17 Kasım 2012 15:39
Yasemin Çongar
(Taraf - 17 Kasım 2012)
Çetin Altan’ın yıllar önce bir gün, onun da bir yazar olmayı düşlediğini bildiği oğluna “Yazarlar kasap gibidir” diyerek “yol gösterdiğini”; bir süre sonra, Yaşar Kemal yanlarına geldiğinde, ona “Sen söyle Yaşar, yazarlık nasıldır” diye sorduğunu, Yaşar Kemal’in de o kocaman sesiyle “Yazarlık kasaplık gibidir Çetin” diye, konuşmanın öncesini bilmeden tekrarladığını Ahmet Altan her seferinde çok gülerek ama, aynı zamanda, iki yazarın ortak tarifine tecrübeyle sabit bir onay vererek anlatır. Benim için bu konuşmayı sanki bizzat işitmişimcesine canlı kılansa, Ahmet Altan’dan birkaç kez dinlemiş olmam değil, Çetin Altan’la Yaşar Kemal’in tarifini bir kez duyduktan sonra, yazarlığın başka hiçbir mesleğe kasaplık kadar benzemediğini kabullenmemdir belki de.
Bir “kasabın” son romanını okuyorum şimdi. 2009 ilkbaharında The Paris Review’nun sorularına cevaben anlattıkları, kimden söz ettiğim konusunda olmasa bile, neden söz ettiğim konusunda ipucu verebilir.
“Ben grafomanyağım, yazmadan duramıyorum” diyen bir adam bu; yazarlığın iki ayrı halinden dem vuruyor o söyleşide; otuz yıl boyunca romancılıkla birlikte sürdürdüğü gazete yazarlığından“zanaatkârca bir zevk” duyduğunu söylüyor; zira makale yazmak çok kolay onun için, yorulmadan ve fazla önemsemeden yapıyor gazete yazarlığını; “ama” diyor “romanlar bana bu keyfi vermez.”Duraksıyorsunuz. Meramını anlamanız için, romancılıkla gazetecilik arasında, belki sanatla zanaat arasındakine benzer bir fark olduğunu hatırlamanız gerekiyor. Ama bu fark da “keyifsizlik” halini tam açıklamıyor, zira yazarımız söyleşinin bir başka yerinde roman yazmaktan söz ederken, “Sanat seks gibidir” diyecek bu kez, “Onu yaptığınız sırada başka hiçbir şeyin önemi yoktur.”
Bunu böyle hissetmeyen, kendini yarattığı dünyaya her şeyiyle vermeyen, o dünyanın içinde kendi özerk zamanını, bedenini, kimliğini unutarak kaybolmayan, bu unutuşun keyfini sürmeyen hakiki bir edebiyatçı olabilir mi?
Bir yandan, evet, hakiki bir edebiyatçı var karşımızda, edebiyatı şehvetle seven bir adam, ama bir yandan da “Kurmaca sürekli bir eziyet ve utanç kaynağıdır benim için” diyor: “Bir kitapçının önünden geçerken parmaklarımı şaklattığım gibi bütün kitaplarımın bütün sayfalarının silineceğinin, böylece onları yeniden ve bu kez gerektiği gibi yazmaya başlayabileceğimin fantezisini kurarım.”
Yazıya ilişkin her “keşke” beni biraz sarsar ama böylesine devâsâ bir “silgi” özlemini kavramakta gerçekten zorlanıyorum. İnsan çocuklarını değiştirmek ister mi? Hayatının eserini, yutkunup kurtulmak istediği bir ukte gibi taşır mı içinde? The Paris Review’da Belinda McKeon benzer bir huzursuzlukla sormuş sanki: “Kendi romanlarınızdan nefret mi ediyorsunuz hakikaten?”Yazdıklarını sevmeyen bir yazar olabilir mi? Yazdıklarını sevmeye sevmeye yazmayı sürdürebilir mi insan?
Önce “Evet!” diye cevaplıyor yazarımız, “romanlarımdan nefret ediyorum. Samimi söylüyorum. Kimse bana inanmıyor ama bu doğru. Romanlarım bir mahcubiyet ve derin bir utanç kaynağı.” Sonra “gerçeğe” geliyor sıra ve tabii, her çıplak şey gibi gerçeğin de çekici olduğu kadar ürkütücü bir yanı var: “Benim romanlarım kuşkusuz başka herkesin romanlarından daha iyidir ama benim için yeterince iyi değiller.”
Bu son cümlenin “kibrini” seviyorum ben. Yazarlık, kâh satırı kemiğin tam ortasına indirircesine korkusuz, kâh bıçağın sivri ucuyla deriyi dokudan ayırırcasına sakin yapılan bir iş, ama hep gözü keskin, bileği sağlam, yüreği paralanmaz olmayı gerektiriyor sanırım; kararlılık ve özgüven gerektiriyor; “ben bu işi hepinizden iyi yaparım” demeyen, diyemeyen bir yazar nasıl yeterince kararlı, yeterince güvenli olabilir ki; diğer yazarlardan daha kudretli olduğuna inanmayan, kendi eserini bütün arazları ve zaafıyla çok iyi tanırken dahi, o eserin başka herkesinkinden daha iyi olduğuna hükmetmeyen bir romancı yola nasıl devam eder? Hem niçin devam etsin? Eserinin üstünlüğüne kendini bile “inandıramayan” bir yazar —hele bir de yazmadan duramıyorsa— her yeni cümlede kendi mutsuzluğunu biraz daha emzirmiş olmaz mı zira, her yeni kitabıyla kendine daha derin bir uçurum kazmaz mı?
Sorular dinlensin biraz! Şimdi roman molası.
“Billy Gray en iyi arkadaşımdı ve ben onun annesine âşık oldum. Bütün bunlar yarım asır önceydi. Ben on beş yaşındaydım, Bayan Gray ise otuz beş. Böyle şeyler kolay söyleniyor, çünkü utanma duygusu yok kelimelerin ve hiçbir şeye şaşırmıyorlar. O hâlâ hayatta olabilir. Kaç yaşındadır şimdi, seksen üç mü, seksen dört mü? Bugünlerde pek harika bir yaş değil bu. Peşine düşsem ne olur? Bu bir macera olurdu. Yeniden aşkı hissetmek isterdim, sadece bir kez daha âşık olmak isterdim…”
Böyle davetkâr başlıyor kitap. Bir hatıralar denizine düştüğünüzü seziyorsunuz. Sizi kendine çeken bir güç var derinde ve suyun tekinsizliğini yine en iyi yazarınız biliyor:
“Bunların hatıralar mı icatlar mı olduğunu söyleyebilecek durumda değilim. İkisi arasında fazla fark yok zaten, eğer herhangi bir fark varsa tabii. Bazıları gelip geçerken farkında olmaksızın her şeyi uydurduğumuzu söylüyor, süslüyormuşuz, allayıp pulluyormuşuz, ve ben de bu görüşe hak vermeye meyyalim; Hafıza Hanım ikiyüzlülükte muazzam ve mahirdir zira. Geriye baktığım zaman her şey akışkan, bir başlangıcı yok ve herhangi bir sona doğru ya da benim nihai bir nokta olduğunu anlamanın ötesinde tecrübe edebileceğim herhangi bir şeye doğru da akmıyor.”
Yirmi yaş büyük bir kadınla kurduğu yeni yetme ilişkiyi özleyerek hatırlayan anlatıcı, romanın şimdiki zamanında altmış beşine varmış olan Alexander Cleave –kısaca Alex— adlı bir aktördür. “Zaman” ve“Hafıza” müşkülpesent iç mimarlar gibidir onun gözünde; sürekli olarak eşyaların yerini değiştirirler, mekânı silbaştan tasarlar ve hangi odanın kime verileceğinde bir türlü karar kılamazlar sanki. Hatırlamakla icat etmek, Alex’in zihninde kolkola ilerlerken, ergen bir aşkın yarım asır boyunca cevapsız kalmış soruları kadar, on yıl önce canına kıyan kızı Cass’in hayatının ve ölümünün sırrına erememiş olmak da, nereye varacağı belirsiz, açık uçlu cümlelerle dokur artık yaşlanmakta olan aktörün iç konuşmalarını.
Axel Vander adında ünlü bir edebiyat eleştirmeninin hayatını yansıtan bir filmde “Axel” rolünü üstlenen Alex, bir yandan da kendi hâtıratını yazmakta, kamera karşısında mesleği gereği “bir başkası” olurken, kalemi eline aldığında bu kez geçmişte yaşadıklarını “bir başkası”nın başına gelmiş olaylarmışçasına kendine uzak bulabilmektedir. Tanıdığı insanlar sanki hayatına değil de rüyalarına girmişlerdir. İlişkileri kaderden ziyade hayalgücünün bir marifetiymiş gibi, onlara zihninde bile dokunamamaz artık. Her şeyin üzerini incecik bir tülle kaplayarak ilerleyen zaman, hepimize yaptığını Alex’e de yapar; eski “Alex”lerle arasına girer. Sonuçta, “ek yerleri tutmayan, paramparça” bir adam gibi izleriz onu. Kızının niye ve nasıl intihar ettiğinin bilgisine, filmde canlandırdığı karakterin –Axel’in Alex’ten farkı birkaç harfin yer değiştirmiş olmasındadır nihayetinde—hayat hikâyesi sayesinde varacağını sezeriz.
Alex, on beş yaşındayken, nisan ayının herkesten ziyade genç oğlanların damarlarından akan oyunbaz güneşinde, sokaktan aşağı kayarcasına giden bir bisikletin üzerinde, birden etekleri rüzgârda savrulunca, bir an, kısacık bir an için eskinin o ipeksi iç çamaşırlarını açıkta bırakan “yarı çıplak”haliyle gördüğü ışıklı serabın Bayan Gray olup olmadığından emin değildir. Ama bunun ilk karşılaşmaları olduğuna inanmak ister. Rollerin cinsiyet değiştirdiği bir Lolita macerasını andıran ilişkinin hâtırası ise, aradan geçen yıllara rağmen, tutkunun nesnesinden bağımsız inadı sayesinde silinmez. Yarım asır sonra hâlâ “benim Celiam” diye adını sayıkladığı kadına nasıl dokunduğunu, bir kadını ilk kez çırılçıplak gördüğü andaki —“Rubens bunun hesabını versin” dedirten— mutedil hayalkırıklığını, herhalde her şeyden çok, görmüş geçirmişliğinden etkilendiği o vücudun kuytularında nasıl kaybolduğunu en ince ayrıntısına dek hatırlar Alex; bize de anlatır. Celia’nın, oğlunun arkadaşını niye baştan çıkardığı sorusunu cevaplamak ise, romanın sonunda “Bitemeyeceğini sandığım bir şey bitmişti” diye hıçkırıklar içinde geceye gömülen çocuğun değil, onun dönüştüğü adamın harcı olabilir ancak. Bazı cevaplara bir tül perdenin arkasından bakmak isteriz.
Sayfa editörünün birazdan bu yazının alnına mıhlayacağı yazar fotoğrafına bakacaksınız tabii, ama bakmasanız bile, “Alexander Cleave” ve “Cass” adları, bir ihtimal, hangi yazardan bahsettiğimi çoktan anlatmıştır size. 1945 Wexford doğumlu İrlandalı yazar John Banville’in birçok romanı, Türkçede de nefes alıp veriyor çünkü. Alex’le Cass’i Eclipse / Güneş Tutulması (Suat Ertüzün’ün tercümesi, Can Yayınları) romanından hatırlıyor olabilirsiniz. Shroud’ u (Kefen) okumuş olanlar ise Cass ile Axel Vander’ın ilişkisini biliyorlardır. Banville’in bu yaz yayımlanan on altıncı romanıAncient Light (Kadim Işık) —ancak okurken kavrayabildiğim şekilde— Eclipse ve Shroud’ la üçleme oluşturuyor, ancak diğer ikisi gibi bu da, tek başına ayakta duran bir roman.
Bense Ancient Light’ı bırakıp, Banville’in “kasaplığına” dönmek istiyorum… Romanlarının yanı sıra, belki bini aşkın gazete makalesi, deneme kitapları, altı piyes, sonuncusu George Moore’un bir novellasından uyarladığı ve Glenn Close’un olağanüstü rolüyle hemen hatırlayacağınızı sandığımAlbert Nobbs olmak üzere hatırı sayılır senaryolar da yazan, dahası, 2006’dan beri Benjamin Black takma adıyla altı polisiye roman kaleme almış olan Banville’in “yazarlık” tarifleri, bu işin kasaplıkla benzerliği üzerine düşünmemi kolaylaştırıyor çünkü. Kırılganlığın, duygusallığın, nedense kimi yazarların kendilerine pek yakıştırdığı “gönül gözlü, kelebek kanatlı” bir zarafetin pek yeri yok bu tariflerde. Tevazu var, kibir var.
The Paris Review söyleşisinde, romanlarının ona hissettirdiği gurur ve mahcubiyeti tek cümlede ifade edebilen Banville, aslında bunu hep yapıyor; 2005’te The Sea / Deniz (Hasan Kaya’nın tercümesi, Can Yayınları) adlı romanı Man Booker Ödülü’nü kazandığında hem “okunması imkânsız kitaplar yazdığı zamanlarda onu terk etmeyen yayıncılarına” teşekkür etmiş, hem de“Booker’ı bu kez bir sanat eseri kazandığı için memnunum” demişti.
Tevazu ve kibir, sanıldığının aksine birbirinin tezatı değil, bence tamamlayıcısı olan, birbirine benzeyen, birbirini doğuran iki duygu; ve sanırım, yazarlığın mayasında ikisinden de bulmak mümkün. Yenilginin öğrettiği tevazudan, mutlaka yeneceğine inanmanın kibrini üretmeyen; yenilgiyi de, yenme azmini de aynı ruhta, aynı bedende taşıyamayan bir insan odasında tek başına saatlerce, günlerce, yıllarca inatla yazmayı nasıl sürdürür? Yazı masasının başındayken kendini tanrı sanmayan bir kul, nasıl hayatın içinden yeni hayatlar, dünyanın içinden yeni dünyalar yaratabilir ki…
Banville, roman yazarken “hazdan ziyade ıstırap” duyduğunu söylüyor ama, gerçekten “iyi”yazdığı anları anlatan bir tarifi var ki, hazzın sesini işitiyorsunuz. Kristal bir şarap bardağının incecik ağzına bir fiske kondurduğunuzdaki çınlamayı anlatıyor size: “Hakiki bir cümle yazabildiğimde, o muhteşem tınıyı yakalıyorum.”
Okuyun: “Cümle, medeniyetin en büyük icadıdır. Bütün gün oturup kelimeleri tek tek birbirine eklemek sûretiyle bu olağanüstü dizileri oluşturmak harikulâde bir şeydir. Daha iyisini isteyemezdim hayattan. Tanrısallığa ancak bu kadar yaklaşabilirim.” Ve okuyun: “Ben kibirliyim ve aynı zamanda hiddetliyim de. Burada dürüst olmaya çalışıyorum. Şefkatli bir romancı rolü oynamayacağım size. Sanat zor iştir. Duygu meselesidir ama duygusallık meselesi değildir. Bunu kendim için yaparım ben. Tesadüf şu ki, kendim için yaptığım bu şey, bazen başka insanların tecrübeleriyle, duygularıyla, arzularıyla ortak bir tınıda buluşur. Bir tür mucizedir bu… Çalışırken başka hiçbir şey umrumda olmaz, hatta kendim bile. Bütün dikkatimi sayfadaki şeyin yapımına veririm. Gerisi sadece şeylerdir —bunlar hayat şeyleri de olsa fark etmez.”
Ancient Light’a adını veren kadim ışık, uzak galaksilerden “bir milyon – bir milyar – bir trilyon!” kilometre katederek ulaşıyor bize ve bu, Banville’in dediği gibi, “her nereye baksak, aslında geçmişe baktığımız anlamına geliyor.” O kadim ışığı, o inatçı geçmişi sayfada ebedîleştiren bir kelime ustası için “hayat şeyleri” ne ki!
© Tüm hakları saklıdır.