist bir yurtseverin, Nail Çakırhan ve Halet Çambel çiftinin çeşitli engellemelere karşın kendileriyle dayanışmaya giren her kademeden yönetici, melektaş ve yöre halkıyla birlikleri örnek bir çalışmadır.

1963'te Ankara'da, projesi yine Turgut Cansever'e ait olan Türk Tarih Kurumu binasının inşaatını gerçekleştirir. Ardından Alman Elçiliği'ne bağlı Alman Lisesi'nin yapımı gelir. Aynı yıl, Halet Çambel Ergani'de Chicago Üniversitesi işbirliği ile kazıya başlamıştır. Orada da bir kazı evi yapar, kazılara yardım eder. Katkılarından dolayı eşiyle birlikte Chicago Üniversitesi'nin davetlisi olarak Amerika'ya çağrılır. Üstelik süresiz vize verilmiştir. Gidemezler.Yoğun çalışmarlardan yorgun düşmüş, sağlığı bozulmuştur.

1970'te, doktor tavsiyesine uyarak eşiyle birlikte Akyaka'ya gider. Dinlenebilecekleri, huzur içinde çalışabilecekleri bir eve gereksinim duyarlar. Akyaka'da iki dönüm toprak alır ve iki ustanın yardımıyla inşaata başlar. Geleneksel mimarimizin özelliklerini günümüz koşullarıyla buluşturan, çevreyle doğayla bütünleşen bu küçük ev harikulade estetiği ile hayranlık uyandırır görenlerde. Peş peşe talep gelmeye başlar.Yakın dostları, arkadaşları kendileri için de ev yapmalarını isterler. Ardından turizmciler... Hiçbirini kıramaz.

En büyük mimarlık ödülünü  alır

1983'te, aklının ucundan bile geçmeyen bir sürprizle karşılaşır. Dünyanın en saygın mimarlık ödüllerinden Ağa Han Uluslararası Mimarlık Ödülü verilir Çakırhan'a. Mimarlık eğitimi almamış, kendi kendini yetiştirmiş birinin böylesi önemli bir ödüle layık görülmesi akademik çevreleri ayağa kaldırır. Mimarlıkta alaylı-mektepli, geleneksel-çağdaş tartışmaları yıllarca sürer.

Ödülden gelen parayle Muğla'daki eski bir hanı Kültür Evi olarak restore eder. Ardından otel inşaatları, Letonia, Montana gibi büyük tatil köyleri gelir. Akyaka, Dalyan, Bodrum, Muğla, Datça, Fethiye'deki birbirinden güzel yapılarıyla geçmişin değerlerini günümüze ve geleceğe bağlayan bir ad olarak efsaneleşir.