T24 - 11 Aralık 2010'da Lütfü Kırdarda'da ölümünün onuncu yılında Ahmet Kaya adına özel bir anma düzenlenecek.
Gece de Ahmet Kaya için bir de belgesel gösterilecek. Radikal gazetesinden Sibel Oral'ın yazısı şöyle:
Uçurtması tellere takılan adam için
Aşkım Bana Resimaltı, Bekle Dedim Gölgeye, Erkek Hikâyeleri, Gaib Romans, Yalnız Olmuyor, Siyah Makamı ve sonra da uzun bir sessizlik. Ümit Kıvanç’tan bahsediyorum. Aslında gazeteci, belgeselci, köşe yazarı olan, ama aynı zamanda da bir zamanlar romanlar, hikâyeler yazan Ümit Kıvanç’tan... Neredeyse 10 yıldır ne yeni bir şeyler yazıyor ne de kitaplarını bulabiliyorduk Kıvanç’ın. Neyse ki İletişim Yayınları kitapları yeniden yayımladı. Bazı özel okurları için heyecan, yeni okurları için ise keşif... Ve tabii özellikle Gaib Romans’ın “resmî tarih nasıl yaratılır” kitabı olarak eşine rastlanmamış bir dile sahip olduğunun altını çizmekte fayda var. Bu arada da Ahmet Kaya’nın ölümünün 10. yılı dolayısıyla Uçurtmam Tellere Takıldı adıyla bir de belgesel yaptı Kıvanç. Biz de tüm bahaneleri biraraya toplayarak Ümit Kıvanç’la biraraya geldik. Hem kitapları hem de Ahmet Kaya belgeselini konuştuk. Şimdiden hatırlatalım; 11 aralıkta Lütfi Kırdar’da Ahmet Kaya için özel bir anma günü düzenlenecek ve belgeselde bu kapsamda gösterilecek.
Uçurtmam Tellere Takıldı belgeselinde kimseyi konuşturmamışsınız, sadece Ahmet Kaya konuşuyor..
Belgesel sinemanın sinema tarafının daha çok ağırlık kazanması gerektiğini düşünüyorum. İnsanları aramızda olmayan bir kişiyle ilgili olarak konuşturmak da Türkiye’de çok riskli. Herkes hamaset yapıyor.
Görüntülerin birinde Ahmet Kaya “Biz ulusal kültürden, kültürel kimlikten söz ettik, onlar bunu nüfus cüzdanı olarak algıladılar, bu kadar acayipler işte” diyor... Siz ne düşünüyorsunuz bu konuyla ilgili?
Genel olarak Kürt meselesinde onun tavrı daha doğru dürüst ele alınması gereken bir konu aslında. Adam her konserde bu ülkeyi böldürtmeyeceğiz diye konuşma yapıyor. Daha sonra yurtdışına gidiyor, oradaki konserlerinde de Öcalan’ın fotoğrafı altında, PKK sloganları atılırken aynı şeyi söylüyor ve orada da alkışlıyorlar. Bir kısım şeyleri filme koyamadık, yasaklayabilirler diye. Ama bu eksiklik sayılmaz, çünkü işin o tarafından herkes yeterince bahsetti; bu tarafından bahsedilmedi.
“Dağda ölen gerillaya da askere de yazık... Ülkemizi böldürtmeyeceğiz” diyor ama sonra da resmen linç ediliyor. Burada ciddi bir sorun var mı sizce?
Biz eğer makul bir toplum olsaydık Ahmet Kaya’ya “Ya kardeşim hem böldürtmeyeceğiz diyorsun hem de bölücülerin olduğu konsere çıkıyorsun; ne iş” diye sorulurdu. Buna cevap verme imkânını verebilseydik onun vereceği cevap bölücü değil birleştirici bir cevap olacaktı büyük ihtimalle.
Peki, o dönemi düşünürsek MGD gecesinde olanlara ne demeli?
O gece orada bir tek olay yok, iki olay var. Biri şuursuzluk, öteki de şerefsizlik. Ahmet Kaya bu lafları etti diye birileri de sözüm ona galeyana geldi 10. Yıl Marşı söyledi, verdik cevabını deyip arkalarını dönüp eğlenmeye devam edeceklerdi. Ama başka birileri orada fiili bir saldırı başlattı, “oğlum sen bittin” mesajı verdi.
Sonrasında “şerefsiz” diye manşetler atıldı...
Bu tip durumlarda her zaman olduğu gibi Hürriyet gazetesi devreye giriyor, zaten o bir işarettir. Öyle bir işaret Hürriyet’ten geliyorsa biliyoruz ki o işaret devletin mâlûm yerlerinden geliyordur.
Ahmet Kaya gitmeseydi ne olurdu peki sizce?
Onun için de bir Ogün Samast bulunurdu.
Şimdi resmi Kürtçe TV kanalı var, Kürtçe tiyatro yapılıyor, şarkılar söyleniyor... O gece çatal bıçak atanlar, marşlar söyleyenler ne oldu?
Serdar Ortaç birkaç kere pişmanım dedi gazetecilere. İnsan hata yapabilir ama pişman olan insan geride kalanlardan medyatik olmayan bir şekilde sessizce özür diler. Birine çatal atmak, linç etmeye kalkışmak serbest mi bu ülkede?
Şerefsiz diye manşet atmak da serbest olmasa gerek...
Mahkeme haberlerinde de “bölücü yavşak” denildi. Devlet kararıyla oluyor işte böyle şeyler. Fatih Altaylı o zaman “Parayı veren Ahmet’i alır” diye yazmıştı. Ne demek bu, sen kimsin? Mesnetsiz atıyorsun, ama zaten ortam hazırlanmış.
Siyasî yaygara koparabilirdi, ama hiç ses çıkmadı
Biraz da kitaplarınızdan konuşalım... Ömer Türkeş’in geçen yıllarda Yazdığım Romanlar Bana Yetti başlıklı yazısında sizin adınız “Yazmayan ve yazmaması büyük kayıp olanlar” listesinde geçiyordu...
Öyle mi? Ben hâlbuki yazsa da yazmasa da fark etmez diye düşünürler sanırdım... Benim edebiyat ve edebiyat dışı dokuz kitabım var. 10 yıldır herhangi bir kitabıma raflarda rastlamak imkânsız. Benim yazacağım hangi şey çok satan olabilir ki? Öyle bir ihtimal yok. İnsanın biraz şevki kırılıyor. Bir de, ben esas olarak sinemaya yöneldim, kendimi daha etkili ifade edebiliyorum gibi geldi bana.
Yeni hiçbir şey yazmıyor musunuz?
Bir roman taslağı vardı, ara sıra yazıyordum. Geçenlerde estiler, o taslak üzerinde yazmaya başladım sonra da bir arkadaşıma okuttum, o da bana “deli misin bu şahane” dedi şimdi bir heves geldi.
Kurgusal belgelerle yazılmış olan Gaib Romans’tan bahsetmek istiyorum. Tuhaf bir kurgusuyla dili var...
O zamanın dilini bugün anlaşılır bir şekle sokup anlaşılır yeni bir dil yarattım. O kitap bir roman olmasının yanı sıra, resmî tarih nasıl yaratılırın kitabı bir yandan da. Oradaki bir sürü şeyin birebir karşılıkları var hayatta. Cumhuriyet tarihine biraz daha meraklıysan çok daha fazla zevk alırsın o kitaptan.
Bu roman hakkında hiçbir şey yazılıp çizilmemesi dikkatimi çekti, sanki anlaşılmamış...
Bir memleketin senelerdir çözemediği ve hâlâ üzerinde kapıştığı temel meseleleri konu edinen, üzerinde bayağı bir siyasî yaygaranın da kopabileceği bir roman. Mesela bir edebiyat eleştirmeni o romanı eline alıp kafa yorsa bize de faydası olur. Üç senede yazdım ve dünya kadar kitap okudum. Onunla ilgili bir şey yazılmamış olması tuhaf hakikaten...
Böyle romanlar neden yazılmıyor sizce? Ülkenin mazisi epey derin, tarihimiz bir sürü darbelerle, cinayetlerle yazılıyor...
Garip bir kısırlık var. İnsanların bu soruyu düşünmesi gerekir. Türkiye’de onca yıl faili meçhul siyasî cinayetler oldu, sokaklarda millet şehri paylaşmış birbirini vurmuş, 12 Eylül olmuş, Özal dönemi yaşanmış, Kürt savaşı çıkmış, 40 bin kişi ölmüş... Haydi bunları da bir kenara bırakalım İstanbul gibi bir şehirden ne hikâyeler, ne romanlar çıkması lâzım. Çok tuhaf. Ne sinemada ne edebiyatta... Bizim çok acayip memleket meselelerimiz var. Bunlar Almanya’da Fransa’da olsaydı ne filmler, romanlar yazılırdı. Ama Türkiye’de yok.