Yaşam

"Beyoğlu asla bitmez, sıfırı tüketse bile bir gün yeniden canlanır"

Hürriyet muhabiri Çınar Oskay, tarih profesörü İlber Ortaylı ile akademisyen ve gurme Vedat Milor, Beyoğlu'nda yaşanan değişimi değerlendirdi

02 Temmuz 2017 11:28

Beyoğlu son yıllarda Taksim Meydanı ile İstiklal Caddesi başta olmak üzere çeşitli projelerle yaşadığı değişim, kapanan dükkanlar ve terör saldırılarıyla gündeme geliyor. Hürriyet gazetesinden Çınar Oskay, tarih profesörü İlber Ortaylı ve akademisyen Vedat Milor ile birlikte Beyoğlu'na giderek gözlemlerini yazdı. Çınar Oskay, yazı dizisinin birinci bölümünde Beyoğlu'yla ilgili olarak "2000’lerin ortasındaki ‘altın yıllar’da burası Avrupa’nın en gözde semtlerinden biriydi. Newsweek dergisi 'Cool İstanbul: Avrupa’nın en havalı kenti' kapağıyla çıktığında, kimsenin umurunda olmamıştı. Bundan şüphemiz yoktu ki... Ve başrolde Beyoğlu vardı" dedi. Oskay, "Peki sonra ne oldu? Sert bir düşüşe geçti. Sokaktaki masaların kaldırılması, sembol mekânların kapanması, Gezi olayları ve terör saldırılarından sonra bir süre hayalet şehre dönüştü. Batılı turist kayboldu, boşluğu Arap turist ve mülteciler doldurdu. Meyhaneler kebapçı, barlar nargileci oldu" görüşünü dile getirdi. Haberde, mimar ve 2010 Avrupa Kültür Başkenti Ajansı, Kentsel Uygulamalar Direktörü Korhan Gümüş'ün "Her şeye rağmen, kimsenin gücü Beyoğlu’nu bitirmeye yetmez. Sıfırı tüketseniz, dümdüz etseniz bile bir gün yeniden canlanır burası" ifadelerine de yer verildi.

Hürriyet'ten Çınar Oskay'ın yazı dizisinin ilk bölümünün bir kısmı şöyle:

Eski alışkanlık, AKM’nin önünde buluştuk. İki yazarımız, İlber Ortaylı ve Vedat Milor’la Beyoğlu’nu turlayıp dönüşümü inceleyeceğiz.

Önce Taksim Meydanı’nı seyrediyoruz, 15 milyonluk şehrin kalbini...

AKM’nin camları paramparça, Beyrut’un savaştan kalma harap binalarını andırıyor, çöktü çökecek.

Karşımda yorgun The Marmara Oteli ve yanındaki şekilsiz yapılar...

Meydandaki tek güzellik, İstiklal Caddesi tarafında sadece üst bölümü görünen Ayia Triada Kilisesi. Altını teneke gecekondulara benzeyen büfeler kapamış.

Zemin göz alabildiğine beton. Saksılar içinde kırmızı çiçekler ve polis kontrolündeki festival alanı, Gezi sonrası militarize olan Taksim’in distopik estetiğini tamamlıyor.

Tepemizde göğe yükselen vinçler ve bitmeyen inşaat sesleri...

İlber Hoca’ya bakıyorum; yüzünü ekşitmiş, başlıyor yorumlamaya. Ama galiba bu bölüm ‘off the record’!

Vedat Milor, “Bildiğim şehir değil, Orta Asya’da bir yerlere benzemiş” diyor.

İlber Hoca: “İnsanlar gelişiyor, şehir gelişmiyor. Şehrin karar mekanizması doğru grupların elinde olmazsa böyle olur...”

Vedat Milor, “Kültürel birikim olmadan ekonomik birikim örneği. Batı’da, gelişen burjuvazi, sanatını ve kültürünü birlikte getirmiştir. Bizde, iktidarın gücü elinde tutmak için yarattığı zenginler sadece rantına baktı. İnanılmaz para hırslarıyla karşılarına çıkan herkesi cezalandırarak... Hayattan tat alma, estetik, bunlar hep geri planda” diyor.

Vedat Milor bugün gurme değil, akademisyen olarak burada. Çoğumuz bilmeyiz, o aslında Dünya Bankası’nda çalışmış bir ekonomist ve sosyolog.

‘Lüks Emek’e geçiyoruz...

İstiklal Caddesi’ne giriyoruz. Tabelalar artık Arapça; şekerciler, lokumcular, falcılar...

Bir ‘Meşhur Beyoğlu Çikolatacısı’ dayanmış, yaklaşıyoruz. Vedat Milor, satıcıya soruyor:

- Nerede yapılıyor bunlar? 
- Kurtuluş’ta. 
- Eski Ermeni ustası filan mı?
- Rum ustalar... Bu öyle bir şey ki, bir ton ürün yaparsın, iki kilo eksik koy, tadını bozarsın...

Milor, “Zevkli ve estetik olan pek çok şeyin gerisinde ya bir Rum var, ya Ermeni, Yahudi var” diyor; “Türkiye’de bir burjuva devrimi olmadı. Biraz şekillenir gibiydi, geriye gitti”.

Yürümeye devam...

Sağımızda bir dönem epey tartışma yaratan Demirören AVM beliriyor. İlber Hoca’ya soruyorum: “Nasıl buldunuz?” Gülüyor, “Das ist wunderbar!” diyor (Almanca, ‘Bu harika!’).

Bir sonraki bina eski Serkildoryan, yani şimdiki Grand Pera Alışveriş Merkezi. Burası Emek Sineması’nın olaylı şekilde yer değiştirdiği bina... İtirazlar, protestolar arasında yerinden taşınmış, firma orijinal haliyle üst kata kurulduğunu duyurmuştu. İkna olmayanlara da su ve gaz sıkıldı.

 

Çiçek Pasajı’nda ‘cuma masası’

 

X-Ray cihazından geçerek, yürüyen merdivenden yeni, ‘lüks Emek’e çıkıyoruz. İçi eski haliyle aynı... Fakat takım elbiseli korumalar, sterilize mekân, biraz tuhaf geliyor.

Her an birileri çıkıp “Şaka yaptık, olur mu öyle şey, hâlâ eski yerinde” diyecek gibi. İlber Hoca ile Vedat Milor etraflarını saran nazik görevlilere, “Güzel olmuş” diyorlar.

Grand Pera’dan çıkıp Çiçek Pasajı’na giriyoruz. Burası sanki hiç değişmiyor. Ya da belki geçmişin bir noktasında öyle bir değişmiş ki daha fazla değişecek hali kalmamış! Kim bilir zamanında burada ne yenir, ne içilirdi? 6-7 Eylül ya da Kıbrıs olayları öncesi meyhanelerin sahipleri kimlerdi?

Gençliğinde buralara ayağı değmiş olanlarınız hatırlar...

Her liseli ilk birasını Entelektüel Cavit’in elinden içerdi; Madam Anahit’i ve akordeonunu bilirdi. Pasajın duvarında dev bir fotoğrafı var şimdi.

Melankoli hissi Sev İç Restoran’daki olağanüstü sürprizle dağılıyor; meşhur ‘cuma masası’! Yıllardır, her cuma 12.00’de bu masada buluşuyorlar.

Aydın Boysan, Çiçek Arif, Cevat Çapan... Aydın Boysan 96 yaşında, rakısı önünde. “İyi gördüm” sizi diyorum, “Daha iyi göreceksin” diyor. Masayı çok meşgul etmek adaba uymaz. Çiçek Arif’le (Keskiner) sonrası için sözleşip vedalaşıyoruz.

 

‘Bıktım çakallardan!’

 

Vedat Milor yatılı okuduğu Galatasaray Lisesi’nin önünde anlatıyor: “Annemle babam ayrıydı. Annem Ankara’dan her geldiğinde Taksim’deki Çin lokantasına giderdik. Hep aynı şeyi yerdik: Tatlı ekşi karides. Anneannem de Rejans’a götürürdü. Beyaz Ruslar, hâlâ servis yapardı.” Türkiye’nin meşhur gurmesi buralarda tanımış farklı tatları...

Okulun hemen yanında Ara Kafe’de bir efsaneyle buluşacağız. Buraya adını veren, gelmiş geçmiş en büyük fotoğrafçımız Ara Güler’le...

Soruyorum:

Beyoğlu’nun bugünkü hali sizi mutlu ediyor mu?

88’lik delifişeği tutmak zor:

- Nasıl etsin? İçine etmişler...

Ama Ara Bey, Beyoğlu’nun böyle dönemleri olmuş, sonunda hep toparlamış.

- Ama aynı adamlar olmayacak, çakallar olacak. Bıktım be çakallardan!

Peki ne yapmak lazım?

- Hiçbir şey yapmadan, bakacaksın. Anladın mı?

İlber Hoca’yı ilk kez, hürmet ettiği birinin sözünü tamamlayan bir genç rolünde görüyorum. Söze giriyor:

- 60’larda İsmet Paşa herkesi kovdu, maşallah. Dükkânların yarısı gitti. Yerini çakallar aldı, dediği gibi. Güzelim binalara olur olmaz insanlar girdi. Mermer merdivenlere yağ döktüler.

Tam arkamızdaki duvara, Ara Güler’in efsaneler efsanesi İstanbul fotoğrafları asılı. Soruyorum:

O zaman bile çarpık yapılar... Karmaşa filan var sanki. 1950’lerde de yine kızıyor muydunuz böyle?

- İstanbul’u seviyordu herkes ya...

Burada bir nefes alıp duruyor. Sonra, sanki ilahi bir güç onun aracılığıyla sesleniyor:

- Güneş’in yeri değişti! Işık başka yerden geliyor şimdi. Siz farkında değilsiniz... Gölgeler yeteri kadar uzun olmuyor artık. Renkler bile bulanık oldu, oğlum. Nerede İstanbul?

Tüylerim diken diken, son bir şey soruyorum:

En çok neyi özlüyorsunuz?

Gözüme bakıp, “Bir bardak suyu özlüyorum!” diyor.

 

"Burası bir tiyatro sahnesidir"

 

Ekibimizle akşam için sözleşip bir sonraki randevuma Pera Palas’a gidiyorum.

Ahmet Ümit, ‘Beyoğlu Rapsodisi’ ve ‘Beyoğlu’nun En Güzel Abisi’ romanlarını yazdı, yıllarca burada yaşadı, çalıştı. Bir Beyoğlu uzmanı ve âşığı. Eski halini özlüyor: “O mutlu günleri gözümle gördüm. Gelir, romanlarımı yazar, sonra çıkar İstiklal’e bakan birahanelerden birinde insanları seyrederdim. Bir özgürlük alanı vardı. Sanat yapıyorduk, şiir yazıyorduk, protesto gösterileri yapıyorduk. Şimdi her yerde polis var sadece.”

Soruyorum:

Bitti mi Beyoğlu?

- Emek’i yediler ama Pera Palas, Mısır Apartmanı, Galata Mevlevihanesi, Rumeli Han, Anadolu Han, Hüseyin Ağa Camii gibi anıt binalar yaşıyor. Bunlar Beyoğlu’nun ruhunu alttan alta hissettiriyor, o hayalet duruyor.

Peki insanlar neden gelmiyor artık?

- Gezi olaylarında bir milyon kişi toplandı. Burası bir tiyatro sahnesidir. Sadece izlemez, oynarsın. Ayağını attığın an sen de oyuncusundur. Şundan korktular: “Bana ölü rolü verecekler, yaralanacağım, sakat kalacağım, bomba patlayacak.” Bir de viran halde bıraktılar Taksim’i, bilinçli olarak...

Ne olacak şimdi?

- Türkiye kendi ruhunu kazandığında, Beyoğlu da kazanacak. Ama şimdi de gelsinler. Sinemaya, tiyatroya, meyhaneye gelsinler. Esnafın ihtiyacı var. Benim ofisim burada. Gelsinler ben gezdireyim, gerçekten!

Okuyucularımız için bir tur yapalım hadi...

- Yapalım! 100 kişiye romanlarımdaki yerleri gezdireyim, tarihini anlatayım!

Sözü alıyoruz. [email protected] adresine e-mail atan ilk 100 kişiye yeri ve zamanı haber vereceğiz. Gelemeyenler de gezinin haberini gazetemizde okuyabilir.

Ahmet Ümit: Beyoğlu kültürel barışı yaşatan bir örnekti

Beyoğlu’nun tarihi rolü nedir?

- Bu bölge, Fatih ve Üsküdar’ın tersi gibi... Selanik gibi, Osmanlı’nın kozmopolit yerlerinden. 16’ncı yüzyıldan itibaren caddede sağlı sollu elçilikler ve onların ihtiyaçlarını karşılayan Rum, Ermeni, Yahudi mağazaları açılıyor. Viyana’da, Paris’te, Londra’da olan mağazalar... Batılı anlamda ne varsa, burada oluşmaya başlıyor. Beyoğlu’nu yaratan, Osmanlı’nın çöküşe karşı umut olarak yüzünü Batı’ya çevirmesi.

Biz Beyoğlu’nun en renkli halini hiç görmedik galiba.

- Doğru. 6-7 Eylül olaylarına kadar çok dilli bir yaşam vardı. İngilizce, Fransızca, Rumca, Ermenice, İbranice dillerinde hayat devam ediyordu. 6-7 Eylül ve 1964 Kıbrıs meselesinden sonra imparatorluğun renkli dokusu ortadan kalktı.

Nasıldı hayat o eski günlerde?

- Bak, hemen önümüzde ‘Tepebaşı Dram Tiyatrosu, yanında ‘Tepebaşı Bahçesi’ vardı. Viyana, Paris, Londra’dan ünlü caz, tiyatro grupları gelirdi. Gezi Parkı’nın arkasında ‘Taksim Bahçesi’ vardı. Paris’teki ‘Lüksemburg Bahçesi’ gibi, enfes bir eğlence yeriydi.

Şimdi nasıl bir değişim var?

- Beyoğlu hem imparatorluğun hem cumhuriyetin çok sesli, çokkültürlü bir alanıydı. Şimdi teksesli bir kültür ortaya çıkıyor, korkutucu olan bu.

Aslında yeni değil, epey eskiye dayanan bir süreç...

- Sadece son hükümetle değil, cumhuriyetle beraber ‘imparatorluk yerine bir millet yaratma’ duygusuyla da ilgili.

Buranın kimlik değiştirmesi muhafazakâr kesimi mutlu eder mi?

- Bence Türkiye’de kimsenin hayat neşesi falan artmıyor. Çünkü düşmanlık var, ‘sen’ ve ‘ben’ var. ‘Bizden olan’ ve ‘olmayan’ var. Her şey bıçak sırtı. Güçlü olsan bile her an kaygı, gerginlik içindesin. Bir tarafın mutluluk içinde yaşamasının garantisi, diğer tarafın mutluluk içinde yaşamasıdır. Beyoğlu, geçen yüzyılın başında bu ‘kültürel barış’ı yaşatan bir örnekti.

 

"İstiklal'e çıktığımızda
hayatla bağımız güçlenirdi"

 

Masamız kalabalıklaşıyor. Son yılların en parlak sanatçılarından Gaye Su Akyol ve erkek arkadaşı Ali Güçlü Şimşek bize katılıyor. Gaye Su Akyol’u İstanbullu bir Amy Winehouse-Lana del Rey kırmasına benzetiyorum. The Guardian ona “İstanbul’un yeni sesi” diyor. Hürriyet’te Güliz Arslan’a verdiği söyleşide Beyoğlu’yla ilgili sözleri içime işlemişti. “İlk gençliğimizde İstiklal’e çıktığımızda kendimizi özgür, mutlu ve rahat hissederdik. Hayatla, insanlıkla bağlarımız güçlenirdi. Yaşamak için heves duyardık. Şu an kendimizi tuhaf hissediyoruz. Her an tekinsiz bir şey olacakmış gibi geliyor.”

Gaye, 1985 doğumlu. Beyoğlu’yla hukuku babası ressam Muzaffer Akyol’un atölyesinde, çocukluğunda başlamış. Gençlik yılları da burada geçmiş. 18-19 yaşından itibaren yıllarca grubuyla Peyote’de çalmış. Ama şimdi kendi konseri bile olsa zorla geliyormuş: “Kendimi İkinci Dünya Savaşı’nda ya da Ortadoğu’da henüz bomba patlamış bir yerde hissediyorum. Koca koca polis arabaları, her an bir olay çıkacakmış gibi.”

Gazeteci Kanat Atkaya, “Burası western’lerde gördüğümüz, toz bulutlarının yuvarlandığı pis bir caddeye döndü” diyor.

Gaye, bölgedeki sembollerin bilinçli olarak ortadan kaldırıldığını düşünüyor: “Sermaye el değiştiriyor. Galataport, Tarlabaşı ile amaç son kalanları elimine edip burayı Fatih’e, Eminönü’ne çevirmek.”

“Buna karşı bir direnç var mı? Özellikle kültür alanında?” diye soruyorum, müzisyen Ali Güçlü Şimşek yanıtlıyor:

“Çok iyi müzik yapanlar var, iyi sözler yazılıyor. Son beş-altı yılda sokak sanatları çok ilerledi. Grafitisinden duvar yazısına. Alışık olmadığımız bir espri anlayışı kültürün içinde yeşermeye başladı. Kültürel tepkiler zaman alır. Yayılması, takdir görmesi, ‘Ben de bu taraftayım’ denmesi... 2030’da baktığımızda ‘Demek ki tohumlar o zaman atılmış’ diyeceğiz.”

Gaye ekliyor: “Genç nüfus elinden gelen her şeyi yaptı. Bundan sonrası ‘siper olmak’. İstiklal Caddesi için, Beyoğlu için, Türkiye için. Ayağımızda taşlarla dibe batacağız, sonra çıkacağız.”

Kanat kulağıma eğiliyor: “Söyleyecek bir şeyi olan, bunu evrensel boyutta müziğe yansıtabilen iki genç, cesur insan... Daha ufak yerlere çekiliyorsun, cepheni küçültmüş gibi gözüküyorsun ama oradan bambaşka bir mücadele yürütüyorsun yine de.”

Yemekten sonra hep beraber bir sokak aşağıdaki Ece Restoran’a geçeceğiz. Ece Aksoy, Beyoğlu’nun ısrarla direnen az mekâncısından biri. İlber Hoca, barın önündeki sokakta rock yıldızı gibi. Herkes onunla fotoğraf çektirmek isteyince, Roman çalgıcılar başlıyor şarkı söylemeye: “İlber Abi’nin çekim gücü!”
Herkesin keyfi yerinde bu akşam, belli ki felekten bir gece çalacağız. Oysa eskiden burada felekten bir gece çalınmazdı, her gece çalınırdı.

Nereye gideceğiz ki?

Benim neslimin hayatına dokunan eğlence yerlerinin hiçbiri yok artık. Nupera, Babylon, Otto, Asmalı’daki küçük barlar ve son olarak Hayal...

Nereye gideceğiz, bilmiyorum.

Kanat, “Sakin ol” diyor, “Peyote’ye gideceğiz”. Kalan sağlarla, yolda, İngiliz Konsolosluğu’nun karşısındaki kalabalık bir kulübe dalıyoruz önce, Sade Meyhane’ye.

En az 300 kişi masaların üzerinde göbek atıyor. Burada alışık olduğumuz bir tür değil ama çok eğlenceli bir yer.

Sonra Nevizade’nin Balo Sokak çıkışında canlı Arapça çalan bir bar, Beer House... Arap ve İranlı turistler romantizm yaşıyor, dans ediyor rahat rahat...

Sonra Peyote... Alt katta muazzam canlı müzik var, benzerini dünyada az görebileceğiniz bir yer ve dimdik ayakta.

Ve sonunda biri “Yan” diyor.

- Ne Yan’ı? Açık mı hâlâ?

Roxy’nin yanındaki küçücük, Yan adlı bardan bahsediyorlar. Zamanında bayıldığım, yıllardır gitmediğim bir yer...

Oradayız. Bardakiler, müşteriler, şarkılar aynı, DJ bile...

Cihangir’de, Galata’da yaşadığım seneler, arkadaşlarım, ilişkilerim aklıma geliyor. O günlerdeki kendimi, hayatımızı hatırlıyorum. Yaşama sevincimizi, neşemizi, birbirimize olan sevgimizi... Ne kadar mutlu ve iyiymişiz...

İnsanın kendini bir anda yitip gittiğini düşündüğü bir dünyanın içinde bulması acayip bir şey...

Üstüne bir de ‘Sweet Child of Mine’ı duyunca, artık tutamıyorum. Öyle göz yaşarması filan değil, hüngür hüngür ağlıyorum.

Yeryüzünde Guns N’ Roses dinleyip toplum içinde ağlayan ilk insan olarak tarihe geçtim sanırım. Sonunda beni Asmalı’daki Karadeniz pidecisine götürüyorlar... Neyse ki pide hâlâ muhteşem.

Yarattığı mekânla bir döneme damga vurdu. Çiçek Bar’da; Kadir İnanır’dan Kemal Sunal’a, Tarık Akan’dan Türkan Şoray’a, Türk sinemasının bütün büyük isimlerini bir araya getirdi. Beyoğlu’nu en iyi bilen isimlerden Arif Keskiner’le Cihangir’de buluştuk.

 Hayal etmenizi rica ediyorum. Beyoğlu’nun istediğiniz yılına dönme, istediğiniz insanlarıyla görüşme hakkınız var, özlediğiniz her mekân açık... Bir gün geçireceksiniz... Ne yapar, kimle görüşürdünüz?

- Bunu hayal etmek benim için müthiş bir şey. Her bölümden bir şeyler almam lazım. ‘Kulis’ten bir parça almam lazım, Lefter’in meyhanesindeki Koço’dan bir şeyler almam lazım. Orada başına rakı bardağı koyup sirtaki oynayan dostlarımdan bir şeyler almam lazım. Taksim’in göbeğinde doğup 1974’te buradan kovulan Rum arkadaşım Vasili’den bir şeyler koymam lazım. Yani çok acıklı şeyler de var bunun içinde. Ama acılar da mutluluğun bir parçası. Hayalet Oğuz’suz bir Beyoğlu hayal etmek mümkün değil. Ömer Uluç’suz, Nuri İyem’siz, Yaşar Kemal’siz, Orhan Kemal’siz, Attilâ İlhan’sız, Edip Cansever’siz, Tuncel Kurtiz’siz bir Beyoğlu düşünmüyorum. Onlarla birlikte bir yaşamı bir araya toparlamak çok güzel bir şey olsa gerek. Onlarla oturup iki kadeh içip kadeh kaldırıp Nâzım’dan bir şiir söylemek...

“Sedirde al yeşil, dal dal Bursa ipeklisi,
duvarda mavi bir bahçe gibi Kütahyalı çiniler,
gümüş ibriklerde şarap,
bakır lengerlerde kızarmış kuzular nar idi.
Yolcu, yollarda topraksız insanın
ve insansız toprağın feryadını duyar idi.
Ve yolların sonu kale kapısında kılıçlar şakırdar
köpüklü atlar kişner iken
çarşıda her lonca kesmiş kendi pirinden ümidi 
tarumar idi.
Velhasıl hünkar idi, timar idi, 
rüzgar idi, 
ahuzar idi.”

Biraz daha konuşsak ağlayacağız. Hem geçmişimize hem Beyoğlu’nun haline.

Beyoğlu’nun en iyi zamanı hangisiydi?

- 60’lardı bence.

Neden?

- 50’lerin sonundan itibaren Beyoğlu’nda ekstra barlar açılmaya başladı. Kulis’in dışında Park Otel’in barı vardı. Divan’ın barı açılmıştı. Arap Avni oranın barmeniydi. Sonra kendi yerini açtı. Fuaye, Mis Sokak’ta Tosun’un Yeri, sonra Mehmet’in Yeri oldu, yine sanatçıların gittiği bir yerdi. İmam Adnan Sokak’ta Adnan’ın Yeri, Lale Sineması’nın yan tarafında Mücap Ofluoğlu’nun tiyatrosu vardı.

 

"Yırttın ulan komünist!"

 

Çiçek Bar’ın hikâyesi ne zaman başlıyor? Sizin sinema, yapımcılık maceranızdan sonra mı?

- Sonra evet. Ben iflastan sonra başladım oraya, 1985’te. ‘Selvi Boylum Al Yazmalım’, ‘Kapıcılar Kralı’, ‘Maden’, ‘Otobüs’ gibi çok başarılı filmler yaptım, büyük paralar kazandım. Borçlarımı ödedim. Sonra da orayı yaptık. Bayramdı. Dört günde bitirdik. Çevresi olan biriydim; sanatçılar, Babıâli... Açılış yapacağız, davetiyeleri gönderdik. Tabii, çiçek doldu cadde. Bir de ahmakıslatan var... Buna rağmen bizim bahçe dolu. İki-üç gün sonra Fahrettin Aslan’a gittik. “Çiçeğini aldım ama kendin gelmedin, ayıp ettin” dedim. “Gelmez olur muyum, geldim. Karşı binada merdivendeydim. Her şeyi gördüm. Yırttın ulan komünist, senin bu iş tutacak’ dedi.

Kadir Topbaş da çok geliyormuş sanırım...

- Evet, o da çok geldi. Kadir Topbaş, Beyoğlu Belediye Başkanı’yken, bir platform vardı; Kadir Topbaş ve vali yardımcısının da içinde bulunduğu... Biz de onun içindeydik, çalıştık yani beraber. Bir sürü iş yaptık; MOBESE kameralarını kurduk, bazı yolları kapattık, kapkacı önledik. O tarihlerde hatırlarsınız çöpler Galatasaray Lisesi’nin önünde yığılıydı. Konteynırları oralardan taşıdık. Bir şey yaparken mutlaka o sokağın insanlarıyla konuşuyorduk.

Semtin her sokağını, pasajını, dükkânını biliyorsunuz. Hepsinde birçok anınız var. Çıkıyor musunuz hâlâ Beyoğlu’na?

- Çıkıyorum. Biraz yürüme zorluğu çekiyorum ama her cuma Çiçek Pasajı’na gidiyorum. Aydın Ağabeyler (Boysan), Cevat Çapan’lar, yazarlar, çizerler, şairler... Toplanıyoruz orada. Gayet keyifli bir şey.

Üzülüyor musunuz semtin haline?

- Çok. Dükkânların kapanışına üzülüyorum. İstiklal Caddesi’nde çok dükkân kapandı. Tamam, kiraları çok pahalı ama aşağı çekersin biraz. Ama öyle değil, yaşamıyor hiçbir şey.

İnsanlar gelmediği için mi?

- Gelmiyor tabii, havası kayboldu. Ama gerçekçi olmak lazım; her şey değişiyor, tabii ki Beyoğlu da değişecek.

 

Yaşar Adanalı: 'Cool İstanbul' dedikleri dönemde oldu ne olduysa

 

Bu halde bile hafta içi iki, hafta sonu üç milyon kişi geçiyor İstiklal Caddesi’nden.

◊ ‘Cool İstanbul’ fikri üzerine akademik çalışmalar, toplantılar yapıldı. Newsweek zaten olan bir süreci okudu. Çok ciddi sorunlar, Beyoğlu yükselirken çıktı. İstanbul bu kadar ‘cool’ olduğu günlerde, 2012’de, ben oturduğum evden çıkarıldım.

◊ Yatırımcılar gözleri dönmüş şekilde bina topluyordu. Benim gibi Beyoğlu’nu seven, burada yaşayan ve üreten insanları yerinden ettiler. Bakkalım galeri, nalbur takıcı, manav butik otel, kasap kafes oldu! Bunları “Ah, güzel Beyoğlu” derken yaşadık. Rant kendini yedi. Cadde üstündeki kiralar o kadar arttı ki insanlar en ufak krizde dağılacak hale geldi.

◊ Babylon, Beyoğlu’nun yükselme hikâyesiyle çok örtüşüyor. Çok güzeldi, büyük sermayenin radarına girdi, satın alındı, koca bir fabrikaya dönüşerek başka yere taşındı. Şimdi güvenlik kontrolünden geçip, gökdelenlerin arasında bir yerde “Eski Beyoğlu’nu orada yaşatıyoruz” demenizi bekliyorlar.

◊ Siyasetin, patlayan bombaların, baskının da rolü var. 2010’da, ‘Cool İstanbul’ zamanında Taksim ve Tünel arasındaki zabıta ve polis araçlarını hatırlıyor musunuz? Ginger’lar ve Mini Cooper’lardı!

◊ “Neden ağaç yok, eskiden ağaç vardı” deniyor. Saksıda ağaç yok diye sızlanıyoruz. Sanki ağaç gelse her şey düzelecek. Aslında masum değiliz hiçbirimiz.

◊ Kentin bütün çeperlerinde büyük bir dönüşüm yaşanıyor. İnsanlar bununla canla başla mücadele ediyorken kent merkezinin sorunsuz olmasını beklemek biraz bencilce oluyor.

 

Korhan Gümüş: Sanat, mimarlık, tasarım kiloyla satılmaz, çıtayı kültür yükseltir

 

Şehirleri zenginleştiren, sanıldığı gibi piyasa kuruluşları değildir. Tam tersi, piyasa dışı mekanizmalardır. Sanat, mimarlık, tasarım kiloyla satılamaz. Gelişme, emlak operasyonuyla sağlanmaz. Çıtayı kültür yükseltir. Paris’in, Londra’nın, Brüksel’in, Berlin’in, Madrid’in, Barselona’nın, Roma’nın gelişme dinamikleri kültür sermayesidir. Venedik Bienali’nin bütçesi ne kadar biliyor musun? 30 milyon dolar! Venedik, bizim taşları yenilemek için verdiğimiz parayı bienale harcıyor. Bu sayede dünya merkezi oluyor.

◊ Şehir değişkendir, bağımsız bir dinamiği olması gerekir. Beyoğlu’nu tepeden yönetemezsiniz. Yerel yönetimimiz, genel yönetimin şubesi gibi çalışıyor. Oysa belediyenin inisiyatifi, kendi bütçesi olmalı. Yaratıcı örgütleme yapması lazım. Bağımlı ilişkiler içinde sanat üretilemez. Bağımsız kurumlardan oluşan, arayüz yerine geçecek bir hakem heyeti olmalıdır.

◊ Halk, inşaat mantığıyla zenginleşmez. Gençler otelde bulaşıkçı, inşaatta işçi olur, bunlar eşitsizlik yaratır. Neden binaları yıkıp otopark yapıyorlar? Çünkü belediye burayı başka şekilde yönetemiyor. Şirket kuruyor, şirket orayı kiralıyor. Bu yolla istihdam, patronaj ekonomisi gelişiyor. Bu, geleceği parlak olmayan bir şey.

◊ “Galata Kulesi’ni yapalım, içinde dansöz oynasın, turist gelsin, para kazanalım.” Bu mu Galata Kulesi’nin layıkı? Restorandan başka bir şey olamaz mı? Narmanlı Han mağaza mı olacak? Beyoğlu’nun sahilleri yıllardır kapalı. Antrepolar birçok etkinlik için kullanılabilirdi. Tersaneler de öyle... Bir Özelleştirme Dairesi kurulmuş, her şeyi özelleştirelim... Bir de ‘Müşterekleştirme Dairesi’ kurmak lazım!

◊ Beyoğlu Belediye Başkanı’yla Floransa’ya gittik. Yerdeki taşlara baktı, “Korhancığım, bu taşlardan İstiklal’e döşesek ne güzel olur değil mi” dedi. Dedim ki, “O taşlar 400 senelik”.

◊ 40 sene önceki taş sökülüp takılabiliyordu, suyu emiyordu. Floransa’dakiler kadar güzel olmasa bile... Şimdi onların beton taklidini yapıyor belediye. Silikon kalıp yapmışlar, içine demir koyup beton döküyorlar sonra kırılıyor, bir daha yapıyorlar. Bu komik. Şehir bir birikimdir, hafızadır. Bu taşlar madem duruyor, 500 sene daha dursun...

◊ Her şeye rağmen, kimsenin gücü Beyoğlu’nu bitirmeye yetmez. Sıfırı tüketseniz, dümdüz etseniz bile bir gün yeniden canlanır burası.

Hürriyet'te yayımlanan haberin tamamını okumak için tıklayın