Telesiyej
(Taraf, 20 Haziran 2012)
Beklenti fazla yüksek tutulduğundan ‘Harem Sergisi’ hayal kırıklığı yaratıyor!
Adı büyük.
Ama adıyla müsemma değil bana göre.
“Padişahın Evi: Topkapı Sarayı Harem-i Hümayunu” sergisinden söz ediyorum.
Adı mana itibariyle oldukça kallavi; vaadi çok yüksek tutulmuş. İnsan önemli sırların ifşa edildiği bir sergiyi dolaşacağını sanıyor ve bekliyor.
Kolay mı? Padişahın evine gireceğiz. Padişahın evi de, okuyup yazmaya başladığımızdan beri duyduğumuz, okuduğumuz o büyük gizemli hayatın mekânı: Harem.
Üstelik, Cumhuriyet döneminde yakın zamana kadar Harem’i ziyaret yasak olduğundan, biz haremi Batılı oryantalistlerin (resimleri, edebî metinleri, hatıraları..) hayallerini kopyalayarak hayal ettik, bu yaşlara gelinceye kadar.
Bu yüzden de serginin adı olağanüstü bir dünyanın perdelerini açacak gibi geliyor insana (ki, Osmanlı’nın haremi, bütün dünyanın en merak ettiği konular arasında olmuştur hep).
Beni bu sergiye yönelten iki vaat oldu doğrusu; birincisi serginin daha açılmadan önce tanıtımında yer alan şu sözlerdi: “Harem’in bilinmeyen yönlerini gerçekçi bir bakış açısıyla anlatılmasından yola çıkılarak hazırlanan sergi, dört ana bölümden oluşacak. İlk bölümde harem mimarisi, minyatürler, gravürler ve planlar eşliğinde anlatılırken; ikinci bölümde harem ağaları ve cariyeler olacak. Üçüncü bölümde, hanedan üyelerinin yaşamları, eğitimleri, hiyerarşideki yerleri tasvir edilecek; son bölümde ise haremde günlük yaşam, eğlenceler ve gelenekler, görseller aracılığıyla betimlenecek.” (Şengül Oymak, Milliyet Cadde)
İlgimi çeken ikinci vaat ise, aynı yazıda (Prof. Dr. İlber Ortaylı’nın sergiyle ilgili basın toplantısında yaptığı açıklamalara dayanılarak yazılan yazıda) kullanılan son halife Abdülmecid Efendi’nin Harem adlı tablosuydu.
Vaatler bunlardı.. gerçeklere gelince:
Birinci vaadi oluşturan ve resmî olarak açıklanan dört unsur (serginin dört ana bölümü) tanıtımda sunulduğu gibi net bir biçimde, bir çağdaş sergi mantığı ve düzenlemesiyle yer almıyordu sergide. O kadar ki, yanlış bir sergiye geldiğim hissiyatına bile kapıldım. Sergiyi gezen biri olarak bu bölümler benim algımda netleşemedi bir türlü. Sıkıştırılmış, tıkıştırılmış, yığma, hatta biraz da kaotik bir sergiydi bana göre.
Prof. Dr. İlber Ortaylı sergiyle ilgili yaptığı açıklamada: “Günümüzde haremle ilgili oluşan eksik ve hatalı bilgi çok. Harem denince bir sohbet konusu, bir geyik muhabbeti akla geliyor. Konuya bilimsel bakılması için, bu sergiyi yapıyoruz” diyor.
Hareme bilimsel bakılması hususunda da, oradaki hayatın gerçekliğine temas edecek bir sosyo-kültürel- ekonomik konsept ve derinlikli bir tarihî vizyonla karşılaşmadım. Kaldı ki, dört ana bölüm olarak sunulduğu iddia edilen hayat tarzlarıyla ilgili de net bir görüş edinemedim doğrusu.
Sergide sunulan objelerin ve eserlerin bir kısmına ya da benzerlerine zaten müzenin çeşitli reyonlarından ve basılı malzemelerden aşinayız.
Sergilenen birkaç parça mücevherin onlarca, yüzlerce benzerini de gördük daha önce.
Kaftanlar da ona keza.
Kahve ve Çubuk İçen Genç Hanım gravürünü ezbere biliyoruz artık.
Hürrem Haseki Sultan’ın tablosunu da.
Benim için serginin diğer vaadi, Milliyet Cadde’de sergiyle ilgili yazıda kullanılan, son halife Abdülmecid Efendi’ye ait olduğu iddia edilen, ancak kayıp olduğu da rivayet edildiğini bildiğimiz Harem adlı tabloydu. Gazetede fotoğrafını görünce tablonun bulunduğunu ve sergide yer alacağını düşündüm hâliyle.
Yoktu tabii.
Ya, son anda sergiden çıkarıldı, ya da Milliyet Cadde, serginin konusu harem olduğu için Harem adlı bu tabloyu sayfayı renklendirsin diye kullandı.
Sergi bir yaratım işidir bana göre.
Bu serginin bir küratörü var mı onu da bilmiyorum, bana yok gibi geldi; hatta biraz memurin zihniyetli bir sıralama gibi geldi ya.. (aslında bu kadar iddialı bir serginin belki de dünya çapında bir küratörü olmalıydı) kısaca beklenti bu kadar yüksek tutulmasaydı, medyada bunca büyük kıyamet koparılmasaydı bu sergi hakkında, belki hayal kırıklığım daha az olurdu o zaman.